O da, başındaki gazete de Doğan grubunun diğer yayın organları gibi hakkımda bugüne kadar birçok habere imza attı. Hepsi birbirinden negatif, gerçekleri çarpıtıcı. Kimi siyasi hayatımla ilgiliydi, kimiyse özel hayatımla.
Ben bunların hiçbirine cevap vermedim, vermeyi de düşünmedim. Şimdi durduk yerde bu konuya değinmemin sebebiyse Hürriyet’in iki gün önce yaptığı Zeynep Gürcanlı imzalı haber. Hürriyet’teki kafa karışıklığına işaret ediyor, çünkü. Haber, toplantıyı takip eden dakikalarda internete flaş haber olarak düşüyor, bir arkadaşımın söylediğine göre. Konu, Erdoğan’ın Washington ziyareti. Haber başlığında iki şeye değiniliyor: Erdoğan’ın Merkel ve Sarkozy eleştirlerine ve Kavakçı’nın da toplantıya katıldığına. Geri gidelim. Bundan birkaç yıl önce Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni bir yazısında Kavakçı’nın unutulup gittiğini, kimsenin onu hatırlamadığını ballandıra ballandıra yazıyor. Üstelik bunu kaleme almasından bir süre önce benimle ilgili bir başka haberi sürmanşetten vermiş olmasına rağmen. Soru şu: Unutuldum mu unutulmadım mı, Hürriyet’in istikrarsızlığı daha ne kadar devam edecek? Asıl önemlisi de; toplantıya gerçekten katıldım mı katılmadım mı?
Şimdi bugünkü yazımız:
Washington rüzgarları
Ankara Washington’a benzer. Gerçi bütün başkentler birbirini andırır. Nerede olursanız olun başkentlere yaklaşıp onların kapsama alanlarına girince ideolojik çekişmeler kendini hissettirir, daha da belirgin hale gelir. Ortadaki siyaset pastası çok tatlıdır, zira. Herkes payını ne kadar büyütebileceğini düşünür, bir dilim yerken gözler ikinci dilimdedir. Bugünlerde Washington’u takip ederken bazen kendimi, acaba Ankara’da olabilir miyim diye sorgulama ihtiyacı duyuyorum. Beklentinin ötesinde, tabii bir benzerlik arz ediyormuş gibi geliyor insana, bazen bugünlerde bu iki şehir. Hani neredeyse diyeceksiniz ki Ankara’da mıyım, yoksa Washington’da mı? Rüyada mıyım gerçekte mi? Hayal mi görüyor ve istiyorum, yoksa kulaklarımda yankılananlar gerçekten duyduklarım ve gördüklerim mi? Ankara’da ne kadar kemalist varsa sanki Washington’a akın etmiş zannedersiniz bugünlerde. Olmayacak da şey değil, hani. Kızmaya görsünler, “Allah muhafaza”, atlar gelirler uçak uçak, açarlar pankartlarını. Dupont Meydanı’nda. Gerekirse Türkiye laiktir laik kalacak diye de bağırırlar. Yapamayacakları iş değil. Zaten şimdiye kadar bağırarak da olsa bağırmadan da olsa bunu tekrar ede ede Türkiye’yi İslâm dünyasının diğer ülkeleri arasında Batı gözündeki parlayan yıldız haline getirmeyi başarmadılar mı? Türkiye’de ne olup bittiğini irdeleme merakından yoksun Batı da aldı, oturttu bunları baş köşeye. Yılların özeti şuydu: Kemalistler dost idi, diğerleri hep düşman...
Bu önvarsayım şimdilerde dokunulmazlık zırhından arınmış, sorgulanır hale gelmeyi bekliyor, bunun sancıları yaşanıyor. Bu bağlamda önümüzdeki süreçte Türkiye’nin iç siyaset makinasının yeniden bir elden geçirmeyle karşı karşıya kalacağı aşikar. “Bütün bunlar olumlu gelişmeler değil mi?” diye sorabilirsiniz. Elbette öyle, ancak bu müsbet rotaya rağmen ve karşı konumda son zamanlarda Washington eksenli olarak yürütülen AKP’yi karalama kampanyası da bu işin aslında düşünülenden ne kadar daha zor olacağının habercisi. İşte Washington’un Ankara’ya benzeme sebebi de bu. Bir süredir Washington’daki havayı koklasanız, kış soğuğunun kuru rüzgarı kadar Kemalizmin şiddetli fırtınası da çarpıyor yüzünüze. Rüzgarı estirenler(!) Kemalistlerin batılı uzantıları. Bir ağızdan bağıran batılı ama Türk-seküler fundamentalistler.
İşte Başbakan Erdoğan, bunların yürüttüğü kampanyanın tesiriyle çalkalanan bir Washington’a geldi. Ve ayağının tozuyla bir süredir Kemalist ağızla konuşan anglo-saksonlara cevap babından sert açıklamalar yaptı. Hayır, işin ilginç tarafı, durumun insanî, biri vardı geceden biri de düştü bacadan dedirtecek nitelikte olması. Türk Kemalistlere şimdi bir de batılı kemalistlerin eklenmiş olması, işte o Türkiye pastasına ait dilimlerin üzerindeki kavganın ne denli çetin geçeceğine de delalet ediyor. E... tabii adamlar bunca yıllık “istisnailiklerini” bir anda düğün dernek devredecek değillerdi ya. Şöyle iyi bir mücadele vermekten çekinmeleri de beklenemezdi zaten diye düşünülebilir. Danial Pipes’in kalemi, Gareth Jenkins’in sesi Türkiye’den gelen -o pastadaki büyük payını kaybetme endişesinde olan- Sedat Ergin, Rıza Türmen gibilerinkiyle pekiştirildi. Bunların kimi AK Parti’nin İslamcılığa vefasını gündeme taşıdı, kimi Ergenekon soruşturmasının antitezini savundu, kimi de eskilerin klişe can simidi: “Türkiye şeriata gidiyor!”unu hatırlattı. Maksat Washington’dan Erdoğan’a bir çeşit nota verdirmeyi başarmaktı. Bu olmadı, ancak havalar bulandırılıldı, sulandırıldı.
Erdoğan ve ekibi sistematik karalamalarla gelen ciddi iddialara bir bir karşılık verdi. Basın özgürlüğü, vergi kaçakçılığı, AB süreci, doğuya dönüş ve ....Ve? İsrail. Erdoğan, Davos sürecinin devamını burada getirdi. İsrail’e verdi veriştirdi. Bilmem. Sanki, mesajı daha çok ABD’ye idi. Siz bu batılı doğulu her neyse Kemalistlerin gerçek dışı iddialarına kulak verirseniz, biz de İsrail’e karşı tonumuzu daha da sertleştiririz der gibi miydi ne...
VAKİT