Gündelik yaşamı yeniden inşa etme zorunluluğu

MÜCAHİT GÖKDUMAN

söyleyin aynada iskeletini

görmeye kadar varan

kaç kaç kişi var şunun şurasında?

İsmet Özel

Tarihte büyük hatalardan bahsedilir. Bunlar, öyle ansızın ve pervasızca yapılmışlardır ki eylemin muhatapları başta olmak üzere herkesin hayretini celp eder. Bu hataların beklenmedik oluşu üzerinde kuşkuya yer bırakılmaz. Söz konusu eylemlerin kişinin biyografisinde talihsiz bir kırılma olduğu düşüncesi üzerinde durulur. Bu hataların kişinin hayatında belirleyici bir rol üstlendiği söylenir. Bu fiiller vuku bulmamış olsaydı kişinin serencamının son derece farklı olabileceği ifade edilir. İşi ileriye götürenler, şahsın iradesini de denklem dışı bırakarak “kader kurbanı” retoriğine sarılırlar. Böylece kişinin, hatası üzerinde tecelli edebilecek bir kudretten yoksun olduğu vurgusu yapılır. Şahsın taraftarlarının gündeme getirdiği bu söylem, muarızlarının cephesinde tersinden inşa edilir. Bir yanlışın bütün doğruları götürebildiği söylemi burada devreye sokulur. Aslında yapılmak istenen bir illüzyon gösterisidir. Tarihin ideolojik inşasında bu iki tavır kendini çokça göstermiştir. Belki de bu durum, hataların görülür ve konuşulur doğasından kaynaklanır. Hatayı/açığı araştırmak, tespit etmek  ve propaganda mücadelesinin bir unsuru kılmak; düşmanlık ve rekabet psikolojisinin doğal kabul edilen bir gereğidir.

Bir güneş tutulmasını andıran büyük hatalar, arkasında/öncesinde ne gibi bilinmeyenleri gizlemektedir? Her şey yolunda giderken kişi bir kalp enfarktüsü geçirir tarzda bir basiret tutulmasına uğramış olabilir. Hiç yapmayacağı/yapmadığı bir eylemin kucağında buluverir kendini. İradesini felç eden bir musibet onu birden çaresiz bırakır. İhtimal dahilindedir. Ancak bu sadece olayın/olgunun görünen kısmını temsil eder. Mezkur hata, psikososyal açıdan analiz edilip tıpkı arkeolojik bir kazı mantığında incelendiğinde kuşkusuz kişiye ve muhataplarına farklı pencereler açar. Kişi belli bir düşünce örüntüsünü işler ve tekrar ederken sürekli olarak “başarı” kazanmış olabilir. Yani bir düzenin parçası olmak ya da bir çarkı döndürmekle kaim bir hayat akışı sürüp gidebilir. Bu durum, o düşünce sistematiğinin doğru olduğu için başarı kazandığı anlamına gelmez. Ciddi sınamalarla ve karşılaşmalarla test edilmemiş her düşünce biçimi/sahibi, “başarılı ve geçerli” payesini edinme konusunda şüpheci ve dikkatli davranmalıdır. Sezonun başında çok iyi bir kadroya sahip olduğunu ve teorik olarak çok iyi hazırlandığını iddia eden bir futbol takımının başarılı olarak değerlendirilmesi için lig maçlarında rüşdünü ispatlaması şarttır. Bu sebepten her şeyin yolunda olduğu izlenimini veren bir gidişat, bir yanılsamadan ibaret olabilir. Meşhur Titanik faciasında gemi rotasında normal bir şekilde ilerlerken aniden bir buz dağına çarpmış ve batma sonucu yüzlerce kişi hayatını kaybetmiştir. Bu hatanın/olayın beklenmedik ve kaçınılmaz doğasının üzerinde durulabilir. Kötü kader edebiyatı tedavüle sokulabilir. Ancak rasyonel biçimde ele alındığında Titanik olayında insan eliyle yapılmış “küçük” hatalar apaçık ortaya çıkar. Geminin tasarımındaki sorunlar, gözetleme kulesinde dürbün olmayışı, yer kaplaması endişesiyle gemiye yeterli filika alınmaması, buz dağları ile dolu bir bölgeden geçerken hız arttırılması gibi hatalar; insanları büyük hata/olay gerçeğine sürükler. Gemi bu haliyle hiçbir engelle karşılaşmadan hedefine varmış olsaydı onun başarılı bir yolculuk yaptığı şüpheli olacaktı ancak muhtemelen kimse buna dikkat çekmeyecekti.  

Bir düşünce sisteminin/yapısının ölçülmesinde ve değerlendirilmesinde elde ettiği “başarılı” sonuçlara bakmak yanıltıcı olabilmektedir. Teorik geçerliliği, pratik sonuçları üzerinden anlamak başvurulan ve sahih sayılan bir yöntemdir. Bu yaklaşımın değerli kazanımları ve insanlığı birçok disiplinde ilerleten bir yönü olduğu açıktır. Ancak evrimsel bakışın geçerli sayıldığı doktrinlerde güçlü olanın hayatta kaldığı felsefesi, bazen güçlü olanın haklı olduğu teziyle değiştirilir. Çünkü güçlü olan hayatta kalmaya hak kazanmıştır. Var olmak, diğerini ekarte etmek; zaten haklı-haksız ayrımına taraf olacak öbürünü devreden çıkarmaktır. Hayatta kalan, doğal olarak “olması gereken” ve “haklı” bir formda yaşamaya devam eder. Bu anlayışın tarih yazımındaki tarafgirliğin temelini oluşturduğu su götürmez bir gerçektir. Tarihin mimarı; savaş ve siyaset sahnesini kazananlardır. Çünkü tarihin bir tarafı ve savunucusu olacak başka bir odak kalmamıştır. Var olmayanın tarihi de yoktur ya da tarihi olmayan var olmamıştır. Kriminal deyişle “ceset yoksa cinayet de yoktur."

II

Rutininde ilerleyen bir gidişi başarılı sayıp bunu yapılan büyük hatalarla keskin sınırlarla ayırmak, hayatın olağan akışı ile çatışmaktadır. Yaşamın bütüncül tabiatı göz önüne alındığında başarılar, hatalar ve sıradan işleyiş arasında kesintisiz bir örüntü tespit etmek zor olmakla beraber imkansız değildir. Aslında mesele bunun zorluğundan ziyade zaruretiyle alakalıdır. Tutarlı ve sürekli bir hareket ve biyografi oluşturabilmek, kişiyi/hareketi özgün kimliğiyle buluşturması açısından oldukça önem arz eder. Savrulmaların, dengesizliklerin ve adaletsizliklerin bertaraf edilmesinden bahsedilecekse kişinin/hareketin içsel tutarlılığı ve farkındalığını formüle edecek bir yapı oluşturmak hayatidir.

Hayat akışında tutarlı bir hat oluşturabilmenin yolu, gündelik hayatın analizinden geçmektedir. Kişi gün içinde sayısız mikro olayla karşılaşır ve çeşitli tutumlar alır. Bunlarla ilgili duygusal ve zihinsel tasarımlar oluşturur. Bir sürü insana birçok kelimeyle derdini anlatır. Kullanmayı tercih ettiği ifadeler, güldüğü veya kızdığı olaylar, attığı bakışlar zihinsel dünyasıyla ilgili ipuçları verir. Aynı zamanda bu küçük eylemler, büyük hareketlerin ve sözlerin girizgahını oluşturur. Popüler kültürde aşk’ın insanların hayatına yıldırım gibi düştüğünden bahsedilir. Bu öyle bir fenomendir ki zuhur ettiği andan itibaren kişilerin iradelerini felç eder, onları çaresiz ve savunmasız bırakır. Aşk’a karşı koymak ve direnmek, beyhude bir çabadır. Bütün bir bünye, kalp ve zihin bu “hastalık” karşısında teslim bayrağını çekmiştir. Bu sebepten meşru bir konumda olsun ya da yasak bir yürüyüşü perçinlesin bütün aşklar masumdur. Peki aşk’ın irade dışı meydana geldiği iddiası ne kadar doğrudur? Bu duygu, insan melekelerini bu derece etkilemeye mahir midir? Aşk kuşkusuz güzel tarafları olan bir duygudur. Birçok insanın yaşamak için yanıp tutuştuğu bir ruh halidir. Bu sebepten ona ulaşan yolları meşru görmek ve hem o yolları hem de aşk’ın kendisini karşı konulamaz olarak betimlemek insan temayüllerine uygundur. Zaten ifade edildiği üzere aşk’a ulaşan yolları meşru görmek yerine hiç görmemek teamül haline gelmiştir. Bu olan bitende “görmedim, duymadım, bilmiyorum” tavrını oynamak, aşk’ın masumiyetine gölge düşüren her bakış açısını bertaraf edecektir. Halbuki bu hileli oyun “bile bile lades” tabirinden can suyu alır. Kişiyi aşık olmaya götüren her adım bizzat kendisi tarafından bilerek isteyerek atılır. Uzun bakışmalarla başlayan süreç; birlikte fazla zaman geçirmeler, baş başa kalmak için fırsat kollamalar, özel anlamlara gelebilecek hediyeler ve sözler derken duygusal bağlanma başlamış olur. Aşk’ın insan psikolojisine/benliğine yaptığı etkiler burada tartışma dışıdır. Tarafımızca önemli olan aşktaki bu irade fedasının kişi tarafından isteyerek yapılmasıdır. Böylece büyük bir olay olan aşka giden yolda “küçük” tutumların ve hareketlerin üstlendikleri rolün mahiyeti aydınlanmış olur.

Gündelik hayatı analiz ederken tartışılması gereken bir fenomen ise “maruz kalma”dır. Bu fiil tabiatı gereği edilgen bir konumda kalmayı gerektirir. Bu; kişinin aktif bir biçimde, iradesini kullanarak çevresini değiştirdiği ya da ondan bilgilendiği biçimin aksine pasif konumda kalarak bazı şeyleri duymak, görmek, yaşamak şeklinde etkilendiği formu ifade eder. İlginç olan şudur ki kişide farkında olmadan gerçekleşen bu maruz kalma süreci, onun iradeli ve bilinçli sözlerine, eylemlerine yansıyacaktır. İnsan; çevresinin/toplumun oluşturduğu hakim kültüre ve alışkanlık biçimlerine kolaylıkla direnecek, ondan soyutlanacak bir güçte ve doğada değildir. Dolayısıyla kişinin inanç ve değerler dizgesinin hayatın içinde kolaylıkla teorik düzleme hapsolması gayet mümkündür. Maruz kalmanın insan psikolojisinde dikkate değer bir etkisi “normalleşme”dir. Yanlış olduğu bilinen, kabul edilen bir davranış biçiminin kişinin etrafına sistematik olarak örülmesi; o davranışın yanlış olduğu inancına bir gölge düşürür. İnsanlar arasında laf taşıma, dedikodu yapma, yalanlar söyleme gibi bir kültürün yabancısı hatta muhalifi olan bir kişi; sayılan davranışların baskın olduğu bir ortamda bulunmaya başlarsa söz konusu maruz kalma süreci başlamış olur. Bu tip sözleri ve eylemleri sürekli duymak ve bilmek, kişinin merkezinde olduğu çemberin devamlı daralmasını beraberinde getirir. Ayrıca kişi, önceden zararlı sonuçları olduğunu bildiği eylemlerin sevdiği insanlar tarafından yapılıp “kötü” bir neticeye varmadığını müşahede eder. Böylece bireysel davranışın değişimi başlamış olur. Günün birinde kişinin başına gelen büyük bir olay, talihsizlik veya münferit bir hadise olarak değerlendirilir. Ancak kişinin içine girdiği kültür, sessizce onayladığı sözler ve davranış biçimleri olayın senaryosu niteliğinde önem kazanır.

“Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek deliliktir.” der Einstein. Gündelik hayat kuşkusuz tekrarlarla doludur. İnsanın doğruluğundan emin olduğu için pekiştirdiği davranış şekilleri olmakla beraber bazen de kişi, yanlış ve zararlı sonuçları ortada olmasına rağmen birtakım eylem kalıplarından kurtulamaz. Yapılacak bir davranışın normal koşullar altında ne sonuçlar vereceği yeterince deneyimlenmiş olduğu halde bir şekilde bu davranış girdabına sürüklenmeye mani olunamaz. Aynı sonuçlar farklı zamanlarda birer fabrikasyon ürünü gibi ortaya çıkmaya devam eder. Aslında bu fenomenin psikiyatri kliniğinde/literatüründe bir karşılığı vardır: Bağımlılık.

Hangi tip bağımlılık olursa olsun kişi, zararlı sonuçlarını ve kayıplarını bilmesine/görmesine rağmen aynı davranış kalıplarını tekrarlamaktan kendini alıkoyamaz. Bu durum irade dışı gerçekleşmeye başlar ki tıbbın/kliniğin bir konusu haline gelir. Ancak bu durum, tekrarların bilinçdışı ve psikolojik anlamları/sebepleri üzerinde durulmasına engel değildir. İnsanın aynı davranış kalıplarını, zararlı olduğunu bilmesine rağmen sürekli olarak üretmesinin altında birden çok sebep yatar. Bunların ilki kişinin düşünce sistemine olan sarsılmaz sadakatidir. Yenilginin kaynaklarını dış etkenlerde aramak, faturayı çevresel koşullara kesmek bazı davranış sahipleri açısından teamül halini almıştır. Onların düşünceleri ve düşünme biçimleri öyle keskin ve tartışmaya kapalıdır ki şartlar olgunlaştığı zaman kişi mutlaka zafer elde edecektir. Zaman geçtikçe bu düşünceler kalıplaşır ve kemikleşir. Böyle olduktan sonra da kişi yıllar boyu yatırım yaptığı zihinsel dünyasına yeni pencereler açmaya güç bulamaz. Modern dünyada ilişki biçimleri rekabet, kavga ve ötekini alt etme üzerine kurulmuştur. Kişinin kendi düşüncesinden vazgeçmesi veya şüphe etmesi doğrudan doğruya kendi var oluşunu sıkıntıya sokar. Modern insan eşyanın ve doğanın olduğu kadar düşüncelerinin de sahibidir. Bu sebepten o, düşünceye hükmedilmesi gereken bir nesne muamelesi yapar. Kendi düşüncesinden vereceği her taviz, diğer düşünceler karşısındaki yenilgiyi hazırlayacaktır. Düşüncesi yenilmekle kişinin kendisi de yenilmiş olur. Bu mağlubiyet psikozu kişiye korku saldığından sağlıklı düşünmek ve hakikate sadakat göstermek mümkün olmaktan çıkar. Dolayısıyla yanlış/zararlı sonuçlara rağmen aynı düşünme mantığında diretmek, bir hayatta kalma biçimi olarak ortaya çıkar. Bu direncin kişiye sağladığı başka yararlar da vardır ki bunlar aynı zamanda bu davranışsal tekrarın gerekçelerini oluşturur. Kişi yenilgiler ve çöküntülerle sonuçlanan davranışlar silsilesinin ardından “öğrenilmiş çaresizlik” denilen bir psikolojik düşünüşün yanına uğrar. Bu; kişinin “yapmaya çalıştım, yapamadım, yapamıyorum ve hiçbir zaman yapamayacağım” şeklindeki bilişini oluşturur. Ancak düşüncenin savrulduğu yer, burası ile sınırlı kalmaz. Öğrenilmiş çaresizlik bir konfor alanına evrilebilir ki kişi artık “yapamıyorum” değil “ yapmak istemiyorum, gerek yok” demeye başlar. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”da “aşağılanmanın zevklerinden” bahseder. Mazlum, kader kurbanı, düşmüş, hayatın sillesini yemiş, ömrü zulüm görmekle geçmiş gibi söylemler nedense gizli bir zevki bünyesinde barındırır. Bu pozisyonda olduğunu ifade eden kişi verici rollerinden arınarak karşısındaki kişiyi birden borçlu konumda bırakabilir. Bu ilginç psikolojinin bir ayağını da utanç duygusu oluşturur. Utanca karşı koyabilmek, aynada yüzüne gülümseyebilmek bazen harplerin en çetinidir. “Küçük Prens”te geçen bir hikaye bu gerçeği yalın bir şekilde anlatır. Kendini kapatmış bir alkol düşkünü insana neden içtiği sorulduğunda “unutmak için” der. Neyi unutmak istediği sorulduğunda “utancımı” şeklinde cevap verir. Son bir ümitle “neden utandığı” sorulduğunda “içmekten” cevabını verir ve konuyu kapatır. Utanç, sosyal anlamda insani değerleri besleyen yüksek bir değer olsa da bazen kişinin zindanı oluverir. Böyle olunca da kişinin düşüncesini dolayısıyla davranışını değiştirmesi oldukça zorlaşır.

Gündelik hayatta alışkanlık halini alması muhtemel eylemlerden biri “sessiz kalmak”tır. Bazen bir fikri olmadığı, bilmediği konularda kişinin başvurduğu bu tutum, bunu aşarak genel bir tavır halini alabilir. Çoğunlukla kişinin kendisine yapılan haksızlıklarda sesini yükselttiği görülür. Ancak mesele başkalarına yapılan haksızlıklar olduğunda sessiz kalmak ve izlemek şahit olunan bir tutumdur. Kişinin başkasını savunması, kendisini savunmasından daha zordur. Ayrı bir cesaret ve toplumsal bilinç ister. Yine duygularını ifade etmekten güçsüz görünme kaygısıyla kaçınmak; dostunu kırmamak için eleştiri yapmadan susmak, karşısındakine bir faydası dokunmayacağını düşündüğü için izah etmekten, tartışmaktan imtina etmek, düzenin ve işleyişin bozulmasından endişe ettiği için gördüğü sorunlardan başını çevirmek gibi durumlar; gündelik hayatın susma şekillerini oluşturur. Ancak öyle ki bazen anlaşılabilir gibi görünen susmalar, gün olur kişiyi zehirlemeye başlar. Her söz/tepki/çığlık ağzından çıktığı kişiyi dönüştürüyorsa susmalar da aynı hizmeti görür. Sessiz kalındığında her şeyin aynı kalacağı, hiçbir şeyin değişmeyeceği, böylece zarar ve tehlikeden korunmuş olunacağı algısı statükocu hayat algısının insana telkin ettiği bir aldatmacadan ibarettir. İnsan konuşmayı tercih ettiği kadar susmayı da tercih eder. Bu da bilinçli ve aktif bir eylem olduğundan organik sonuçlar doğurur. Hülasa insan konuştuğu kelimeler kadar sustuğu dakikalardan da sorumludur. Çünkü susmak, sessizlik olarak kalmayacak; kişinin aktif eylemlerinin ve hayat perspektifinin inşasında rol alacaktır. Doğru yerde doğru konuşmak bir maharetse ne zaman sessiz kalınıp ne zaman ortamın rengini kelimelerle belirlemek gerektiğini bilmek ayrı ve mühim bir meseledir.

Görmezden gelmek, sık başvurulan bir eylem biçimidir. Gündelik hayatın “normal” seyrinde yaşanması için bu tutum zorunluluk arz eder. Kişi bir şeyleri ihmal edip arkada bırakabilmelidir ki asıl hedefine odaklanacak müsaitliğe ulaşabilsin. Dikkat etmek bir şeyleri ihmal etmektir aslında. Bir zaruret olduğu su götürmez olan “görmezden gelmek” bazı durumlarda bir tercih bazen de yüzleşmekten kaçınılan bir gerçek olarak ortaya çıkar. Hayatın olağan akışı içinde tekrarlanan bazı davranış biçimlerine şahitlik eden kişi bunlardan rahatsızlık duysa da bir tepki vermeyebilir. Onu; etkilerinin ve “çapının” küçük olması, “büyük” bir tehlike arz etmeyişi, zamanla sona ereceği zannının oluşması gibi sebeplerle görmezden gelir. Bu sebepler eyleme aktif bir şekilde geçmemenin meşruiyetini oluşturur. Ancak görmezden gelmek, hiç görmemenin bir diğer şeklidir. Görmemek ise fark etmemek, meselenin iç yüzüne vakıf olmamak, onu oluşturan dinamikleri ve sebepleri bilmemek demektir. Görmezden gelmek aslında kişinin şahit olduğu gerçeklikle ilgili senaryo yazmasıdır. Bu, bazen iyi niyet ve temennilerle büyütüldüğü gibi bazen de bir kaçışın gerekçelerini temsil eder. Her ne olursa olsun hakikat/vaka ile temastan uzaklaşmalar onu ortadan kaldırmaz ve bir gün ortaya çıkışını engellemez. İşte bazı büyük olayların/durumların yollarını inşa eden basamaklarda gözden kaçmış/kaçırılmış ayrıntıların katkısı vardır.

III

Denebilir ki yirmi dört saat, sıradan ve önemsiz bir zaman diliminden ibaret değildir. Ya da diğer ifadeyle bir gün, geleceğe olan etkileri bakımından ele alındığında bir günden daha fazlasıdır. İnsanın her şeyi kontrol altına alarak kazaları/felaketleri/hataları önlemesi; her şeyi öngörmesi ve tedbirini alması mümkün değildir. Yanlış yapmak insan tabiatının temel bir özelliğidir. Bu noktada hatanın ürettiği avantaj üzerinde durmak gerekir. “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” dizesinin romantik anlamlarının ötesinde rasyonel bir yüzü olduğunu fark etmekle beraber hatanın/yanlışın bir “öğretmen” olarak konumlandırılması abartılı bir yaklaşım sayılmaz. Hataları doğrulara tebdil etmenin şartları o kadar hafif olmasa gerek, insan bunu kolayca başaramaz. Ancak bunun işaretlerini ve ipuçlarını yakalamak için fırsat ve imkanlar kişinin her gün karşısına çıkar. Yazıda ekseriyetle tartışıldığı üzere; yaklaşma/yakınlaşma, maruz kalma, tekrar etme, sessiz kalma, görmezden gelme gibi eylem biçimleri hayatın kılcallarına nüfuz eder ve bünyeyi etkileme potansiyeli taşır. Bu eylemleri fark etmek ve yakalamak, hayatı doğru şekilde inşa etmenin ön koşuludur. Bu çabalar, kişinin özgün/özgür kimliğini oluşturmasına katkı sağlayarak bu doğrultuda üretken ve verimli bir hayata kapı aralamasında belirleyici olacaktır. Mahiyeti ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber mesele, kendisiyle yüzleşmek ve yaşamının sorumluluğunu ele almak isteyenlerin aktif bir özne olarak benliklerini ve dünyayı inşa etmelerinde yol haritasının aydınlatılmasıdır.

Umran Dergisi