Yazının sonunu şöyle bağlamıştım, hatırlıyorum: "Kürt meselesi muazzam bir siyasî endüstri; Kürt meselesini çözmek, bu ortamda musluk suyuyla motor çalıştırmak gibi bir şey olacak Türkiye için. Petrol türeviyle işleyen motorlu araç endüstrisinden nemâlananlara hep birlikte dikkat kesilelim."
İşte şimdi dikkat kesiliyoruz, serâpa dikkat. Aradan bir gün geçti. Kürt meselesi elbette ki halledilmedi ama ortaya ciddi siyasî irade konuldu. Bir dizi toplantının ilki olduğu anlaşılan bir çalıştay yapıldı. 12 gazeteci, yazar bir araya gelip zihinlerindeki çözümü anlattılar. Bu bir niyet izharı.
Hemen akabinde bir parti başkanı, "12 kötü adam" tespitini yaparak, siyasî hayatı boyunca yaptığı konuşmaların belâgat zirvesine çıktı (ötekileri siz hesap edebilirsiniz artık). Bu partinin sonbaharda kurultayı var; siyasî gözlemciler, 12 kötü adam efelenmesinin dışarıdan çok parti delegelerine yöneltilmiş bir "safları sıklaştıralım arkadaşlar" çığlığı olduğunu söylüyorlar ama meselenin bir başka boyutu daha var: Ezkazâ Kürt açılımı herkesi tatmin eden bir sonuca doğru yürürse, rahmetli Bölükbaşı'nın "deprem çadırı"na benzettiği bu parti varlık sebebini neyle izah edecek?
Deprem tehlikesi yatıştığında deprem çadırının müşterisi de azalır; mâlum. Kürt meselesi, varlığını milli menfaatleri korumaya hasretmiş siyasî kuruluşlara hayat veren, uğursuz bir hayatiyete sahip. Tehdit yatıştığında cepheye yığınak yapmanın mânâsı da kalmayacak. Belki de "Gerekirse 50 yıl dağlarda gezeriz" gibi tüyler ürpertici lâflar etmenin ardında bu endişe var. Hazin!
Kürt meselesi muazzam bir siyasî endüstri. Bir endüstriyel modeli, bir üretim modelini tasfiye ederken o "iş kolu"ndan ekmek yiyenlerin hırçınlaşması tabiidir, eşyanın tabiatına uygundur.
O yüzden fena sinirlendiler. Çözüm arayışlarını "teslimiyet" gibi göstererek tribünleri tahrik etmeye çalışıyor, çalıştaya katılan 12 yazara bayramlık ağızlarını açıp irinli kelimeler saçıyorlar. Bunlardan biri, toplantının ev sahibi İçişleri Bakanı'ndan bahsederken komiklik olsun diye şöyle bir cümle kuruyor meselâ: "Bakan içeriden çıktığında makam arabası yerine koruma polisinin sırtına binmediyse bile, saçları dikine dağınık ve gözlerinden birisi hafif küçülmüştü..."
Bir diğeri, "sarı sendikacı" kavramını çağrıştırsın diye "sarı basın" benzetmesini yapıyor; yazarları da, "Falan, filan.. Fetocu" diye aşağılıyor aklınca. Zaman Gazetesi yazarı iki arkadaşımızı ise ismen zikretmeyi bile lütûf sayıyorlar. Bunları okurken tabiat tarihi müzesinde camekân ardında sergilenen ilkçağ fosillerinin dile geldiğini görmüş gibi şaşırmadan edemiyorum. Evrim namına büyük kazançtır doğrusu!
Bu erken telâş, hatta infiâl bana rahmetli Nasrettin Hoca ile "bineği" arasında cereyan eden ve "Ben nerene vurdum, sen ise nerenden ses verdin?" diye biten o meşhur fıkrayı hatırlattı, gülümsedim...
Aklı başında tenkidler de seslendirildi; meselâ fikirlerini zaten her gün kamuoyuna rahatça duyurma imkanına sahip gazeteci yazarlarla ilk toplantıyı, üstelik Polis Akademisi'nde düzenlemenin hikmetinden sual edildi ve haklı tenkidlerdi bunlar; fakat "ya çözerlerse" diye eli ayağı titreyerek ağzına geleni savurmak şeklinde tecelli eden tepkilere bütün Türkiye bir "mim" koydu.
Dertleri milli menfaatleri savunmak mıdır? Keşke öyle olsaydı da çözüm için ne düşündüklerini öğrenebilseydik. Tezgahlarını zabıtaya kaptırmamak için yaygara yapan işportacılara benziyorlar sadece.
E, anlarız, ekmek teknesidir!
ZAMAN