Gruplaşma sosyolojisi: Bourdieu, kültürel sermaye ve istişare

ENVER CAN

İnsanın kimlik inşası; doğduğu, büyüdüğü ve yetiştiği toplumda maddi-manevi koşulları ve kültürel mirasının ürünü olduğu bir süreçte biçimlenmektedir. Bu inşa süreci, insan ömrünün son anına kadar devam ederek hayatı okuma ve anlamlandırma şekline kadar birçok olguyu derinden etkiler. Kültürel ve zihinsel kodların üretilmesinde toplumsal etkileşimlere dair meseleler çoğu zaman rasyonel imgelerle değil; duygu yüklü semboller aracılığıyla algılanır ve bireysel bir süzgeçten geçirilir. Günümüzde karşılaşılan büyük çaplı sosyal ve siyasal sorunların temel nedenlerinden biri, entelektüel bilgiye dayalı okuma ve düşünme süreçlerinden uzaklaşılarak eksik ve ham duygusal tepkilerin belirleyici hâle gelmesidir. Zira bilgiyle olgunlaşmayan duygu, insanı sağlıklı bir değerlendirmeye değil, çoğu zaman aceleci ve yanlış kararlara sürükler.

Bu duygu yüklü ve rasyonellikten uzak yaklaşım, bireysel organizasyonları güç ve var olma ekseninde şekillendirerek, koyu ve katı bir hizipçiliğin gruplaşma şemasına dönüştürür. Bu gruplaşma fraksiyonları, temel aidiyet misyonları doğrultusunda şekillenmiş ve uygulandıkları toplumların en hassas/kırılgan yönlerinden beslenmiştir. Toplumumuzdaki gruplaşma sosyolojisini, modern dönemin önemli teorisyenlerinden biri olan Pierre Bourdieu’nün ‘kültürel sermaye’ kavramı çerçevesinde ele alıp açıklayacağız. Bourdieu, toplumsal yapıyı çözümlemek amacıyla geliştirdiği kültürel sermaye teorisini üç temel kavramla açıklamaktadır: habitus, sermaye ve alan. Bu kavramlar, bireyin toplumsal konumunu belirleyen dinamikleri, kültürel pratikleri ve güç ilişkilerini bütüncül bir şekilde anlamayı mümkün kılmaktadır.

İnsanlar, yaşadıkları coğrafyanın zihinsel kodlarını ilk aşamada içinde bulundukları yerel çevrenin etkisiyle edinirler. Hatta bu etki, kimi zaman dar bir mahallenin sınırlarından geniş coğrafi alanlara kadar uzanabilir. Böylece birey, doğduğu mahallenin, beldenin veya vilayetin siyasal, dinî ya da sınıfsal grup kültürüne çoğu zaman zorunlu bir kabullenişle aidiyet geliştirebilmektedir. Örneğin İstanbul/Fatin’in Çarşamba semtinde İsmailağa camisi etrafında oluşturduğu toplumsal ve dinî örgütlenmeyle öne çıkan İsmailağa cemaati, grup içi habituslar ve kültürel sermayeler (giysi, dil, ritüeller) üreterek sınıfsal grup kültürüne uygun aidiyetler inşa etmektedir. Benzer şekilde, Menzil Tarikatının Adıyaman’ın Menzil köyünde köklenen yapısı; müritler arasında kurulan ticari, istihdam ve sosyal yardım ağlarıyla büyük bir ekonomik alana dönüşmüş, bu da sadakati faydacı temelde güçlendirmiştir. Keza çeşitli illerdeki siyasal tercihler ile yerel ideolojik eğilimler arasındaki yakınlık, bireyin rasyonel analizden uzak aileden veya mahalleden gelen duygusal reflekslerle bir siyasi kimliğe zorunlu aidiyet geliştirmesinin en bariz örneklerini oluşturur. Sonuç itibariyle Bourdieu’nün alan tasnifi çerçevesinde bu mekanlar/alanlar grup yapılarında habitus ve kültürel sermaye biçimlerinin şekillendiği yerlerdir.

Bourdieu’nün alan kavramsallaştırması etrafında grup içi aidiyetlerin belirlendiği mekanlar, kendine özgü kuralları ve rekabet biçimleri olan bir sosyal arena olarak tanımlanır. Sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik alanlar, bireylerin sahip olduğu sermaye ekseninde konumlandığı ve sürekli rekabetin yaşandığı yapılardır. Birbirini besleyen güç ve iktidar ilişkileri bağlamında şekillenen alanlar, kendi içerisinde özgün yaşam mekanları inşa etmektedir. Grup içi aidiyet ve kimlik inşasında, karizmatik lider ve lidere atfedilen doğaüstü niteliklerin müntesiplere sağladığı konforun oluşturduğu habituslar bu açıdan önem arz etmektedir. Bunun devamlılığını sağlayan sistemler; ideolojik, siyasi ve dini gruplaşmalar etrafında oluşturulan yapılar aracılığıyla sürdürülmektedir. Bireysel aidiyet duygusunun pekişmesine ve karizmatik lider sistemin korunmasına hizmet eden bu algılayış tam da bu noktada bireylerin kültürel sermaye biçimlerini inşa etmektedir. Cemiyetler, siyasi partiler veya ideolojik gruplar arasındaki lider kültü, çoğu zaman vazgeçilmez bir reçete olarak kabul edilmektedir. Nitekim karizmatik liderden beklenen kurtarıcı olma rolü, sorumluluklarını başkasına yükleyen anlayışlar üretmektedir.

Gruplaşma/hizipleşme olgusunu şekillendiren en bariz faktörlerden biri, koşulsuz ve sorgusuz aidiyet ile kendini daha güçlü ve güvende hissetme arzusudur. Bu arzuyu besleyen en temel etken, alışkanlıklarımızdan doğan birlikteliğin gücüdür (kabilecilik, asabiyet, hemşericilik, cemaatleşme vb.). Bireyler ile karizmatik liderlerin grubu kendi öz sermayeleri gibi gördüğü karşılıklı güç/iktidar dengesi ve aidiyet ilişkisi, habitus ve sermaye kavramlarıyla açıklanabilir. Bourdieu’ya göre habitus, bireyin içinde yetiştiği sınıf, aile ve akrabalık ilişkileri gibi sosyal çevrelerden edindiği; zamanla bedenine ve zihnine işleyen kalıcı algı, eğilim ve davranış örüntüleridir. Geçmiş deneyimler ve öğrenilmiş kalıplar habitus aracılığıyla bireyin mevcut davranışlarını, tercihlerini ve eğilimlerini şekillendirir. Sermaye ise bu alanlardaki oyunu oynayabilmek ve konumunu koruyabilmek için sahip olduğu araç ve avantajları temsil eder.

Gruplaşma olgusunun en belirgin örnekleri olan tarikatlar, cemaatler, siyasi partiler ve ideolojik fraksiyonlar lider/birey ilişkisiyle karşılıklı bir dayanışma bilinci oluştururlar. Bir grubun kolektif yapısının oluşabilmesi için belirli türden sermayeler gereklidir. Öncelikle, gruba bağlılık gösterebilecek, karizmatik lider kültüne itaat etmeyi doğal ve konforlu bulan bir habitustan gelen bireylerin varlığı önemlidir. Bu bireyler fikir ve kimliklerini paylaşabilecekleri, ortak düşüncelerini yaygınlaştırabilecekleri sosyal etkileşim alanlarına ihtiyaç duyarlar. Bu alanlar çoğu zaman grup kimliğinin inşa edildiği mekanlardır. Böylece grup hem insan kaynağı hem de mekânsal kaynaklar üzerinden uyumlu ve sürekliliği olan bir yapıya dönüşür.

Bourdieu, bu durumu ekonomik sermaye kavramıyla genişletmektedir. Ona göre grubun düşünsel ve kültürel sürekliliğini sağlayan bu mekânsal ve maddi kaynaklar, kolektif yapının kurumsallaşması için zorunlu olan ekonomik birikimi temsil eder. İlerleyen süreçte grubun devamlılığını sağlamanın bir başka yol ise, öncülük edebileceğine inanılan diplomalı ve eğitimli bireylerin çeşitli sorumluluklarla öne çıkarılarak grubun “modeli” haline getirilmesidir. Birikimli ve yetişkin üyelerin sahip oldukları çeşitli yeterlilikler grubun; kitap, dergi ve gazete gibi yayınlar üretmesine bununla birlikte farklı bilgi kaynakları oluşturmasına imkân tanır. Bu üretimler, grubun hem gelişimine hem de genişlemesine hizmet etmekte, Bourdieu, bu durumu kurumsallaşmış ve nesnelleşmiş kültürel sermaye başlığı altında ele almaktadır. Zira bu tür bilgi birikimi ve belgelenmiş yetkinlikler, grubun meşruiyetini pekiştirir ve onun sosyal alandaki konumunu güçlendirir.

Grup adına ortaya çıkan ideolojik ve düşünsel bakış açısı, eğitimli bireylerin ürettiği çeşitli metin ve nesneler aracılığıyla üyeleri belirli bir düşünce tarzına angaje eder. Bu süreç, grubun mensuplarında ortak bir estetik algı, benzer zevkler, konuşma tarzı, dil ve üslup ile hatta benzer giyim-kuşam biçimlerinin oluşmasına yol açmakta, Bourdieu, bunu bedenselleşmiş kültürel sermaye olarak izah etmektedir. Gruplaşmanın doğal sürecinde, insan ilişkilerinin sıcak ve samimi bir zeminde, ortak fikirsel ve ideolojik bir doğrultuda ilerlemesi bireye sosyal ilişkiler içinde güç ve görünürlük kazandırır. Kişi, normal şartlarda ulaşamayacağı çevrelere erişebilir, örneğin bireysel olarak sıradan bir sosyal konuma sahipken, itibarlı bir grubun üyesi olduğu için iş dünyasından ya da akademiden kişilerle aynı ortamlarda bulunabilir, onların güvenini ve saygısını kazanabilir. Böylece toplum içinde kendi habitusunu ve statüsünü tek başına sağlayamayacağı zamanlarda bir avantaj elde eder ve grubun kolektif prestijinin bireysel benliğine sağladığı bu avantajlarla daha güçlü bir konuma yerleşir.

İnsan olmanın doğal bir yansıması olan kabul görme, beğenilme ve değerli hissetme ihtiyaçları bu aidiyet ilişkisi içinde karşılanır. Bourdieu, tüm bu olguları sembolik ve sosyal sermaye teorisiyle tasnif eder. Nitekim toplumsal konumlanış, yalnızca ekonomik faktörlerle değil; kültürel birikimler, sosyal ilişki ağları ve sembolik itibar gibi çok boyutlu kaynaklarla açıklanabilir. Bütün sermaye türleri birbirini etkileyebilir ve toplumsal avantajların yeniden üretilmesinde rol oynayabilir. Örneğin kültürel sermayesi yüksek bireyler, sembolik sermaye aracılığıyla sosyal alanda ayrıcalık elde edebilir. Bu süreç, Bourdieu’nün “simgesel şiddet” olarak tanımladığı, egemen sınıfların zevk ve tercihlerini sanki doğal ve meşruymuş gibi topluma kabul ettirme mekanizmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğitim alanında bu durum, aileden gelen kültürel avantajın çocuklara doğal bir yetenekmiş gibi aktarılmasıyla açıkça görülür.

Bu çerçeveden bakıldığında, toplumsal başarı ve başarısızlık olarak sunulan pek çok durumun arkasında, bireysel yeteneklerin ötesinde; tarihsel yükler/dezavantajlar, toplumsal yapılar ve kaynakların eşitsiz dağılımı gibi sistematik faktörler olduğu görülür. Habitus, sermaye ve alan kavramları; toplumun parlak yüzeyinin altında işleyen güç, eşitsizlik ve avantaj mekanizmalarını anlamamızı ve görünmeyen sosyal yapıları çözümlememizi sağlar. Bu perspektif, toplumsal süreçlerin bireyler üzerindeki etkilerini, aidiyet, hiyerarşi ve fırsat eşitsizliği bağlamında derinlemesine değerlendirmemize imkân tanır.

Türkiye özelinde bu durum, sol fraksiyonlar, örgütler, bazı tarikatlar, cemaatler ve siyasi partiler üzerinden açık biçimde gözlemlenebilir. Coğrafi ve sosyo-ekonomik farklılıklar değişiklik gösterse de toplumun dini, ideolojik ve etnik temelli ayrışımlarının sürekliliğini sağlayan en temel unsur kültürel sermayedir. Bu sermaye, tarih, gelenek, değerler ve toplumsal hafıza aracılığıyla nesiller boyunca aktarılır ve bireylerde güçlü bir aidiyet bağı oluşturur. Örneğin, bazı sol görüşlü örgütlerde üyeler ideolojik bağlılıklarını liderlerin yönlendirmesiyle pekiştirir. Karar alma süreçlerinde bireysel sorumluluk geri planda kalır; eleştirel düşünce ve bireysel muhakeme, örgütün ideolojik amaçlarına hizmet edecek şekilde sunulur. Benzer biçimde, bazı dini gruplarda müridler liderlerine koşulsuz itaat eder; bireysel sorumluluk yerine liderin yönlendirmesi doğrultusunda hareket etmek norm hâline gelir. Her iki durumda da liderler, grupları kendi sermayeleri ve araçları olarak görür. Bunun sonucunda toplumsal yapı üzerinde belirgin bir tahribat ortaya çıkar. Değerler liderin iradesine bağlı hale gelir, toplumsal sorumluluk ve eleştirel bilinç zayıflar, grup içi hiyerarşi, güç ve itaat mekanizmalarıyla beslenir. Bu durum hem toplumun kolektif bilincini hem de bireylerin potansiyellerini gerçekleştirme kapasitesini sınırlayan bir erozyon yaratır.

Toplumsal çıkmazlara ve sosyal meselelere yönelik en kapsamlı çözüm perspektiflerinden biri İslam’ın ortaya koyduğu ilkelerdir. Bu çözüm anlayışının merkezinde ise Hz. Muhammed (s.a.v.)’in rehberliği bulunmaktadır. Hz. Peygamber, vahyi tebliğin ötesinde, farklı toplumsal grupları/kabileleri bir araya getirerek ortak aklı ve istişareyi önceleyen bir liderlik modeli ortaya koymuştur. Onun inşa ettiği istişare kültürü, toplumsal karar süreçlerinde akıl, deneyim ve kolektif bilginin sistemli biçimde kullanılmasını öngören bir yapı sunar.

Hz. Peygamber’in istişareye verdiği önem, hadis kaynaklarında açıkça görülmektedir. Nitekim Tirmizî’de aktarılan bir rivayette şöyle buyurulur: “Her işinizi, yetkin olduğunuz ölçüde istişare ederek yapın; çünkü istişare bereketi artırır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 37). Bu ifade, istişarenin sadece yönetimsel bir araç değil, toplumsal dayanışmayı güçlendiren temel bir değer olduğunu ortaya koyar. Medine toplumunun şekillenişinde Hz. Peygamber’in farklı unsurları ortak bir karar zemini etrafında buluşturması, katılımcılığın ve güven ilişkilerinin kurumsallaşmasına zemin hazırlamıştır. Böylece istişare, bireyler arası ilişkileri düzenleyen, toplumsal uyumu destekleyen ve karar süreçlerini meşrulaştıran bir ilke hâline gelmiştir.

Bu çerçevede bireysel düşünceyi ve toplumsal sorumluluğu birlikte geliştiren bir perspektif, yalnızca dini bir gereklilik değil; aynı zamanda kültürel ve entelektüel sermayenin etkin kullanımını ifade eder. “Heybemizde” yer alan bu değerler, toplumsal dayanışmayı ve bireysel olgunlaşmayı besleyen güçlü bir referans alanı oluşturur. İslâmî kültürel sermaye, akıl ve vicdanın uyum içinde işlemesini sağlayarak hem bireysel hem de toplumsal gelişime yön veren bir kaynak niteliğindedir.

Dolayısıyla İslam’ın toplumsal sorunlara çözüm olarak sunduğu en önemli katkılardan biri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in örnekliğinde somutlaşan istişare merkezli liderlik anlayışıdır. Bu anlayış, katılımcı yönetim ve ortak akıl prensipleriyle çağdaş toplum modelleri için de uygulanabilir, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir çerçeve sunmaktadır.

Rabbimizden dileğimiz şudur: Allah’ım, bizi Kur’ân’ın ışığında düşünmeye, Hz. Peygamber’in yolunu örnek alarak yaşama ve toplumsal sorumluluklarımızı yerine getirme gücü ile donat. Bize hikmet ve feraset ver; kalplerimizi birbirine kenetle ve bizi daima iyiliğe yönelt.