Hem gazeteci hem de kumpasçı olunamaz mı?

Gülay Göktürk

Uzun bir beklemenin ardından nihayet,  güçlü delilleriyle sağlam bir iddianameye dönüşebilecek gibi görünen somut bir suç iddiasıyla karşı karşıyayız. Konuyu yakından inceleyen Yıldıray Oğur “Görmek isteyenler için paralel devletin şu ana kadar çekilmiş en net fotoğrafı bu.” diyor dünkü yazısında. 
Soruşturulan konu Tahşiyeciler Davası... 
1993’te Yeni Asya çevresinden kopan ve Risale-i Nur çalışmaları yapan Nurcu bir grup (ki, Fetullah Gülen bunlara Tahşiyeciler adını takıyor) Gülen Cemaati’ne karşı ciddi eleştiriler yapmaya başlayınca, Cemaat’in hedefine giriyor. 
2009 yılında bizzat Gülen’in düğmeye basmasıyla birlikte örgüte bağlı polisler, savcılar ve Cemaat’in yayın organları el ele verip inanılmaz bir yok etme operasyonuna girişiyorlar. ( Bu yok etme mekanizmasının nasıl işlediğini ayrıntılı olarak öğrenmek isteyenler Yıldıray’ın yazısına bakabilirler) 120 kişi tutuklanıyor, aylarca tutuklu yargılandıktan sonra beraat ediyor ve mağduriyetleri nedeniyle şikâyetçi oluyor. 
İşte “Demokrasiye ve medyaya karşı operasyon” denilen operasyon, bu şikâyet ve hukuki başvuruların sonucu... Yani, 14 Aralık gözaltıları, örgütlü kumpas iddiası hakkında yürütülen bir soruşturmaya dayanıyor. 
Gelin görün ki, gürültücü bir kalabalık, tıpkı Ergenekon gözaltıları zamanında ya da Paralelci polislere karşı başlatılan soruşturmada yapıldığı gibi yeri göğü birbirine katıyor. 
Anlamıyorum, ne olacaktı yani? 
“Gülen Cemaati bize tuzak kurdu, evlerimize sahte belge, bomba bıraktı” diye şikâyetçi olan insanların şikâyetleri sümen altı mı edilecekti? 
               *** 
Türkiye’de 7 Şubat’tan bu yana devlet içinde bir yapıdan söz ediyoruz. Artık küçük bir azınlık dışında toplumun büyük çoğunluğunun varlığından hiçbir kuşku duymadığı bir yapı bu... İktidar topluma devlet içindeki bu yapıyı temizleme sözü veriyor. Biz de ısrarla bu temizliğin hukuk içinde kalarak yürütülmesini talep ediyoruz. Soyut suçlamaların artık somut adli soruşturmalara ve iddianamelere dönüşmesi gerektiğini söylüyoruz. 
Üstelik bunu sadece paralel yapının varlığına kani olan insanlar söylemiyor; Cemaat’e yakın kalemler de her fırsatta aynı lafı tekrarlıyor. “Bütün bir cemaati hedef tahtasına koyacağınıza, somut olarak suç iddialarınızı koyun ortaya. Tek tek şüpheliler hakkında adli süreçleri başlatın, kim ne suç işlediyse çıksın ortaya” diyorlar. 
Peki o zaman, 14 Aralık’ta başlatılan soruşturmaya itirazın mantığı ne? 
Tam da talep ettiğimiz gibi, suçun şahsiliği ilkesine uygun davranılıyor. Bir kimlik üzerinden suçlamalar yöneltmek yerine, belirlenen şüpheliler soruşturuluyor. 
Sonuçta, bu soruşturma bitince bir iddianame çıkacak ortaya ya da çıkmayacak. Çıkarsa yargılama başlayacak ve hepimiz iddiayı da savunmayı da dinleyecek, operasyonun dayanaklarının zayıf mı, sağlam mı olduğunu hep birlikte göreceğiz. Dava fos çıkarsa da, bu olayın siyasetin Cemaat’le girdiği kavgada yargıyı araçsallaştırma denemesi olduğuna hükmedecek ve eleştireceğiz. 
Ama tabii Cemaat meseleye böyle bakamaz. O ne yapıp edip  konuyu “özgür basına baskı” kampanyasına çevirmek zorunda... Sanki bir gazeteci aynı zamanda gizli bir örgütlenmenin parçası olamazmış ve böyle bir ilişki tespit edilip soruşturulduğunda bu, basına baskı sayılırmış gibi garip bir mantığı devreye sokup ittifaklar arıyor; özellikle de uluslararası planda bir algı operasyonu yürütüyor. 
Onun açısından anlaşılır bir manipülasyon çabası bu... 
Peki ama bir yıldır “Biz de paralel bir yapının devleti ele geçirmesine karşıyız elbette ama...” diye söze başlayan muhalefete ne demeli? 
Son bir yılda Cemaat’le aralarında gelişen “seviyeli işbirliğinin” bir sonucu mu bu manipülasyonun gönüllü destekçisi olmaları? 
Cemaatin Ergenekon sanıklarına kurduğu kumpaslara hayır, Nurculara kurduğu kumpaslara evet mi diyorlar? 
Yoksa mesele sadece “Konu AK Parti’nin yıpratılması ise gerisi teferruattır” mantığının bir kere daha devreye girmesi mi?

AKŞAM