Geleneklerle bağ kurmaya dair notlar

Süleyman Seyfi Öğün

Türkiye'de entelektüel dünyanın, mesela Kantiyen anlamda "özerk" düşünme geleneğinden yoksun olduğu, tercüme metinlere dayandığı ve adeta bir acenteleşmeler zinciri üzerinden yapılandığı uzun zamanlardır söylenir ve yazılır.

Belki de düşüncenin "McDonald'slaşması" olarak tabir edilecek bir durumdur bu. Tarihî-kültürel kaynakları itibarıyla bu durumun, geleneğini kaybetmiş, lakin etkileri süren bir "edeb" kültürünün, modern dünyadaki tuhaf açılımları üzerinden işlediğini düşünüyoruz. Bunun aynı zamanda duyuş, düşünüş ve eylemeyi, "ehil olana" dayandırma geleneğiyle alakalı olduğu da ileri sürülebilir. Burada "ehil olan", "birikmiş" olanın yeniden-üretiminde tecrübesiyle temayüz eden ya da ettiğine inanılan çevrelere karşılık gelmektedir. Bu coğrafyada birikimi temsil eden "ehillere" rağmen bir şeyler söylemek haddini aşmak anlamına gelmiş ve edepsizlikle bir tutulmuştur. Bu, özünde ahlaki bir kaygıdır ve kanımızca geleneğin alanı içinde saygı değerdir. Saygı değerdir; çünkü, ister katılalım ister katılmayalım, en azından "bilgilerin bilgisi" anlamına gelen "kendini bilmek" temelinde bir karşılığı vardır. Hemen kaydedelim ki, birikmiş olana dayalı düşünmek ya da birikeni esas alarak düşünmek ve eylemek, yenileşmeden yoksunluk anlamına gelmiyor. Hayat zaman içinde değişiyor ve yaygın kanaatlerin tersine, gelenek kendi içinde hayli bir dinamik süreç olarak tezahür ediyor. Geleneğin içindeki haliyle "yeni", birikmiş olanın ne "dışında" ne de "karşısında" kurgulanıyor. Kendisine ayrı bir kulvar açıp marjinalleşmiyor ve bizatihi birikmiş olanın devralınmasında ve tecrübe edilmesinde tezahür ediyor.

Bilgi ve sanat dünyamızın McDonald'slaşması

ürkiye'de düşünüş ve duyuş dünyasının çarpıcı sıkıntılarından birisi, birikmiş olanın ihmali; bunun akabinde başkaları tarafından "biriktirilmiş" olan üzerinden bu işlere soyunmaktır. Bu, tarihsellik düzeyinde bir merkez kayması, tarihselliği ıskalayan bir dünyasallaşma tecrübesinin baskın hale gelmesidir. Artık ehil olan ve edebimizi takınmak zorunda hissettiğimiz otoriteler bizden olmaktan çıkmıştır. Bilgi ve sanat dünyamızın McDonald'slaşması; meşruluğunu ve değerini dışarıdan alan bir acenteler ağına dönüşmesi ve etkinliğini kaybetmesi de bu noktada başlamaktadır. Türkiye'de akademik dünyanın dipnot fetişizmi bunu belgeler mahiyettedir.

"Özerkleşme" ve "özgülleşme" iddiaları bu baskın duruma karşı bir tepki olarak gelişiyor. Mesela sık sık "neden bizde özerk ya da özgül düşünce yok? Neden kendi kavramlarımızı kuramıyoruz?" gibi tepki yüklü şikayetleri işitiyor ve okuyoruz. Ne tuhaftır ki bu yolda şikayet edenlerin bugüne kadar ortaya bir şey koyduğu görülmedi. Dışa bağımlılık meselesi o denli çok katmanlıdır ki; en yerlici çizgide bile düşünenlerin fikirlerini dayandırdıkları kaynaklar da son tahlilde orijinal olmaktan uzaktır ve bir yerde "yabancı"dır. Kısacası bu topraklarda yerlicilik bile yerli olamamıştır.

Düşünüş, duyuş ve eyleyişlerde sıkıntıların doğması, yeni ile birikmiş arasındaki ilişkilerin bozulmasında odaklaşıyor. Bu durum bütünüyle modernleşmenin meselesidir ve etkileri bütün dünyada izlenebilir. Süreç, birikmiş olanın değerlendirilmesinde yaşanan olumsuzlamalar olarak baş gösteriyor; zaman içinde radikalleşip toptan reddedişlere dönüşebiliyor. Duyuşta, düşünüş ve eylemelerde "yenilik", birikmiş olan karşısında özerkleşiyor. Muhafazakar düşüncenin bu durumu bir felaket olarak algılar ve değerlendirdiğini biliyoruz. Yer yer haklı görülebilecek değerlendirmelerde bulunsa da, bu yargının kendi içinde acımasız tarafları olduğunu düşünüyoruz. Yeninin birikmişten bağımsızlaşması da bir başka ahlak, mesela kahramanlık ya da özgürlük ahlakı açısından saygıdeğerdir. Dolayısıyla buradaki özerklik ya da bağımsızlık iddiasındaki tecrübi dünyayı baskılamak ve ezmeye çalışmanın acımasızlık olduğunu düşünüyoruz. Doğrusu modernliğin, avangardlığı, bohemliği ve orijinalite tutkusunu güden burjuva aşırılıklarını kendi içinde anlaşılır bulmak daha yerinde bir tutum olsa gerekir. İddiası zaten marjinalite olup, en büyük korkusu paylaşmak ya da paylaşılmak olan; bunu hissettiği yerden kaçan eğilimlerden sosyal tahribat beklemek bir başka aşırılık değil midir? Geleneğin tahribatını mesnet kılıp, marjinaliteye saldırmak dar görüşlü bir intikamcılıktan başka nedir ki?

Tecrübe etmeden görmek ne kadar mümkündür?

elenek meselesini tartışmak, gelenekçi serzeniş ya da şikayetlerin üzerinden değil, bu meselenin hatırı sayılır bir yaygınlıkta dile getirilmesiyle ilişkili olduğu için anlam kazanabilir. 19. ve onun etkileriyle şekillenen 20. asırlar, özerk yenilikçiliğin ürünlerini verdi ve tükendi. Bu asrın en dikkat çeken özelliği ise, kayıtsız bireysel üretimlerin yenilik yaratmadaki sınırlara gelindiğinin, örtük ya da açık olarak idrakidir. Bunu izler mahiyette, yine içinde bulunduğumuz asrın en dikkat çekici doğrultularından birisinin gelenekleri keşfetmeye dönük eğilimlerin güçlenmesiyle alakalı olduğunu görüyoruz. Tüketimin zirve yaptığı aşamalarda bile bu eğilim bir şekilde tezahür ediyor.

Geleneğin keşfi meselesi hem kendi içinde hem de bu yolda mesai gösterenler adına hayli sıkıntılı bir alan. Kendi içinde sıkıntılı, çünkü keşfetmek tecrübe etmek anlamına gelmiyor. Geleneğin, bir zihni ikirciklenme konusu edilmediği ve dışarıdan müdahalelere uğramadığı zamanlarda onun bilinmesi mümkündü; çünkü geleneğe içeriden bakılıyor ve tecrübe ediliyordu. Bugünkü tecrübi hayatımız; yürüttüğümüz iş ve işlemler bize nasıl bir bakış yüklüyor acaba? Tecrübe etmeden görmek ne kadar mümkündür? Tecrübe dışı görmeler ister istemez sembolik-eklektik sonuçlar üretecek ve bunlar üzerinden gelenek meta'laşacaktır. Zaten bugün olan da budur. Bu tecrübeler nihayetinde geleneği modernliğe uyumlulaştırmak gibi sakil bir sonuç vermeye adaydır. Bir adım daha atalım; geleneğin tecrübesine soyunduğumuzu varsayalım. Bu durumda bizi geleneğe yakınlaştıran modernlik tecrübelerimizden ne kadar azade kılabileceğiz kendimizi acaba? Yani, modernlik ile olan tecrübi bağımız, geleneği, kendi kodları üzerinden tecrübe etmemize ne kadar fırsat sağlayacak acaba? Tecrübiliğin devre dışı kaldığı yerde, birbiriyle zıt iki ana eğilimin zuhur ettiğini düşünüyoruz. Bunlardan ilki maksimalist, diğeri ise minimalist gelenekçiliktir. İlki toptancılığı; ikincisi ise kısmiciliği ile tezahür ediyor. Maksimalist gelenekçilik, geleneği hoyrat bir ahlakçılığa dayandırıyor. İçine ahlaktan başka bir şey koymuyor. Ahlakçılık, ahlakilikten çok farklı olarak yargısal aklı fetişleştiriyor ve boğucu sonuçlar veriyor. Kolaylıkla politize oluyor ve modern topluluk hayatlarının harekete geçirilmesinde ve kullanılmasında etkili oluyor. Sağ ya da muhafazakarlık böyle bir ahlakçılıktan hareket etmiş ve tarihsel olarak son derecede kötü bir sicilin sahibi olmuştur. Çünkü bu tarz maksimalist bir gelenekçilikte, ahlak kendisini yapılan şeylerin dışına koyar. Tek özelliği yapılanı yargılamaktır. Aslında bu tür bir ahlakçılığın modernliğin bir sonucu olduğunu düşünüyorum. Oysa geleneklerin tecrübi dünyasında, ahlakçılığın dışında bir de bizatihi yapılan şeylerin içinde tanımlanmasıyla farklılaşan ahlakilik mümkündür ve ilkinin (ahlakçılığın) yumuşatılmasını ve marjinalize olmasını sağlar.

Minimalist gelenekçilik ise bir tereddüdün ürünü. Modernliğin sıkıntılarının ya da bu yoldaki şikayetlerin bir fonksiyonu olarak tezahür ediyor. Geleneğe en fazla sempatiyle bakanlar bile ondan ürkmekten kendisini alamıyor ve modernliğin kendisine bahşettiği bazı kazanımlardan asla vazgeçmek istemiyor. Geleneğe, ağırlıklı olarak orta sınıf ekseninde somutlaşan bu tereddütlü yaklaşım, elbette ilki gibi kesif ya da boğucu bir ahlakçılıkla karşımıza çıkmıyor. Tezahürü daha çok estetik ile ilişkili ve hayli masum; hatta sempatik. Biricik eylemi yeninin maddi donanımında eskiye bir şekilde yer bulmakla sınırlı. Bu aslında kes-yapıştır tarzı bir kolajlamanın görsel etkileri üzerinden modernliğin sıkıntılarını telafi etmek anlamına geliyor. Politize olmuyor. Daha çok geç kapitalizmin tüketim hayatı içinde bir talepler dairesi ortaya çıkarıyor ve ona eklemleniyor.

Geleneğin keşfi mümkün müdür?

izi minimalizme sevk eden de zaten gelenekten çok emin olamamak ve modernliğin gelenek konusunda olumsuzlamaya dayanan endoktrinasyonundan zihnimizi ve ruhumuzu kurtaramamaktır. Bu korku ya da kuşkuların temelinde geleneğe ilişkin modernliğin kemikleşmiş önyargıları mevcut. Geleneklerle ilişki kurmanın minimalist yollarının kendi başına parlak ve kalıcı sonuçlar üretmesini beklememek gerekiyor. Modernliğin içinde geleneği yaşamak bir tür modernlik yaşantısıdır ve her türlü minimalist yakıştırmacılık, nihayetinde ve biraz da traji-komik düzeylerde modernliğin olumlanmasıyla hitama ermekten kurtulamıyor. Çünkü minimalizm kendisi modern bir kavramdır ve onun içinde gelenekle bağ kurmak dayanıksız saiklere dayanır. (Doğrusu başlarda bunu küçümsediğimi hatırlıyorum. Ama zamanla bunun bir tarihsel fırsat olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü en azından şimdilik gelenekle bağımız sadece bu kadar ve her ne olacaksa sakaletle yürüyen bu süreçlerin dönüştürülmesinden çıkacak).

Gelenekçilik her iki açılımıyla da geleneklerle ilişki kurmanın imkanlarını zora sokuyor. Oysa kanaatimizce bazı basit soruları sormakla işe başlamak yerinde olur. Mesela önce şu soruyu soralım kendimize: Geleneği gerçekten istiyor muyuz? Ya da; ne kadar istiyoruz? Bu soruyu namusluluğun asgari ölçülerine sadık kalarak cevaplamak gerekiyor. İkinci olarak "geleneği ne için istiyoruz?" Burada belirleyici olan şu: Geleneğe dair sempatilerimiz ve özlemlerimiz, modernliğin sıkıntılarından mı kaynaklanıyor? Yani; biz geleneği modernlikten arılanmanın ya da modernliğin telafisi olarak mı istiyoruz? Değilse, geleneği yeniden ve sadece kendisi için mi istiyoruz? Eğer ilki geçerliyse, durum nafiledir. Gelenek akamete uğradı, ama elbette ki yok olmadı. En hoyratça tahrip edildiği yerlerde bile filizlerini; o olmasa bile izlerini ya da alametlerini bıraktı. Geleneğin keşfi hiç de zor değildir. Zor olan bizim bu işe ne kadar gönüllü olduğumuzdur.

Gelenek idraki, modernliğin hediyesidir

elenek ancak onun dairesinde gelenekçilik hesapları sona ererse anlamlıdır. Bu da iç ve dış dünyalar arasında esaslı bir kıvam tutturmayı ifade eder. İç ve dış dünyalar arasındaki kıvamı ise geleneğe özgü olduğundan emin olduğumuz işlerle ne derecede iştigal ettiğimiz belirler. Geleneklerle bağ kurma sadece soyut bir hesaplar ya da akıl yürütmeler üzerinden yapılamaz. Bunun yolu bir bakıma bu hesaplamaları ya da akıl yürütmeleri boşa çıkararak olan, modernliğin iş ve işlemlerinden arınmak, ona alternatif oluşturacak ve sadece geleneklerde tınlaması olan işlerle işlenmektir. Bu işler ne derecede kapsayıcı olursa ve ne derecede işlemleri belirler bir mahiyet kazanırsa, geleneklerle olan bağımızı o derecede kurmuşuz demektir. Bu, etkinlik duygularımızı geleneğin içinden gelen bazı işlere odaklamayı ifade eder. Geleneğin yeniden üretimi ile ilişkili kapsamlı bir sürecin ön adımı da bu olsa gerekir. İşlenmeyen ve beşeri etkinliklerle anılmayan bir gelenekçiliğin içi boştur.

Unutma kavramının burada meselenin talihini aydınlatan bir rolü olduğunu düşünüyoruz. Unutmak beşeri bir haldir ve insan hafızası unutmakla maluldür. Modernlik ne geleneği yok etti ne de unutturdu. Onun amnezik düzeyde olduğu söylenen zaferi, hatırlama süreçlerini ve tarzlarını zaafa sokması; yer yer mefluç bırakmasıyla; nihayet onun yeniden üretimini zora sokmasıyla ilişkilidir. Ama bir an için bu amneziyi kabul edelim. Eğer modernlik öncesi dünyayı unutmak mümkün olabildiyse, modernliği unutmak neden mümkün olmasın? Esas dava da budur.

Geleneğin hatırlanacak bir tarafı yoktur. Geleneğin keşfi belki sadece sınırlı bir düzeyde bazı merakların karşılığını bulmakla ilişkilidir. Geleneğe sahip çıkmak anlamsız bir düşüncedir ve sadece modern mülkiyetçilik düşüncesini çağrıştırır. Geleneği modernlikle çarpıştırmak ve geleneği bir zafer konusu kılmak ise modern para-militarizmlerden biridir. Geleneklere kavuşmak, gelenek idrakinin bile söz konusu olmadığı ya da alabildiğine silikleştiği bir durumu ifade eder. Unutmaktan kastımız budur. Gelenek idraki modernliğin hediyesidir ve onun içinde kaldığımız sürece modernliği pekiştirmekten başka bir şey yapmıyoruz demektir. Öyle görülüyor ki gelenek meselesi, gelenekçilere bırakılmayacak kadar ciddi bir meseledir.

ZAMAN