GZT / Mecra
Mecra'da yayınlanan bu analizde, Suriye savaşı boyunca Esed rejimini savunmak amacıyla dolaşıma sokulan “Esed giderse Gazze düşer” tezinin oluşumu ve bu tezin hangi siyasal ihtiyaçlara hizmet ettiği inceleniyor. Rejimin devrilmesine rağmen Gazze’nin direnişini aralıksız sürdürmesinin, söz konusu anlatının varsayımsal ve araçsal niteliğini açığa çıkardığını ifade ediyor.
Suriye’de Esed rejimini savunan çevrelerin en temel tezlerinden biri, Beşşar Esed’in başında bulunduğu Suriye devletinin Gazze ile İran arasında hayati bir “direniş köprüsü” vazifesi gördüğü iddiası olmuştu. Bu söylem, özellikle Arap Baharı sürecinde ve Suriye iç savaşının derinleştiği yıllarda sıkça dile getirilmiş, Esed rejiminin ayakta kalmasının yalnızca Suriye için değil, Filistin davası ve Gazze’nin direnişi için de zorunlu olduğu ileri sürülmüştü. Rejimin düşmesinin İsrail’in bölgesel çıkarlarını doğrudan güçlendireceği ve Gazze’nin kısa sürede çökeceği iddiası, bu savununun merkezinde yer almıştı.
Bu tez, yalnızca Esed rejimine yakın Suriyeli çevreler tarafından değil, aynı zamanda İran eksenli “direniş hattı” söylemini benimseyen bölgesel aktörler ve bazı entelektüel çevreler tarafından da dolaşıma sokulmuştu. Söylem, Suriye’nin coğrafî konumu üzerinden kurgulanmış, İran’dan Hizbullah’a, oradan da Filistinli gruplara uzanan lojistik ve siyasî hatların Esed rejimi sayesinde ayakta kaldığı iddia edilmişti.
Esed’in devrilmesi, sadece bir rejim değişikliği değil, Filistin direnişinin bel kemiğinin kırılması olarak sunulmuştu.
Bu argümanın özellikle 2012’den itibaren yoğunlaştığı görülmüştü. Suriye savaşında rejimin zorlandığı her dönemde, “Esed giderse Gazze düşer” söylemi daha yüksek sesle dile getirilmişti. Bu söylem, Suriye’de yaşanan büyük yıkımı, yüz binlerce insanın ölümünü ve milyonlarca insanın yerinden edilmesini ikinci plana itmiş, rejimin ayakta kalması ahlakî ve stratejik bir zorunluluk olarak sunulmuştu. Böylece Esed’e yöneltilen eleştiriler, “İsrail’in ekmeğine yağ sürmek” ile eş tutulmuştu.
Bu dönemde bazı Arap ve İslâmcı entelektüellerin, gazetecilerin ve siyasî figürlerin açıkça “Esed düşerse Gazze de düşer” dediği görülmüştü. Bu ifade kimi zaman doğrudan, kimi zaman ise dolaylı biçimde dile getirilmişti. Bazı yazılarda Suriye’nin “direniş ekseninin kalbi” olduğu belirtilmiş, bu kalbin durmasının Gazze’nin nefessiz kalması anlamına geleceği savunulmuştu. Özellikle Hizbullah’ın Suriye savaşına aktif olarak katılmasını meşrulaştıran söylemlerde bu argüman merkezî bir rol oynamıştı.
Ancak Esed rejiminin Filistin meselesiyle ilişkisi, tarihsel olarak bu söylemin iddia ettiği kadar tutarlı ve kesintisiz olmamıştı. Suriye devleti, uzun yıllar boyunca Filistin meselesini bölgesel pazarlıklarda bir koz olarak kullanmış, Filistinli grupları ise kendi güvenlik öncelikleri çerçevesinde kontrol altında tutmaya çalışmıştı. Hafız Esed döneminden itibaren Filistinli örgütler Suriye’de faaliyet göstermiş olsa da, bu faaliyetler çoğu zaman sıkı bir denetime tâbi tutulmuştu.
Gazze ile Suriye arasındaki fiilî bağların, iç savaş öncesinde dahi sınırlı olduğu biliniyordu. Gazze üzerindeki abluka, esas olarak Mısır ve İsrail üzerinden şekillenmiş, Suriye’nin bu ablukanın kırılmasında belirleyici bir rol oynadığına dair somut veriler ortaya konulamamıştı. Buna rağmen Esed rejimi, Filistin meselesini söylemsel düzeyde sahiplenmiş, bu söylem üzerinden bölgesel meşruiyet üretmeye çalışmıştı.
Esed rejiminin düşmesiyle ilgili senaryoların yoğun biçimde tartışıldığı dönemde, Gazze’nin bu düşüşten doğrudan etkileneceği iddiası sıkça yinelenmişti. Bu iddiayı savunanlar, İran’dan gelen desteğin kesileceğini, Hizbullah’ın zayıflayacağını ve Gazze’nin tamamen yalnız kalacağını öne sürmüştü. Bu yaklaşım, direnişi büyük ölçüde devletler arası ilişkiler ve jeopolitik hatlar üzerinden okuyan bir bakış açısını yansıtmıştı.
Esed rejiminin devrilmesinin ardından geçen bir yıl, bu tezlerin önemli ölçüde sorgulanmasına yol açmıştı. Rejimin düşmesine rağmen Gazze’nin ayakta kalmaya devam etmesi, hatta çok ağır saldırılar altında dahi teslim olmaması, “Suriye köprüsü” söyleminin gerçeklikle ne kadar örtüştüğü sorusunu gündeme getirmişti. Gazze, Esed’in devrilmesinden sonra İsrail’in benzeri görülmemiş bir askerî saldırısına maruz kalmış, buna rağmen siyasî ve toplumsal olarak tamamen çökmemişti.
Bu süreç, Gazze’nin direncinin büyük ölçüde yerel dinamiklere, toplumsal dayanıklılığa ve bölgesel değil küresel ölçekte gelişen bir dayanışma ağına dayandığını göstermişti. Direnişin yalnızca bir “lojistik hat” meselesi olmadığı, aksine ideolojik, toplumsal ve tarihsel bir boyut taşıdığı daha görünür hâle gelmişti. Bu durum, Esed rejimini Filistin direnişinin vazgeçilmez bir unsuru olarak sunan söylemleri ciddi biçimde zayıflatmıştı.
Esed’in düşmesi hâlinde Gazze’nin de düşeceğini savunanların önemli bir kısmı, bu gelişmeler karşısında sessiz kalmayı tercih etmişti. Daha önce yüksek sesle dile getirilen iddialar, rejimin çöküşü ve Gazze’nin ayakta kalmasıyla birlikte geri plana itilmişti. Bu durum, söz konusu tezlerin büyük ölçüde politik bir savunma refleksiyle üretildiğini ortaya koymuştu.
Bu söylemi benimseyen çevrelerin bir kısmı, Suriye’de yaşananları “büyük resim” üzerinden okumaya çalışmış, Esed rejiminin işlediği suçları ikinci plana atmıştı. Gazze üzerinden kurulan bu meşruiyet söylemi, Suriye halkının maruz kaldığı ağır bedelleri görünmez kılmıştı. Oysa Esed rejiminin Filistin meselesini, kendi iktidarını sürdürmenin bir aracı olarak kullandığı giderek daha açık hâle gelmişti.
- Gazze’nin Esed rejimi olmadan da direnişini sürdürebilmesi, Filistin davasının herhangi bir otoriter rejimin himayesine muhtaç olmadığı gerçeğini ortaya koymuştu.
Bu durum, Filistin meselesinin bölgesel güç dengelerinin ötesinde, halk temelli bir mücadele olduğunu bir kez daha göstermişti. “Esed düşerse Gazze düşer” tezi, bu gerçeklik karşısında büyük ölçüde geçerliliğini yitirmişti.
Kısaca Suriye’de Esed rejimini savunmak için ileri sürülen “Gazze köprüsü” söylemi, rejimin devrilmesinden sonra yaşanan gelişmeler ışığında ciddi biçimde sorgulandı. Esed’in düşmesiyle Gazze’nin düşeceğini iddia edenlerin varlığı tarihsel bir gerçeklik olarak kayda geçmiş, ancak bu iddialar pratikte doğrulanmadı. Gazze’nin ayakta kalması, direnişin bir rejime ya da bir devlete indirgenemeyecek kadar derin ve çok boyutlu bir olgu olduğunu gösterdi. Bu süreç, hem Suriye hem de Filistin bağlamında, söylem ile gerçeklik arasındaki farkın daha net görülmesine yol açtı.