Entelektüelin İhaneti

MUSTAFA YILMAZ


Edward Said İçin Güncel Bir Güzelleme

Her birimiz toplumun içerisinde yaşıyoruz; kendi dili, geleneği ve tarihi olan bir ırkın, soyun, inancın mensuplarıyız. Ayrı dillerimiz, renklerimiz, geleneklerimiz, tarihlerimiz, değerlerimiz ve aidiyet duygularımız bizde olağan farklılıklar oluştursa da, aynı ya da benzer sorunları farklı yoğunluklarda yaşıyoruz. Sorunlarımızı aşmak konusunda ise, değişim imkânlarına set çeken olağanüstü güçlü toplumsal, kültürel, sosyal ve siyasal otoritelerin oluşturduğu geniş bir ağ karşısında insan ve topluluklar olarak kendimizi güçsüz hissedebiliriz.

Bu otoritelere bilerek ve kasten ait olmamak, çoğu kez dolaysız bir değişim yaratamamak ve hatta bazen ne hazindir ki kimsenin farkında olmadığı bir dehşete şahitlik eden tanık rolüne mahkûm olmak anlamına gelir. Öyle olsa da birilerinin suyuna gitmeye değil de muhalefete adanan bir ruh insanı etkiler her zaman. Seslerini duyuramayan, hiçbir imtiyazları olmayan gruplar adına yürütülen mücadele çetinleşirken entelektüel hayatın romansı da, ilgi çekiciliği de, meydan okuyuşu da yine ancak muhalefet etmekle bulunabilir.

Düşünce ve yazarlık dünyasına kurulmuş iktidar konumundaki entelektüellerin arasında gerçekten ürkütücü boyutlara varan tuzu kuru bir umursamazlık sürekli büyüyüp duruyor. Bu kalın kafalı pragmatistler ve sözüm ona gerçekçiler, Foucault’nun deyimiyle “amansız bir vukufu, alternatif kaynakları taramayı, gömülmüş belgeleri gün ışığına çıkarmayı, unutulmuş [ya da terk edilmiş] tarihleri diriltmeyi gerektiren bir tanık olmaktan” bilinçli bir şekilde sakınırlar. Çünkü bunun büyük yalnızlıklara, mahrumluklara gebe bir davranış olduğunu çok iyi bilirler. Evet, insan yalnız kalır, doğru; ancak her zaman sürüye uyup mevcut duruma hoşgörü gösteren bir dalkavuk olmaktan daha iyidir yalnızlık.

İçinde yaşadığımız toplumsallık, muhatap olduğumuz resmi ideolojiler, otoriteler, kendimizi ait hissettiğimiz değerler, kimlikler, inançlar ve çatıştığımız ötekilerimizle beraber tarihin yapıcıları konumundayız. Yaşadığımız günler bence büyük ve önemli bir tarihsel kesiti oluşturuyor. Gelecek nesiller için tarih olacak olan bu zaman dilimi bizim için şimdinin ifadesi. Geçmişte kalmış ya da gelecekte kurulacak olan bir altın çağ yerine ‘şimdi’nin anlamını kavramak ve ona göre duruş sergilemek her namuslu insanın ve entelektüelin vazifesidir.

Sartre 1947’de yayınlanan ve bir yazar olarak kendisinin amentüsü denilebilecek “Edebiyat Nedir?” adlı kitabında, yazarı bir entelektüel olarak değerlendirir. Bir insanın düşüncelerini söylemesinin ve yazmasının o insanı bir entelektüel olarak siyasal alanın içinde ve siyasal olana müdahale eden konuma getirdiğinden bahseder. İnsanın konuşup yazmasının amacı tabi ki cümle âleme ne kadar bilgili, doğru ve haklı olduğunu göstermek değil; ahlaki bir iklimde, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün, hak ile batılın ayırt edilmesi; adil bir şahit olarak saldırganlığın adının saldırganlık olarak konulması, zulmün ifşa edilmesi, hakların sadece seçilmiş için değil herkes için olduğunun haykırılmasıdır.

İnsan güvenli bir alanda kalmak istiyor ve rahatsız olmak istemiyorsa yazmamalı ve söylememelidir. Ya da yazıyorsa kalemini kolonyaya batıran bir züppe olmamalıdır; genç ya da kart bir züppe.

Geri çekilme ve hizaya gelme eyleminin hüküm sürdüğü, kendi evinde rahatı yerinde hissinin yaygınlaştığı ahlaki bir çürüme içerisinde, Oscar Wilde’ın dediği gibi “her şeyin bedelini bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen kinik bir tavır içerisinde”, kendilerinden başka kimsenin anlamadığı bir jargonla konuşup yazan ürkek üniversitelilerin, gazetecilerin, çeşitli aidiyet müritlerinin; birçok kişinin gözlerine bağ, ayaklarına köstek ve ağızlarına tıkaç olduğu bir zamanda, fazla politik görünme pahasına, adınızın oyunbozana çıkması pahasına; patronunuzdan, ideolojik üstadınızdan, mezhep imamınızdan, para babanızdan, otoritelerinizden paylanmak pahasına; dengeli, nesnel, ılımlı biri olmayı reddederek, cüzamlı muamelesi görmeyi göze alarak, korkusuz ve insaf sahibi bir entelektüel tarafından söylenmeyi, temsil edilmeyi hak eden bir hakikatin var olduğunu bilerek bunu göğüslerseniz, ancak o zaman yazdıklarınız ve söyledikleriniz tarihin namuslu sayfalarında kendisine yer bulacaktır. Çünkü yazı yurtsuzluk duygusu taşıyan kişi için bir yurt olur.

Bizim hiçbir siyasi tanrıya ve kahramana ihtiyacımız yoktur. Hiçbir kimsenin hiçbir zaman ustası olamayacağı bir uğraşın çıraklarıyız biz. Bu uğraşımızın temeli, meydanı kuzu kuzu siyasal emelleri olan ruhbanlara, karizmatik demagoglara bırakmaya değil, geçmişin ve geleceğin karanlık dehlizlerindeki küf kokularını günün ışığıyla yok edecek olan içtihadi bilincimize ve güncel tefsirimize dayanır.

Ezilenler arasında da kazananlar ve kaybedenler vardır. Sadece zalimlerin iktidarının son bulması için değil, zalimlerin son askeri de artık sahneden kaybolunca ne yapacağımızı da bilerek savaşmalıyız. Entelektüel, bu savaşta hayatta kalma mücadelesinin ötesine geçerek, siyasal özgürleşme sorunlarını dile getirmeli, esas savaşla ilgisiz görülüp marjinalize edilerek bir kenara itilen alternatifleri de sunmak ve değerlendirmekle yükümlüdür.

Bizler Aimé Césaire’in müthiş tanımlamasıyla “zafer randevusunda yer almak isteyen” gösteriş meraklıları olamayız. Gerçek bir entelektüelin varoluşuna; dolayımsız somut deneyim perdelerinin ötesine nüfuz etme yolunda duyulan deruni muhtaçlık duygusu damgasını vurur.

Bugün Ortadoğu halklarının varoluş mücadelesini tartışan entelektüeller, halklara; utanıp sıkılmaksızın haklarında yargılar verilebilecek basit nesneler gözüyle bakmaktadırlar. Çeşitli lobilerin, çıkar çevrelerinin hâkim politika görüşlerinin aksi sedası bir koroyu andıran bu müneccim enayilerinin kullandıkları siyasal dil, yalanları doğru, cinayetleri saygın, savaşçıyı terörist, içi boş sözlere de derin bir filozofik ve ilahi veçhe görüntüsü vermek amacıyla tasarlanmış bir dildir. İşte bu Julien Benda’nın Entelektüelin İhaneti adını verdiği şeydir. Çünkü entelektüel ahlak ve adalete bağlı kaldığı müddetçe ilkeli bir duruşu muhafaza edebilir.

Halkları ve onların mücadelelerini tartışan entelektüel sadece şuan oldukları gibi değil, nasıl o hale geldikleri açısından da görme duyusunu harekete geçirmelidir. Entelektüel davranış, duyma, görme, sezme temelinde bilgi ve özgürlükle ilgili bir hayattır. Bu hayatta gemisi battıktan sonra karada küçük adasını sömürgeleştiren bir Robinson Crusoe olamaz entelektüel, olmamalıdır. Karayla birlikte yaşamasını bilen, yaşadığı hayatın taşıdığı olağan üstülülerinin farkında, bedavacı, fatih ya da yağmacı değil her zaman bir gezgin ve geçici bir misafir olduğunun bilincinde, bilgi ve özgürlük arasında ayrım gözetmeyen bir insan olmalıdır.

Richard Crossman, İflas Eden Tanrı kitabında, Batılı entelektüellerin Moskova’ya gidiş ve dönüşlerindeki hayal kırıklıklarını ve artık birer antikomünist olarak iman tazelemelerini anlatır. Kitabın sunuşu şu teolojik cümleyle biter: “Şeytan da bir zamanlar cennette otururdu, bu yüzden onu daha önce görmemiş olanların ilk gördüklerinde meleklerle karıştırmaları mümkündür.” Çünkü sarahaten söylemek gerekir ki, hangi türden olursa olsun siyasi bir tanrıya inanmak ve o tanrının saflarına katılmak uyanık bir bilinç için utanılacak bir durumdur. Bu katışıksız bağlılık entelektüelin dilini çürütür. Dil çürüyünce zihin uyuşup pasifleşir. Zihin pasifleşince de dil artık bir süpermarketteki fon müziği işlevi görmeye başlar. Boş ve soğuk.

Tutkuyla müdahale eden, risk alan, kendisini ortaya koyan, belirli ilkelere bağlı olarak hareket eden, tartışmada yara almaktan korkmayan, dünyevi davalar gütmeyen bir entelektüel, yazar, aktivist ve devrimcinin, saf bilgi ve soyut bilim aşkı uğruna yazdığını söyleyen derin analizci, komplocu, tarih dışı entelektüele inanması mümkün değildir. Bu müsait zaman hokkabazlarının yaptığı şey yalnızca bir ittifak arayışı, uyum ve barış değil aynı zamanda işbirlikçiliktir.

Tembelliğe ve konformizme teslim olmuş bu ‘çok derin uzmanlar’, uzmanlık alanlarının gereklerine uyarak, efendilerinin kendilerinden yapılmasını istedikleri şeyleri yaparlar. Bu uzmanlaşmaya karşı; kâr ve ödül beklentisiyle değil, tabloyu daha geniş çizmeye, belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve dinmek bilmez bir merakla, belirli bir uzmanlık alanına kapatılmayı, bir meslekten, mezhepten, meşrepten, sınıftan olmanın getirdiği her türlü sınırlamayı reddederek düşüncelere, değerlere ve eylemlere özen gösteren bir amatörlüğün bayrağını yükseltmek bugün muhtaç olduğumuz devrimci tavırdır.

Çeşitli kurumların, çevrelerin kiraladığı, efendilerinin önünde ceketleri ilikli, söylediklerini kimsenin anlamadığı, asıl kaygıları, halkların önünü açmak ve bilinç ışıkları yakmak yerine efendilerini memnun etmek ve ünlerini pekiştirmek olan derin analizciler ve uzmanlar olarak, uzman olmayanları ürküten bir toplumsal otoriteye ve bir sürü akademik unvana sahip olan bu dershane teknisyenlerinin sahte peygamberliklerini ifşa eden temiz çabalar ve ıslahatçı eğilimlerle önümüzü görebiliriz.

Öğretmenler, Yazarlar, Ünlüler kitabının yazarı Regis Debray’ın deyimiyle, “kendilerinden önceki ruhani ciddiyetle kendisinden sonraki reklamcılığın çığırtkanlığı arasındaki orta yolu” sürdüren, başka halkların yaşadığı dehşeti yine Fanon’un deyişiyle, “kendi yaşadığı dehşetle ilişkilendiren, bir halkın mülksüz bırakıldığını, ezildiğini, katledildiğini, haklarının ve politik varlığının elinden alındığını” söyleme cesareti gösterebilen ve bunun bir entelektüel olarak nelere mal olacağını umursamadan sürü davranışlarına, bağnaz aidiyetlere, akılsız müritliklere karşı çıkan bir insan olmalıdır entelektüel.

Bir insan olarak entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek ve hegemonyayı yaygınlaştıran her türlü odağı deşifre etmektir. Belli bir ırkın, belli bir toplumun, belli bir inancın yaşadığı acıları daha geniş bir insani ve ilahi bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla birleştirmektir, yarıştırmak değil. Küresel hegemonyayı, hilelerini, kaynağı ve gerekçesi ne olursa olsun her türlü istibdadı, zulmü, soykırımı başka türlü ifşa etmek nasıl mümkün olabilir?

Her konuşanın, her yazanın, her entelektüelin bir dinleyicisi ve muhatabı vardır ya da bulunur. Mesele, entelektüelin otorite ve iktidarlara karşı nasıl hitap ettiğidir. Profesyonel bir ricacı olarak mı yoksa onun itibar görmeyen ve ötelenen vicdanı olarak mı? Kariyerinin ötesinde, entelektüelin adalet ve özgürlüğe olan bağlılığı onu tahrik etmelidir. Etmiyorsa o uyuz bir keçidir sadece. Ancak buda yetmez. En özgür ruhlu kişi bile tek başına ayakta duramaz, kendisine yetemez. Kendisini bir kulübe, loncaya, mezhebe, meşrebe, meclise teslim etmiş bir memur, işçi ve mürit olmayan entelektüel halkın yazgısına katılmalı ve rolünü oynamalıdır.

Direnen halkın zihinsel ve ruhsal, savaşçının ise devrimci tükenmişliğini tahkim etmekle yükümlü olan entelektüel, her türlü inanç ve ideolojinin bütün gardiyanlarıyla ömür boyu sürecek olan bir mücadele içerisine girmesi gerektiğini bilmelidir.

O halde Ademoğlu hakikati nasıl söyler? Hangi hakikati? Kimin için ve nerede? Entelektüelin bu sorulara dolaysız cevaplar vermesini sağlayacak denli geniş ve kesin bir yöntem bilmiyoruz. Ancak bir entelektüel en azından bir başkasının varlık gerekçesini, varoluşunu gerçekleştirme arzusunu, özgürlük savaşını, kendisini feda kahramanlığını görmezden gelen, küçümseyen ahkâm kesici bayağı hilebazlıklardan uzak durmalıdır.

Halkların çektiği acıların müsebbipleriyle fikir ve eylem birlikteliği yapmayı reddetmeyen, üzerinde egemenlik kurduğu bir parça toprağa sahip olmak şöyle dursun, kazandığı küçücük zaferleri kutlayacak bir yer bulmakta zorlanan halka dost olmayan, mutluluk ve tatmin olmuşluk beyan eden resmi açıklamaları, medya zorlamasıyla yaratılan sevinç havalarını reddetmeyen bir ‘entelektüel’, bilinçli ya da bilinçsiz, gerçeğin çirkin yüzünü giydikleri kaftanlarla gizlemeye çalışan birer hokkabaz olarak halkın yazgısında yerini alacaktır.

Nihayet, halkın yazgısı gerçekleşip de, Allah’ın takdiri, yardımı ve zaferi gelince, geçmişte söylediklerini işlerine geldiği gibi budama ve sofuca pişmanlık duaları okuma faslı bizlere, bu tanrıları ellerinden uçup giden entelektüellerin suspus olmalarına rağmen, hizmet edecekleri yeni tanrılar bulmak için şurada burada dikkatli sondajlar yaptığını da gösterecektir.

Artık belli bir noktaya bomba yağdırmanın dildeki karşılığı olan belagat hummasına tutulmuş birer hafifmeşrep olmakla, ahlakın nerede ortaya çıktığını, kimin çıkarlarına hizmet ettiğini, iktidar ile adalet arasında nasıl bir ayrım olduğunu, tercihleri ve öncelikleri hakkında ne söylediğini bilen, etrafta dolaşmak yerine ayakta durup zalimlere cevap verebileceği bir mekâna sahip olan sorumlu bir entelektüel olmak arasında tercih yapmak kişiye kalmıştır. Ancak soyutlamalar ve ortodoksiler bu tercihten kaçınırlar. Çünkü teskin olmak ve okşanmak daha iyidir ve huzur verir.

ISLAHHABER