Hükümete karşı Devlet

Siyasî tarihimizin epey sıcak geçen 1969 yılında önemli olaylardan biri İmran Öktem’in cenaze töreni ve bunu izleyen yürüyüştü. 1966’da Yargıtay Başkanı olan Öktem dine ve özellikle Nurcu kesime yönelik sözleriyle muhafazakârları çok kızdırmış bir Kemalist bürokrattı. 1969 mayısında ölünce, cenazesinde, namazını kıldırmayı önlemeye çalışan dinci gruplar olay çıkardı; İsmet İnönü “Namazı kılınmadan gitmem” dedi, bir tuğgeneral İnönü’yü korumak üzere tabancasını çekti vb.

Bu olaylı cenaze “ilerici” cepheyi harekete geçirdi. 27 Mayıs’ın erken bitmesini sindirememiş hatırısayılır kesimler vardı. 1968’de Avrupa’da başlayan üniversite eylemleri bu kesimlere izlenecek strateji hakkında fikir veriyordu. Bu bağlamda, hükümeti irticanın koruyucusu ilân ederek onun üstüne yürümek akla uygun görünüyordu (zaten sürekli yapılan buydu: “Ordu-gençlik el ele; Millî Cephe’de” sloganı en sık haykırtılan slogandı).

Cenazeden birkaç gün sonrası için bir İmran Öktem yürüyüşü düzenlendi. Yargıçlar, profesörler cüppeleriyle katıldılar. Bu da simgesel bir jestti; yeni dönemde Danıştay cinayetinde benzerini, tekrarını yaşadık. Vuran adam yakalanmasa, Ergenekon bağlantıları çıkarılmasa, o iş de hükümetin üstünde kalacak, böyle bir hükümetin askerî darbe ile düşürülmesi girişimi daha bir haklılık kazanacaktı.

1970’de, bir kaza sonucu ölen Kuseyri’nin de sağcı militanlar tarafından öldürüldüğü “bilgi”sini yayıp gene cüppeli, yargıçlı, profesörlü yürüyüş yapılmıştı. Hep aynı terane. Fazla özgün düşünmeye alışık bir toplum olmadığımız anlaşılıyor.

İmran Öktem olayına döneyim. O sıralarda ben iki yıllık TİP üyesiyim, çünkü Doğan Avcıoğlu’nun ortaya attığı “cunta yoluyla sosyalizm” stratejisine karşıyım. İstanbul’da, partide, böyle düşünen küçük bir grup oluşturuyoruz, ama siyasî bir grup gibi görmüyoruz kendimizi, entelektüel ortaklığımız var. İdris Küçükömer’in kitabı bu pozisyonun en derli toplu, ama aynı zamanda abartılı bir formülasyonunu veriyor.

Öktem yürüyüşü üstüne dostum Murat Sarıca, “Devlet, hükümete karşı yürüdü” demişti.

Evet, cüppeler özellikle bunun simgesiydi. Ama biraz düşününce, bunun ilk olmadığı ayan beyan görünüyordu. İlk olsa, 27 Mayıs’ın kendisi neydi ki?

Ama 27 Mayıs neydi?

27 Mayıs, bir bakıma, 14 Mayıs’ın intikamıydı. Yani Demokrat Parti’yi iktidara getiren 14 Mayıs seçimlerinin. Bürokrasi, elinde olmayan etkenler yüzünden elden çıkardığı iktidarı yeniden eline (tekeline) geçirmek üzere eyleme geçmeden, topu topu on yıl sabredebilmiş, 1960’da verdiğini geri almıştı.

Ama bu geri alış, o cephede bulunanların birçoğunu tatmin etmeyecek kadar kısa sürmüş, yeniden partili, seçimli düzene dönülmüştü. Altmışlar, siyaseti, bu çabuk dönüşten hoşnut olmayanların belirlediği yıllardır. “14’ler” bunun için sürgün edildi; Silahlı Kuvvetler Birliği bunun için kuruldu; Talat Aydemir bunun için iki kere daha darbe yapmaya girişti; Gürler-Batur darbe ittifakı bunun için olabildi. Türkiye’nin “Marksist” solu da bu ortamda, sırtını bürokratik cepheye dayayarak boy atmayı seçti. Sözü dinlenen “eski Komünistler” “komünist strateji” diye bunu önerdi. Ama böyle bir gençlik hareketi darbe için plan yapanlara da gerekliydi, çünkü darbeye ortam hazırlayacak enerjik bir güce ihtiyaçları vardı.

“Hükümete karşı Devlet” temasına daha birkaç yazı çerçevesinde devam etmek istiyorum. Bu, öyle bir dizi için bir “girizgâh” mahiyetinde bir yazı.

TARAF