Herkesi Herkesten Şüphelendiren Bir Mücadele Tarzı..

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

(Önce bir -iki noktaya genişçe değineyim:

1- Doğduğum topraklardan, halihazırdaki ömrümün yarısını alan bir süre boyunca uzak düşüşüm, inşaallah önümüzdeki günlerde sona erecek. Ancak, bu konuda gerekli kanunî işlemlerin yapılması uzun sürüyor.

Bir taraftan, 24 Aralık -6 Ocak arasındaki Noel tatilâtı yüzünden polis makamlarındaki işlemlerin yapılamayışı; diğer taraftan, ülkeme dönebilmem için gereken pasaportun verilmesi önündeki engeller..

Derken.. Son anda, 1979 ve 83 yıllarında, hakkımda 163. maddeye aykırı olarak, yayın yoluyla propaganda yapmak suçlamasıyla verilmiş olan tutuklama kararlarının, o madde kaldırılalı, 20 küsur sene geçtiği halde, Emniyet’teki bilgisayar sistemlerinden hâlâ da silinmemiş ve aradan geçen 32 seneye rağmen korunmuş olması durumuyla karşılaşıldı.

Emniyet yetkilileri, ‘Biz hukukçu değiliz, bu gibi adlî emirleri sistemden kendiliğimizden silemeyiz, bize mahkemelerin emir vermesi gerekirdi’  diyorlarmış, haklı olarak..

Şimdi o kayıdlar temizlenmeye çalışılıyor.

Komedinin de ötesinde bir durum..

2- Fiilen bulunduğum coğrafyadan ayrılacağım ihtimali üzerine, bazı ziyaretler ve sohbet için davetler daha bir yoğunlaştı. Çeşitli coğrafyalardan gelen sohbet toplantılarının herbirine katılmam yolundaki taleblerin herbirisine olumlu karşılık vermek durumunda olamadığım için mâzur görüleceğimi umarım.

Bu cümleden olmak üzere, geçtiğimiz iki hafta boyunca.. Önce Essen ve Neuss şehirlerinde yapılan sohbet toplantılarından sonra..

Almanya’nın orta-batısındaki Köln’den 500 km. doğudaki Nürnberg’e ve oradan 500 km. kuzeydeki Berlin’e ve oradan Bremen üzerinden Köln’e dönüşle tamamlanan bir-kaç günlük ziyaretler boyunca, saatlerce süren bu sohbetlerde ele alınan konular, müslümanların ortak problemleri etrafında bir görüş alış-verişi ve de serbest kürsü mahiyetindeydi. Bu sohbet toplantılarında konuşulanların hepsini burada anlatmak mümkün değil.. Ama, o ziyaretlerden bir-kaç fikrî tabloyu yansıtmakta yine de fayda vardır sanıyorum.

MÜSİAD’ın Nürnberg’deki şubesinin konferans salonunu dolduran hanımlı-erkekli bir grupla yapılan ve saatler süren sohbet toplantısında dile getirilenlerden hele de bir konuya bilhassa değinilmesi gerekiyor.

Bir hanım kardeşimizin dile getirdiği ve son zamanlarda daha bir artan boşanmaların ortaya çıkardığı sosyo-psikolojik travmalar konusu bu cümleden.. Ayrıca, erkekler arasında son zamanlarda daha bir artan ikinci evliliklerin ve aile bozulmalarının taraflar ve hele de çocuklar üzerindeki derin olumsuz etkileri üzerinde dile getirilenlere özellikle değinmek gerekiyor.

Hele de, erkeklerin kendi aralarında latife yollu da olsa, yeni evlilik düşünülüp düşünülmediği konusundaki konuşmaların, müslüman erkeklere asla yakışmadığını burada da tekrarlamalıyım. Bu gibi konularda hanımlar kadar erkeklerin de lâtife yollu konuşmalarının ahlâkî açıdan insanı küçülten durumlara yol açacağını unutmamak gerekir.

Ayrıca, Avrupa ülkelerinde kaybolup giden nesillerin nasıl korunacağı konusunda da uzuun sohbetler oldu..

Bu noktada da hatırlanması gereken husus, kaybolup giden nesillerin sadece Avrupa’da olmadığı, her yerde olduğu; ama, karşılığında müslüman ailelerin ve yeni nesillerin de geçmişe göre daha şuûrlu olarak geliştiği, ümidsiz olunmaması gereğine dair görüşler üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bu konular konuşulurken, insanın zihninde ister-istemez,  Yahyâ Kemâl gibi birisinin bile 95-100 yıl öncelerde yazmış olduğu ‘Ezansız Semtler’  yazısı canlanıyordu. Ki, Y. Kemâl o yazısında, müslümanların çocukluk rüyasını görerek yetişenlerin daha sonra o atmosferden uzaklaşsalar bile, bağlanacağı yeri bilenlerin yine de anne-millet’e dönebileceklerini, ama, nereye döneceklerinin bilgisinden bile mahrum olanların asıl problemi oluşturacağını söylüyordu.

Bizim değerlerimize pamuk ipliği ile de olsa bağlanmak isteyen ve ipleri tamamen koparmamış olanları dışlamak yerine, onları celbetmek ve kazanmak yolundaki çalışmalara ağırlık verilmesinin gerekliliği de üzerinde durulan bir diğer konuydu. Çünkü, insan ilişkilerinin korunmasında celbetmek, def’etmekten önce gelir. Bir kimseyi uzaklaştırmak isterseniz, bir-iki kelimeyle onu kırıp, uzaklaştırabilirsiniz, ama onu kazanmak isterseniz, bu bir hüner ister..

Evet, yıkmak bir maharet istemez; yapmak ise, başlı başına bir hüner ve maharet ister.  Merhûm Mehmed Âkif’in deyişiyle: 

Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir..
Onu en çolpa herifler de emin ol, becerir.

Sâde, sen gösteriver 'işte budur kubbe' diye,
İki ırgat ile iner şimdi Süleymaniye..

Ama, gel kaldıralım dendi mi, heyhat o zaman
Bir Süleyman daha lâzım, yeniden bir de Sinan.

Gerçekten de, Suleymaniye Camiinin kubbesini iki çolpa amele bile bir anda çökertebilir; ama, yeniden yapmak için.. Bir Sinan daha lâzımdır, bir de Süleyman..

Bu açıdan bakıldığında, 100 sene önceki nesiller ‘artık, her şeyin bitmekte ve, ‘devlet-i ebed müddet’in (sonsuza kadar varolacağına inanılan) devletin sona ermekte olduğunu, Deccâl’ı beklemekten gayri bir şey kalmadığını’  söylerken, bugünün müslüman nesilleri yarınların dünyasını kendi inandıkları değerlere göre kurmanın bilgi ve heyecanıyla daha bir donanmaktalar..

O halde, bugünkü nesillerin nasıl bir tablo oluşturduğu konusunda psikolojideki, ‘yarısına kadar dolu bardak ve yarısına kadar boş bardak’  örneği burada da tekrarlanabilir.  

Bu sözlerle fizikî olarak aynı şey anlatılıyordur, ama, dünyaya ve hadiselere, gelişmelere iyimser bakanlar, yarısına kadar dolu der; karamsar bakanlar ise, yarısına kadar boş der.

250-300 yıl öncelerde, ‘Dâr’ul Harb durumundaki diyarlarda müslümanların devamlı ikametleri caiz değildir..’ diye, Osmanlı, Batı dünyasında daimî elçilikler bile açmazken, şimdi milyonlarca müslüman, hiç kimseden şer’î bir cevaz almamaksızın, bu diyarlara kendiliklerinden gelip rızklarını aramaya ve buralarda doğup ölmeye bile başladılar ve kaybolan nesiller var ise de, kazanılan bir takım yeni durumlar da bulunuyor.

Ve bugün birçok Batı Avrupa ülkesinde ve özellikle de Almanya -özellikle eski Batı Almanya bölümündeki- şehirlerinin herbirisinde, hiç de küçümsenmiyecek derecede müslüman koloniler yaşamakta olup, bu insanlar Almanya sistemi içinde kalarak, kendi değerlerine göre bir hayat tarzı kurmanın derdini ve dikkatini yüreklerinde ve beyinlerinde taşıyan binlerce insan birbirleriyle özellikle de câmi merkezli oluşumlarda bir araya gelmektedirler. Bu açıdan hiç de Anadolu şehirlerinden geri kalmayan bir noktadalar denilebilir. Yani, kendimize gaz vermeye, hava basmaya gerek olmadığı giibi, karamsar olmaya da gerek yok..

*

Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi’nin merkezi ve merkez üssü olmakla ve 2. Dünya Savaşı sonunda da Nazi liderlerinin ve ünlü alman kumandanlarının pek çoğunun kurşuna dizilmesiyle neticelenen ünlü Nürnberg Yargılamalarının yapıldığı şehir olmasıyla şöhret bulan bu şehirdeki dostlarla uzuun sohbetlerden ve bir gece geceledikten sonra Berlin’e geçildi, trenle..

Karla kaplı ve uçsuz-bucaksız ovalar ve çoğu çamla kaplı ormanlar..

Leipzig, Wittenberg üzerinden..

Berlin, Noel Tatili eşiğinde ve soğuk mu soğuktu.. Eksi 10-13 derecelerde..

Buna rağmen, tatilden istifadeyle, Berlin oldukça canlı, hareketliydi.. Çoğu, Uzak-Doğu’lu çekik gözlüler olmak üzere büyük turist kitleleri heryerde göze çarpıyordu. Hele de ünlü Brandenburg Kapısı civarı cıvıl cıvıldı.  

Bu arada, yahudilerin de bu tatil günlerini fırsat bilip bu özellikle o mekanı iyi değerlendirdikleri görülüyordu.

Her yerde İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında yahudilerin sürgünlerde, pogromlarda maruz kaldıkları sürgünler, işkenceler, katliâm ve diğer acı tabloları yansıtan fotoğraflar..

O yürek burkan tabloları her yerde tekrar tekrar çıkarıyorlar karşınıza..

Ve o sahneleri seyredenlere, siz o anda Gazze’de ve bütün Filistin’de savunmasız, ordusuz bir halkın üzerine en gelişmiş silahlarla bombalar yağdıran bir İsrail rejiminin zulmünü hatırlatamadığınız müddetçe.. İnsanlar hep İsrail’in mazlûmiyetine odaklanacaklardır.

*

Berlin’de Türk Eğitim Derneği’nde arkadaşlarla saatlerce süren sohbetler, çeşitli konular etrafında.. Daha sonra, Berlin’in -Anadolu’dan gelenlerce- kurtarılmış bölgesi dile latife konusu edilen Kreuzberg semtindeki bir restoranda daha dar çerçevedeki bir arkadaş grubuyla gecenin 12’sini deviren sohbetler..

*

Bu arada, eski Doğu Berlin’de (yani komünist Doğu Almanya bölgesinde) bulunan  Treptower Park’daki Rus mezarlığı ve Sovyet zafer âbidelerine de değinmek gerekiyor.

Kocaman  bir alan..

Alanın girişinde orak-çekiçli Sovyet Rusya âbideleri ve armaları..  

Bu bölgeyi ziyaret edenleri, ölen askerlerin hâtırâsı önünde saygıyla eğilmeyi telkın eden nöbetçi asker heykelleri karşılıyor.  Alana inildiğinde,  meydanın ilerisinde dev bir rus askerinin heykeli, gözalıcı.. Elinde silahı ve ateşin içinden kurtarılmış bir çocukla çok merhametli bir görüntü veriyor..

Bu rus askerinin ayakları altında Hitler’in Gamalı Haç işareti parça olmuş..

O heykele varıncaya kadar, yolun iki tarafında, aynı mermer röliyefler..

Bir taraftakilerin üzerinde rusça, diğer taraftakilerin üzerinde almanca olarak, Stalin’in sadece Hitler’i değil, alman halkını da aşağılayan, onlara hakaret teşkil eden sözleri..

Öylece duruyor. Yabancılara karşı düşmanlık bayrağını açan neo-nazilerin, dazlakların, kendilerini aşağılayan bu sözlere tepki göstermemesi ilginç..

O sözlerin herbirinin altında J. Stalin’in imzası bulunuyor.

Stalin cümlelerinde ise, rus tarihinin -başta Napolyon’u 200 yıl öncelerde Moskova önlerinde bozguna uğratan ünlü rus kumandanı Mareşal Kutuzov gibi- ünlü kumandanlarının isimlerini  saydıktan sonra, ‘Lenin’in gücü üzerinize olsun.. ‘ mânâsına gelen ibareler..

Burada daha da ilginç olan, enternasyonalist bir dünya öngören komünist sistemin lideri Stalin’in, -kendisi bir gürcü olduğu halde-, rus nasyonalizminin ünlü isimlerine sığınması, onları sahiblenmesi ilginç..

Aynı durum almanlar için de geçerli..

Almanlar eski bütün Doğu Almanya’da olduğu gibi Doğu Berlin’de de yarım asrı bulan komünist döneme aid bütün rusça isimleri kaldırmışlar, meydanlardan, caddelerden.. Ama, bir alman olan Karl Marx ve Friedrich Engels’in isimleri duruyor.

Ama, bu konuda bir ilginç ironi gözleniyor denilebilir..  Nitekim, bir yerde bir restoranın ismi dikkatimi çekti, kocaman kırmızı harflerle, Karl Marx Grill  yazıyordu.

Kapitalizm, komunizmin o ünlü ideologuna da yeni bir rol vermiş gibiydi.. Köşeyi dönmüş eski proleterler şimdi herhalde, bol bol Karl Marx grill /kebab yiyorlardır. Latin Amerika’nın 50 yıl öncelerdeki Fidel Kastro’varî devrimci isimlerinden Che Guevera’nın fotoğrafının Amerikan sigaralarında reklam malzemesi olarak kullanılmasındaki gibi bir ironik durum..  

*

Başka coğrafyalarda da olunsa, yine anayurtta olmak duygusuyla..

Berlin’deki arkadaşların kendi aralarında devamlı konuştukları konuların başında, son zamanlarda Türkiye içinde paralel yapı diye nitelenen durum etrafında..

Genelde suçlanan tarafa meyilli oldukları sanılanlar durumu sessizce geçiştirmeye çalışıyor.

Bu arada arkadaşlardan birisi, F.G.’nin son kez 26 Aralık günü girdiği bir beddua transından daha haber verdi. Adı geçen kişi, özür dilenmesi konusunun gündeme getirildiğini hatırlatarak, ‘Zâlimden özür şöyle dilenir: Deyip ettikleri yalanları, iftiraları, intikam duygularını, hırsızlıklarını, haramîliklerini itiraf ederek ‘Biz milletten özür diliyoruz!’ derlerse şayet, bu bir yönüyle günah işlemiş bir insanın tevbe etmesi gibidir, Allah onu kabul eder, biz de kabul ederiz..’ dediğini aktardı. Sanki, kendisi birilerinin hırsızlık veya haramîliğini hükme bağlamakta yetkili bir makam imiş gibi..

Şahsen bu söz dalaşından ve temelde müslüman olan tarafların birbiriyle böylesine mücadele etmesinden rahatsız olduğumu belirttim, bunu tekrar belirtmeliyim. Ayrıca, bir tarafın devlet mekanizmasıyla böylesine mücadeleye girmesi geçmişteki siyasetlerinde yokken, şimdi müslüman kimliği öne çıkan bir isim karşısında bu kadar hırçın olmasını anlamadığımı; bir laik güç ve iktidar odağı karşısında böylesine bir dikleşme içine girmesinin muhal olduğunu da belirttim /belirtmeliyim.

Ayrıca, kendi hareketlerine ‘tarikat’ demekten kaçınsalar bile, sosyolojik açıdan tarikat olan bütün hareketler gibi bu ‘tarikat’ın da uzun süre ayakta kalabileceğine ve kısa sürede tamamen bertaraf edilmesinin mümkün olmadığına dair kanaatlerimi de tekrarladım, /tekrarlıyayım.

Bir siyasetçi olan Erdoğan’ın sözlerinin, F.G.’in sözleriyle bir kıyaslaması yapılsa, daha mutedil, daha ölçülü olduğunu ve emsali nicelerine göre epeyce kültürlü de sayılan F.G. gibi, bir insanın ağzına ise, o dile getirdiği lafların yakışmadığını, ama, etrafındakilerin ona yanlışını hatırlatamayınca, onun da pupa-yelken gittiğini; bağlılarından kimsenin de, ‘kral çıplak’ diyemediğini belirttim.

Bütün tarikatlar ve dinî veya sosyal hareketler gibi, o da sınırlarını bilerek hareket etmiş olsaydı; Devlet’in içinde faaliyet gösteren bir tarikat yerine, devleti olan bir tarikat durumuna gelmeyi hedef almasaydı, onun cemaatinin de sosyal hayat içindeki faaliyetlerinin devam edebileceği açıktı.

Ama, onlar bu gün, sosyal ve resmî yönetim mekanizmasının içinde bir örümcek ağı gibi her yeri sarmışlar, her yere görünmez adamlarını koymuşlar, siyasî iradenin karşısına, hukukî kılıflar içinde kalmaya dikkat ederek çetin ve kurnazlığa dayalı bir mücadele metoduyla çıkmış bulunuyorlar. Kendilerine göre bir takım şer’î ruhsatlardan istifa ettikleri için, objektif olarak suçlanmaları da zor oluyor ve onlar da her yerde mâsum hukukî dayanaklar adına, kurnazlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Yine de, kalblerde olanı kimse okuyamıyacağına göre, şer’an delil olmayacak suçlamalarla hareket edilmemesi ölçümüz olmalıdır.

*

Öğle namazını Berlin Şehidlik Camii’nde kılıyoruz..

Camiin yarısı doluydu neredeyse..

Geride kalan boş kısımda ise, küçük çocuklar, rahatça oynayabilecekleri sıcak ve yumuşak bir mekan bulmanın de sevkıyle, alabildiğince koşuşuyorlar, eğleniyorlardı. Cemaaatten bazıları -özellikle bizim nesilden olanlardan bazıları ise-, çocukları azarlıyorlardı.. ‘Bırakınız, çocuklar camilerde diledikleri gibi koşsunlar, oynasınlar..’ denildiğinde, daha bir hışımlananlar vardı, burası oyun yeri değil diyerek..

Halbuki, Mehmed Âkif, hâtırâtında, babasıyla camie gittiklerinde, büyükler namaza durunca, halılar üzerinde ne âşıkâne şekilde koşuştuklarını anlatırdı, 130 sene öncelerde..

Çocuklar için camilerden kalan hâtırâ, çocukluk rüyalarını böylesine süsleyen tablolar olsa ne mahzuru var?

Câmi bilmeyen, Kur’an ve ezan işitmeyen, namaz kılındığını görmeyen, kandil ve bayram gecelerinin manevî havasını yaşayamayan çocuklar -Yahyâ Kemâl’in deyimiyle-, ‘müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görecekler’di.

Berlin Camii’nin avlusunda bir de mezarlık var..

Bu mekan hukuken de Türkiye toprağı sayılıyormuş.. Ama, burası bir ümmet mezarlığı mânâsını da yansıtıyor. Kimi taşlar 200 yıl öncelerden kaldığından iyice yıpranmış, yazıları tam olarak okunmuyor, ama, eski bir İran sefirinin / elçisinin mezarı.. 100 yıl öncelerdeki İran’da saltanat süren Qacar Hanedanı’nından bazı şehzadelerin mezarları, Afganlı bazı diplomatlar.. Keza, Balkan’lardan, Mısır’dan, Kırım’dan; Baku’dan, Hindistan’dan değişik müslüman isimlerin mezarları..

Osmanlı’nın son döneminin  İttihad-Terakki’sinin ünlü isimleri.. 1920’li yılların başında ermeni teröristlerce  öldürüldükleri mezar taşlarında yazılı bulunan Bahaeddin Şakir ve Osmanlı’nın Beyrut Emniyet Müdürü Azmi Bey, bu isimlerden bazıları..

*

Isınmak için, şöymlele bir kahve içilecek yer arıyoruz.. Ama, her taraf tıklım tıklım.. Hele de, Berlin’in Doğu ve Batı’sını 1961-89 arasında ikiye bölen ünlü duvarın civarı ve Amerikan ve Sovyet geçiş noktaları etrafında, kocaman bir rus askeri posterinin ve duvarda asılı tutulan orak-çekiçli Sovyet bayrağının altında fotoğraf çektiren binler..

*

Bir akşam üzere karanlık basarken Berlin’den ayrıldık.. 4 saatlik bir yolculuktan sonra

birkaç saatliğine de Bremen’deki dostları ziyaret edip oradan da Köln’e döndük..

Ve bu yansıtışlardan sonra, gelelim asıl konumuza.)

***

Kişi, böylesine hatasız kabul edilince, ‘kral çıplak kalır’ elbette..

Evet, biraz önce ‘kral çıplak’ deyimi geçti.

Dilerseniz, önce, bu ‘kral çıplak’ hikayesinin bir ilginç versiyonunu tekrar hatırlayalım..

Bir gün, bir adam gelir, bir krala, ‘Efendimiz haşmetmeab..’ der..

‘Size öyle bir elbise dikeyim ki, bu zamana kadar hiç bir kral tarafından giyilmiş olmaya.. Öyle bir fevkalade bir kumaş.. Yalnız tabiatiyle biraz servet akıtmak da ister..’

Kral vekilharcına emir verir ve gereken servet akıtılır, ve o kişi de terzibaşı olarak ilan edilir.

Terzibaşı uyanık adamdır..

Algı operasyonunun önemini, propagandanın gücünü, toplumun bazen nasıl bir sürü durumuna düşürülebildiğini iyi bilmektedir.

Her tarafta, krala emsali olmayan bir elbise dikildiği anlatılır fısıltı halinde..

Ama, bir tuzak daha vardır..

‘Amann haaa...

Bu elbiseyi câhiller göremiyecek, makamına lâyık olmayanlar ve de kralı için kötülük düşünenler de göremiyecek..’

Kimse de câhil olduğunu sergilemek istemez elbette..

Makamına lâyık olmadığını ise, kral bile göstermek istemez..

Kral konusunda kötülük düşünmek ise, zâten tehlikelidir.

Yani, herkes pur-dikkat..

Terzibaşı birgün kralın huzuruna çıkar.

Elinde çok nadide bir kumaşı gösterir.

‘Aman efendim şu letafete, şu zarafete, bu güzelliğe bakınız.. Şu kıvrımların güzelliğine..

Kral, bir şey göremez ama, o kumaşı göremeyenlerin makamına lâyık olamıyacağı şeklindeki propagandanın gücüyle, ‘terzibaşı’nın elinde tuttuğu kabul edilen o nadide kumaşı sıvazlar.. ‘Maşaallah terzibaşı, bravo..’  der.

*

Nihayet, günü gelir ve kralın yeni elbiselerini giyme töreni yapılacaktır, bir stadyumda..

Kralın halkı toplanır, herkes dikkatli, kral da dahil..

Kral ortaya çıkar, bir Prusya generali edâsıyla mağrur mağrur yürür, podyumda..

Herkes çığlıklar içinde alkışlar..

-Yaşşaaaa kralımız.. Tanrı sizi başımızden eksik etmesin..

Halk, yöneticiler sınıflar, askerler, sermayedârlar..  

Hiç kimse cahilliğini, makamına lâyık olmadığını sergileyecek veya kralı için kötülük düşündüğü mânâsına gelecek bir zanna yol açmak istemez..

Sadece dedesinin yayındaki bir çocuk,  ‘Dede yahu, bu adam deli mi ne, orta yerde çırılçıplak dolaşıyor..’ der..

Dede, ‘Susss!’  der ve ‘torun’unun ağzını kapatır, bir de tokat aşkeder.

‘Suss.. Her doğruyu her yerde söyleme.. Vardır bir hikmeti..

Dedenin adı, Tarih’tir..

Tarihte çıplak krallar da vardır hep, ona çıplaksın diyemeyip alkışlayanlar da, ‘Tarih Dede’ler de, ağzının kapatılacağını ve tokatı yiyeceğini bile bile, doğruyu söyleyenler de..

*

İmdiiii.

Şu Pennsylvania Şeyhi’nin durumu da böyle..

Kimse, ‘Muhteremin de muhteremi efendimiz, yanlış yapıyorsun, kimse gerçeği sana söyleyemiyor.’ diyemiyor..

O da, giderek daha bir frenlenemez halde.. Dahası, kendisinin çektiği inlemelerin bile bağlıları için bir rahmet olduğunu bile hatırlatarak, ‘Bazen mustarib bir ruhun inlemesi ile Allah topyekûn bir ümmeti bağışlar.’ diyerek, hepimizin bağışlanmasında rol oynayabileceğini de hissettiriyor.

Samimî ya da körü-körüne bağlıları ise, onun sözlerinin gerçekte Hz. Peygamber’in görüşleri olduğunu, Hz. Peygamber (S)’in sözlerinin onun ağzından dökülmekte olduğu gibi lafları ediyorlar.

Her ne söylerse söylesin, hikmet ve hattâ nebevî veya ilahî bir ikaz ve ihtar olarak algılanıyor, neredeyse..

Ki, giydiği kıyafetle anılan birisi de geçenlerde, hiç duyulmamış bir sözü  ‘hadis-i nebevî’ diye bir söz aktarıyor ve, ‘bu hadisi, hadis kitablarında bulamazsınız, haaa.. Bunu ehlullah ve evliyaullah mânâ âleminde almışlardır..’ diyebiliyordu. O dediklerinden birisinin de kendisinin ‘efendi hazretleri’ dediği kişi olduğu anlaşılıyordu.

İnancın insanı hamaqate sürükleyen bir şekilde kullanılmasının ilginç bir tezahürü..

‘Elbet put olur, öpülen eller ve etekler,

Elbet öpen oldukça, bulunur öptürecekler..’

diyen şair boşa söylememiş..

*

İnançların suistimali her yerde vardır ve her yerde tehlikelidir..

Bu durum yeni de değildir. Sadece başka dinlerin mensubları ve inanç bağlıları arasında değil, Müslümanlar arasında da böyle cereyanlar hep olagelmiş ve Peygamberler dışındaki birileri de kendilerinin Allah’la ve Peygamberle irtibat halinde olduğunu hissettirmiş, rüyalarında Peygamber’den emir aldıklarını söyleyip, bunu kendileri için şer’î delil gibi sayanlar asırlardır hep olmuş ve müridleri de onların propagandasını öyle yapmışlardır.

‘Bana itaat eden, Peygamber’e itaat etmiş olur.. Peygamber’e itaat edenin de bana itaat etmesi şarttır..’ şeklindeki  iddialar hep olagelmiştir.

‘Allah’ın ihsanlarından birisi de budur ki, uyku haricinde, derûnî bir sezgiyle Peygamber’i görmek ve onunla devamlı irtibat kurmak mümkündür.. Ve bu irtibat bir an bile kaybolmaz.. Hattâ, bizim Pîrimiz, Hz. Peygamber’e büyük-küçük her şey hakkında sualler bile sorar ve cevabını alır.. Bu, manevî ilim sahiblerine verilen en büyük ihsandır..’ denilen nice örnekler vardır ki, bugün o anlayışı yazık ki, müslüman coğrafyalarının hemen her köşesinde de görmek mümkündür; sadece F.G.’nin bağlıları yapıyor değil bunu..

Ve bu bağlılardan hemen hiç kimse de, ‘Kral çıplak yahu..’ diyemiyor. Diyenler de hemen susturuluyor, Tarih Dede geleneğince..

Bu güne kadar, ondan ayrılmaksızın, ‘Siz burada yanıldınız, yanılıyorsunuz..’ diyen bir tek örnek var mı? Yoksa, hatasız, ismet sıfatına sahib, mâsum bir yüce kişi mi icad edilmiştir?

*

F.G.’nin 22 Aralık günü yayınlanan bir konuşmasına da bu açıdan bakılabilir. Sözkonusu kişi, son bir yıl boyunca etmedik acaib bedduaları, çıldırmışcasına dillendirdikten sonra.. Kendisine veya başında bulunduğu hareketin devlete sızma çabalarına karşı hışımlı beyanlarda bulunan Tayyîb Erdoğan’ı kasdettiği anlaşılacak şekilde ve ‘paralel paranoyası’na kapılmış bir kişi olarak niteledikten sonra şöyle diyordu: '...Dün, arkadaşlar sadece en galizlerini seçmişlerdi, benim elime verdiler kocaman bir dosya, bir seneden beri tam 400 tane küfür lafı var. İnanın Lenin, Allah'ı inkâr ettiği halde, marksizm çizgisinde, o ezip öldürdüğü insanlara o kadar küfür lafı etmemiştir. …Hitler, her şeyi o Nazizm'e bağlamak isteyen ve ona muhalif gelen herkesi yok etmek suretiyle bir yönüyle dünyada farklı bir şey tesis etmeye çalışan o insan, o kadar merhametsiz, o kadar gaddar olmasına rağmen 400 tane küfür kullanmamıştır. Efendim, bunlara belki dense küfür müçtehidi denir. Oturup kalkıp sürekli kafalarını o istikamette kullanmak suretiyle kafalarında küfür üretiyorlar ve lisanları da ona tercüman oluyor.

(...) Bir insan onu söylerken ‘ne derece beni dinin dışına iter?' onu düşünmesi lazım. ‘Ne derece dalalete sürükler, dalaletin hangi vadilerinde gezdirir, mümin olarak?' bir ona bakmak lazım. (…)Enbiya-i izam (as) hazeratı, onca olumsuz şeye maruz kalmalarına rağmen, onun milyonda biri, onların lisan-ı nezihlerinden sadır olmamıştır.

Efendimiz (sas), onca kötülüklerine rağmen kime it demiştir, kime eşek demiştir? Kime haşhaşi, kime sülük demiştir. Ölçü O ise şayet, bence O'nun ortaya koyduğu ölçülere uymayan şeyler, ölçüsüzlüktür. Bu ölçüsüzlükleri irtikâp eden insanlar da ölçüsüz, muvazenesiz, dengesiz ve densiz bir kısım mahluklardır. (...)’ 

Bu sözleri söyleyen kişinin, son bir yıldır yaptığı beddualarda kullandığı en ağır ve yakışıksız söz, tavır ve nitelemeleri ortadayken; küfürbazlığı başkasına nisbet etmesi tuhaf değil mi? Bu sözlerin, kendisine de döndürülebileceğini nasıl olur da düşünemez? Hırsının bu kadar mı esiri olmuştur?

Bu boğuşmanın sonu nereye varacak?

F. G., Hükûmet ile bir kör mücadelenin içine girdiğinin işaretini veriyor.

Birkaç ay önce F.G.’nin sözcüsü durumundaki yayın organlarından Zaman’da, ‘Pakistan’da siyasî bir mücadeleye girmiş bulunan Tâhir-ul’Qadri liderliğindeki hareket’ ile F.G. ve hareketi arasındaki bir benzerliğe, üstelik de bir akademisyen tarafından bir reddiye yazılırken, temel farklılığın siyasetle ilgilenmemek olduğuna değiniliyordu. F.G. Hareketi, güya siyasetle ilgilenmiyordu.

Bilmiyorum, o yazıya, o gazetenin okuyucularından bir itiraz geldi mi, ‘Bizi kandırmaya kalkışmayın..’ tarzında..

Bugün, artık, Türkiye’deki en canlı ve en yıpratıcı muhalefeti, sadece F.G. Hareketi’nin yaptığını söylemek bir ölçüsüz beyan olmaz herhalde..

*

F.G. Hareketi’nin de siyasetin taa içinde olduğu öteden beri bilinmiyor değildi..

F.G.’nin 12 Eylûl 1980 Darbesi’ni yapanları nasıl alkışladığı, o zamanki yazılarıyla sâbit.. Hele de, 1989’lardan itibaren, ‘Başörtüsü yasaklamaları’ sırasında, ‘Örtü füruattandır..’ diyerek laik rejimin yanında yer aldığı da hakezâ..

Sonra, 28 Şubat 1997 Zorbalığı  günlerinde, ‘Bizim onunla içtiğimiz su bir yere gitmez..’ dediği Erbakan’a ‘Başaramıyorsun, çekil git!.’  gibi laflar etmesi de onun siyasetin içinde olduğuna delil sayılamaz, değil mi?!!

Ve de, ‘Cebrail gelip, parti kur dese yine de kurmam ve siyasetle meşgul olmam..’ diyen  bir kişinin, Nisan- 1999’da yapılan seçimlerde kazanıp Meclis’e başörtüsüyle giren Merve Kavakçı Hanım’a karşı, ‘Bu kadına haddini bildirin..Burası devlete meydan okuma yeri değildir..’ diye tepinen Ecevit’in o zorbalıklarını, faşistliklerini görmezlikten gelip, ‘türk siyasetçileri için fazilet timsali’ nitelemesi yapan da F.G. idi ve hiç siyasetle meşgul değildi!!!

Yıllarını İsrail zindanlarında geçiren ve hayatını tekerlekli sandalyede sürdüren Şeyh Ahmed Yâsin’in sionist İsrail rejimi güçlerince bir nokta vuruşuyla füzeyle öldürülmesi günlerinde ona ve mücadele arkadaşlarına sahib çıkan müslümanları yatıştırmak için, Amerikan ağzıyla terörist yakıştırması yapanın kim olduğu da unutulmamalıdır. Ona göre, ‘terörist müslüman olamaz, müslüman da terörist olamaz’  idi. Ama, kimin terörist, kimin de özgürlük savaşçısı sayılacağının kriteri Amerikan kriterlerinden farklı mıydı? Üstelik, ‘Filistinlilerin devlet olmadığını, devlet olmayanların özgürlük savaşı veremiyeceklerini’  söyleyen de başka bir mütefekkir miydi? Yani, İsrail rejimi ‘Bana karşı savaş verebilirsin..’ diye izin verdiğinde, caiz olan bir özgürlük savaşı anlayışı!!.

Daha sonra ‘Mavi Marmara eyleminin, otoriteden izin almadan gittiği için suçlayanın, yani İsrail rejiminden izin alınmasını isteyenin kim olduğu da hatırlanmalıdır. Ki, şimdilerde artık Kara Marmara nitelemesi yapıyor.

F.G.’nin bağlılarının devlet içindeki yapılanması ve örtülü örgütlenmesi sırasında kendilerinden olmayan namazında-niyazında insanları bile bulundukları kurumlardan  kaçırmaya çalışıp, bu yönde kemalistlerle, laiklerle işbirliği yaptıkları da biliniyordu..

Bütün bu hususlar Erdoğan’a yıllarca önce hatırlatılıyordu. Ama, o, 80-90 yıldır, devlet yönetiminin içine sistematik bir şekilde yerleşmiş bulunan masonik, laik odaklar dururken, bir asra yakın zamandır dışlanan alnı secdeye değen insanlarla uğraşmayın gibi bir yaklaşım sergiliyordu, haklı olarak.. Bir çok cemaatlerin, tarikatların farklılıklarını ve birbirleriyle gizli-açık mücadelelerini bilen Erdoğan’ın o yaklaşımı da mâkul sayılabilir.

Ama, o, fazla iyimser davranmasının bedelini ödemek durumunda kaldı. Aldatılmış olmanın inkisarını yaşadı.

Bir iyineyeti suistimal eden ve İktidarı zahmetsizce tadanlar ise, hattâ, Şubat- 2012 başında MİT Musteşarı’nı bile yargı kurumlarındaki gizli güçleriyle tutuklamaya kalkışan yönetim entrikalarına kalkışıp, Erdoğan gibi bir İslamî kimliği öne çıkan bir isme karşı çetin mücadelelere de girişebileceklerini de ortaya koyunca.. İpler koptu..

Evet, ‘28 Şubat 1997 Zorbalığı’ günlerinde üzerine biraz gelen askerî çevrelere selam çakan ve ‘bütün okullarımı devlete devretmeye hazırım..’ diyen F.G., şimdi Erdoğan’a karşı mücadele verebileceğinin hayaline kapılıyordu. F.G.’nin başka bir siyasetçiye karşı böyle bir mücadeleye giremiyeceği ise, geçmişteki örneklerinden anlaşılabilir.

Devletin en hassas organlarının, en üst yetkili isimlerinin, istihbarat ve güvenlik birimlerinin dinlenmesi ve bu dinlemelerin F.G. etrafındaki bir ekip tarafından değerlendirilip çeşitli mizansenlerde kullanılması ise, ortaya yeni yeni çıkmakta..

Bunlara herhalde kimse ihtimal veremiyordu. Öyle ki, Erdoğan’ın en yakınındaki, en güvendiği Koruma Müdürü olan kişinin bile, en hassas mekanlara ‘böcek’ denilen en gelişmiş teknolojik dinleme cihazlarını yerleştiren kişi olarak belirlenmesi entrikanın boyutlarını göstermektedir.

Şimdi, Erdoğan hem aldatılmış ve hem de kolayca hazmedilebilecek birisi gibi görülmenin hıncıyla hareket etmekle de suçlanıyor, ama, bu mücadeleyi sadece bu gerekçelerle izah etmek zor.. Henüz açıklanmayan daha başka konular da devrede olabilir.. Nitekim, Erdoğan son zamanlarda sık sık bir ‘üst-akıl’dan  ve karanlık odaklardan bahsetmekte..

Böylece, birilerini yönlendiren uluslararası güç odaklarının varlığından haber verilmekte, adı verilmese de.. Burada, bu üst-akıl nitelemesine en yakın güç odağının yapışık kardeşler konumunda bulunan Amerika- İsrail olduğu ve F.G. Hareketi’nin, bu güç odaklarının hoşnudluğunu kazanmaya yıllardır özen göstermesiyle birlikte düşünülebilir.

Açık olan şu ki, eğer Erdoğan biraz gevşek davranırsa, yönetim mekanizmasının daha alt birimlerinde daha da yumuşak davranılacaktır. Üstelik bu satırların sahibi bile onların üzerine bu kadar sert gidilmesinin geri tepebileceğinin gözönüne alınmasını düşünmektedir; ‘tazyik olunan şey genişler’ şeklindeki fizik kanununun sosyal hadiselerde geçerli olabileceği ihtimaliyle.. Ama, devlet yönetimini belirsiz ve gizli bir gücün etkilemesi de kabul edilemez.  

Öte yandan, FG. Hareketinin üst birimlerine bağlı oldukları düşünülen veya bu hususta ipucu elde edilen kimselerin belirlenmesi, son derece zor..

Ayrıca, niceleri,  kendilerine ileride muhalif veya rakib olması muhtemel kimseleri bertaraf etmek için kolayca ve sorumsuzca ‘paralelci’ suçlaması yapabilmekte, listeler hazırlamakta..

Ki, bu noktada F.G. de aylarca önce, ‘Konumunuzu korumak için, beni eleştirebilir, bizi aldattı, yanıltıldık diyebilirsiniz..’ diye gerekli ruhsatı vermişti, bağlılarına..

Bu durumda, gerçekten yanıldığını söyleyenle, konumunu korumak için öyle konuşan arasındaki farkın nasıl anlaşılacağını kim kestirebilir?

Çünkü, kimse kalblerde olanı okumak durumunda olamaz. Kimse şer’an ve hukuken geçerli bir delil olmadıkça, diğerini suçlayamaz.

Ama, yönetim mekanizması içinde hele de yargıda  ve Emniyet’te, bu yapıya bağlı olanların nasıl bir gizli direnme içine girdiklerinin o kadar çarpıcı örnekleri var ki, bunlar karşısında yönetim sorumluluğu taşıdıkları halde başını kuma gömenler olursa ortada kalıverirler.

Bu açıdan, zor bir konu..

Ve hangi açıdan bakılsa, sadece müslümanlarası değil, her türlü insanî ilişkileri de gizli niyetlerle sarmalayıp zehirleyen ve kimsenin kimseye güvenmediği; herkesin diğerini ispiyoncu, zannedebileceği bir noktaya doğru sürüklenilmektedir.

Bu çıkmaz yolun çıkarı, F.G.’nin ya, kanunî çerçeve içinde açık siyasî mücadeleye girmesidir. Ama, muazzam malî imkanların üzerinde oturan F.G. bugün, sözleriyle, sanki ülkede hırsızlık ve haramîliklere karşı savaş veren bir politik figür halinde sahnededir, ama, bunu siyasî yapının gereği olan şekillere riayet ederek yapmamakta; ınkılabçı / devrimci denilebilecek bir yolu tercih ettiğine dair bir işaret de vermemektedir. Bu durumda ya açıkça siyaset yapması, ya da, siyasî mücadeleden gerçekten elçekmesi gerekmektedir. Hükûmet’in de devlet mekanizması içine sızmaya çalışan her türlü hukuk dışı teşebbüsleri, sadece Erdoğan’ın uhde ve omzunda bırakmayıp, tarafsız ve ciddî şekilde sürdürmesidir.

Unutulmamalıdır ki, şu anda, daha başka tarikat veya cereyanlar da meydana gelen boşluktan istifadeyle, devlet mekanizması içine kanunî çerçeveler dışında sızmaya çalışıyor olabilir.

Bu da unutulmamalıdır. Aksi halde, yarınlarda daha başka hayıflanmalara da düşülebilir ve müslümanların birbirleriyle olan irtibatlarındaki güvensizlik ve kuşkuculuk daha bir derinleşebilir. Bunun vebali de bu tabloyu oluşturanların, en başta da F.G.’nin omzunda olur.