Gizli lümpenlik ve ekonomik akılcılık

Süleyman Seyfi Öğün

Emek kavramı, pek çok kavram gibi günlük hayatta uluorta kullanılır. Bu kavramın ima ettiği şeyler hayli fazladır ve genellikle bir noktadan sonra kendisiyle bağdaşması zor şeyleri de içine alır ve anlamını kaybeder.

Eğer emeği, kendisini andıran akraba kavramlara olan mesafesi içinde temellendirip, tarihsel olarak odaklamayı başaramazsak olacağı da budur. Emek kavramın parlatılıp, tarihselliği içine oturtulduğu zaman, 19. yüzyıldır. Doğrusu bu konuda sosyalist külliyata çok şey borçluyuz. Elbette aralarında çok sayıda tartışmalı husus vardı; ama, romantiklerden bilimsellere kadar, sosyalistler etkili bir kavramsallaştırmayı başardılar. Hataları ve çelişkileriyle de olsa, bu birikim atlanarak "emeği" konuşmak ve tartışmak olacak iş değildir.

Sosyalist külliyatın emeği temellendirmede içine düştüğü en tipik hata, emek ile çalışanların tarihsel dünyası arasında kurduğu organik bağdır. Doğrusu, mesela serf ya da köle ile proletaryayı tarihsel anlamda ilişkilendirmek ve bir devamlılığın konusu haline getirmek sadece analojik bir ilişkilendirmedir. Üç örüntünün de, eşitsizliğin tarihinde sabitlenmesi ve ortak paydaya oturtulması tartışma doğurur. Köle, serf ve proleterin üretim aletlerinin mülkiyetinden yoksun olması ve yoksulluk içinde yaşaması aralarında bir devamlılık görmek için gerekli, lakin yeterli olmayan koşulları ifade eder. Burada kritik husus, proleteryanın, diğer iki örüntüden, tarihi değiştirme iddiası kazanmış olmasıyla temayüz etmesidir. Sınıf kavramı da zaten bu farklılığı anlatır. Marx, Alman felsefesinden aldığı, "kendinde"(an sich) ve "kendisi için"(für sich) sınıf kavramlarıyla sürekliliği temellendirmek istemiştir. Oysa "sınıf" kavramı zaten "kendisi için" olmak potansiyelini ifade eder. Bu anlamda, gerek köleliğin, gerekse serfliğin tarihinde "kendileri için sınıf" olduklarını ispat eden bir emare bulmak neredeyse imkansızdır. Mutandan muhalif tarihler, başkaldırılar, isyanlar, kahramanlıklar durumu değiştirmiyor. Mesela Spartaküs, Roma'nın kurulu iktidarını devirseydi ne olurdu? Kuvvetle muhtemeldir ki; zafer sarhoşluğu içinde geçen bir zamanın ardından Roma yeniden kurulurdu. Roma'yı yeniden kuracak olanlar, Roma'ya başkaldırmış olan bu isyancı kuşağın içinden ya da çocukları arasından çıkardı. Neden böyle? Çünkü, gerek Spartaküs'te gerekse arkadaşlarında, başarılı bir isyan yönetmenin, kısacası stratejik ve taktik başarının dışında ne bir bakış, ne de bir kavrayış vardı. Tarihin trajik dünyası aslında bu yetersizlikler üzerine kuruluyor.

KAPİTALİZMİN ÜRETTİĞİ 'YENİ SINIF'

Burjuvalar tarihin ilk sınıfıdır. Sınıfsallıklarını, bireysel varoluşlarını, aristokratik değerlerin dışında, kendi yeteneklerine ve başarıları üzerinden elde etmiş olduklarına borçluydular. Dolayısıyla burjuvalar, kadim dünyada veri bir cursus honorum sıralamasından neşet etmiş la'lettayin bir zümre(etat) değil, bir sınıftılar. Sınıfsallık, bir rüşdiyet meselesidir. Yani, varlığını dünyevi karşılığıyla bir başka şeye borçlu olmaksızın yeniden üretebilme ka'biliyetini ifade eder. Etik anlamda, "kula kulluk etmemek" nokta-i nazarından saygıdeğer olan ve daha önemlisi eşref-i mahlukata yakışan da budur. (Buradaki değerlendirmelerden bir burjuva övgüsü yapıldığı sonucu çıkarılmamalıdır. Burjuvaların kültürel anlamda çok sorunlu bir dünyaları olduğunu düşünüyorum. Ama, rüşt ispatı konusunda burjuva kültür tarihinin hakkının yenmesine de gönlüm pek razı değildir). Rüşd ispatı biraz da hukuki bir terim. Bunu daha sosyolojik içeriği üzerinden gözden geçirirsek, "özne" olmak gibi bir başka kavrama geçebiliriz. Böylesi daha da doğru olacaktır. Sınıf kavramı, her türlü bağımlılık, dolayısıyla da eşitsizlik ilişkisini düşündüren nesneleşme süreçlerine karşı etkili bir tarihsel duruşu ve öznelik iddiası geliştirme potansiyelini ifade eder.

Burjuvalar bunu yaptılar; ama bir yere kadar. O yer, kapitalist gelişmelerle ilişkilidir. Marx'ın en sorunlu düşüncelerinden birisi kapitalist ile burjuvayı özdeş görmesidir. Oysa burjuva kapitalist olmak zorunda değildir. Tersinden okursak, kapitalist de burjuva olmak zorunda değildir. Bir kere burjuva gelişmelerin tarihi doğrudan kapitalist süreçlere mal etmekte zorlanacağımız bir zamana kadar geri götürülebilir. Öte yandan sermayenin tarihi, Tarihçi Okul'un çalışmalarında ortaya konulduğu üzere, ağırlıklı olarak tarımdan sanayiye kaynak aktarımı üzerinden şekillendi. Burada başı çekenler, toprağın sahibi olan girişimci aristokratlardı. Ama bu gelişmeler itibarıyla burjuva öznelliği kapitalist gelişmeler karşısında tutunamadı ve nesneleşti. Ya, bizzat kendileri kapitalistleştiler; ya da bilgi, beceri ve meslekleriyle eşitsizliği doruğuna çıkaran kapitalist süreçlere eklemlendiler. Kapitalizm, sahneye yeni bir sınıf çıkardı: İşçi sınıfı. İşçi sınıfı, burjuva tecrübeyi devam ettirdi ve özneleşme iddiasını,onun yüreğinin yetmediği noktadan devralarak yeniden üretti. Bu yeniden üretim özellikle bir noktada çok önemlidir. Başlangıçta özerk olan burjuva süreçler kapitalizm tarafından nesneleştirildi dedik; ama işçi sınıfı tarihi zaten bir nesneleşmenin (ücretli emek) sonucuydu. Dolayısıyla özneleşme doğrultusunda devrimci potansiyeli daha kuvvetliydi; çünkü "zincirlerinden başka kaybedecek" bir şeyi yoktu.

Bu umut, 1950'lilere kadar sürdü. Ama II. Genel Savaş'tan sonra, dramatik bir biçimde işçi sınıfının zaten nesneleşerek tezahür ettiği kapitalist gelişmeler, onu kültürel anlamda da kendisine bağımlı kıldı. En kötüsü, bizzat kendi yapılanması ve örgütleri üzerinden işçi sınıfının bu işe alet olmasıdır. Keynesgil transfer harcamaları, sosyal devlet politikaları, yeniden-bölüşümün "kazanımları" işçi sınıfını kapitalizme müşteri kıldı. Bu, kapitalist hegemonyanın kendisini pekiştirmesinden başka bir şey değildir. Artık "tarihsel kazanımları" itibarıyla işçi sınıfının "kaybedecek bir şeyleri" vardı. Keynesgil politikalar, işçi sınıfının üretim içindeki yabancılaşmasını (nesneleşmesini) tüketim içinde yabancılaşmaya taşıyarak katmerlendirdi. İşçi sınıfının kazanımları diyalektik olarak, onun kayıplarına dönüştü. Nesneleştiler ve tarihin öznesi olma iddialarını kaybettiler. "Kendisi için bir sınıf" olmaktan çıkıp, alabildiğine maddileşmiş kazançlarını odağa alan ve "kendisinden başka bir şey düşünmeyen" bir müşteri kitlesi haline geldiler. Tarihsel fırsat çöktü. Kazanacakları bir dünya kalmadı. Ne kadar hazin...

ÖZNELEŞME İDDASI UNUTULUYOR!

Bizim gibi ülkelere gelince, ses getirecek ağırlıkta bir işçi sınıfı hiçbir zaman oluşmadı. Oluşamazdı da. Çünkü "Kapitalist Ekonomi-Dünya"nın işbölümünde Türkiye'ye en fazla bir yarı-çeper ülke statüsü tanındı. Bu statü içinde sınırlı bir özel teşebbüs ve her türlü ekonomik akılcılığın sınırlarını alt-üst eden devasa bir devlet işletmeciliği tecrübesi yaşadık. İşveren devlet oldu. İstihdam politikaları politik tercihlerin bağımlı değişkeni olarak işledi. Öteden beri memur alan devlet, bu kez aynı devşirme kodu-yanaşma ilişkileri- üzerinden işçi almaya başladı. Bu itibarla işçi sınıfının zaten rüştünü ispat edeceği bir zemin daha başta namevcuttu. Türkiye'de istihdamı masseden esas dinamik, yabancılaşma ya da nesneleşmenin en sefilane yüzlerinden birisini gösteren örtük bir lümpenleşmeden başka bir şey değildi. Öte yandan Keynesyen ekonomi-politiğin, yeniden-bölüşümü esas alan kurumsal donanımına şöyle ya da böyle sahip olduk. Sendikalar kuruldu; haklar -alınmadı- verildi. Kalabalık, coşkulu 1 Mayıs'lar, genel grevler, yaşadık. Ama bütün bu yapılar ve donanımlar popülist bir eksende işledi. Türk popülizmi, büyük nüfusların (populus) geleneksel devlet himayesi doğrultusundaki beklentilerini popülist bir çerçeveye taşımaktan ve sosyalist ya da sol terminoloji içinde ifade etmekten öteye gitmedi. İleri kapitalist ülkelerde bile işçi sınıfı tarihsel etkinliğini yitirirken; zaten eğreti ve sınırlı bir sanayileşme tecrübesi yaşayan Türkiye'de tersi olacak değildi.

Yeni ekonomik akıl, Keynesyen yapıları alt-üst etti ve haşin yöntemlere de dayalı olarak bu gizli lümpenleşmeyi açığa çıkararak çözdü. Şimdi işsizlik ve sözde "tarihsel kazanımların" geriye çevrildiği berbat bir süreci yaşıyoruz. Politik kadrolar tarafından kötü yönetilen ekonomik akılcılığın icabatı ile hazin insanlık durumları arasındaki bir gerilim bu. Her iki bakış da kendisine bahaneler bulabilir. Önemli olan, özneleşme iddiasının basitlemeler üzerinden savsaklanması; korkarım artık unutulmasıdır.

ZAMAN