Mehmet Garip Tanyıldızı/Akşam
Egemenlik paradoksu
Biraz abartarak ifade edecek olursak, uluslararası ilişkilerde bazı anların savaş kadar etkili olduğu zamanlar vardır. Bir fotoğraf, bir jest, bir protokol detayı bazen en sert dille yazılmış bir diplomatik notadan daha çok şey anlatabilir.
Geçtiğimiz günlerde Beyaz Saray'daki Ukrayna zirvesinde Avrupalı liderlerin Trump'ın karşısına dizilerek oturduğu kare işe böyle bir sahneydi. Bu görüntü tarihsel bir gerçeğin izdüşümünü resmediyordu.
Sözünü ettiğimiz tarihsel gerçek en net haliyle 1956'da kendini göstermişti. Dönemin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır'ın Süveyş Kanalı'nı millileştirme kararı sonrası İsrail, İngiltere ve Fransa'nın başlattığı savaşa karşı ABD ve Sovyetler Birliği aynı cephede yer aldı.
Sovyetler'in Londra ve Paris'e nükleer saldırı tehdidi sonrası İngiltere ve Fransa'nın geri çekilmek zorunda kalması Avrupa devletlerinin gücünün zayıfladığının en büyük göstergesi oldu.
Bu olay, Avrupa'nın artık tek başına küresel askeri ve siyasi sonuçlar doğuracak hamleler yapacak durumda olmadığını, ABD'nin onayı ve desteği olmadan hiçbir büyük maceraya atılamayacağını gözler önüne serdi.
Süveyş Krizi, küresel güç dengesinde Avrupa'nın ABD'nin hegemonyasının gölgesinde ikincil konuma gerilediğinin tarihsel simgesiydi.
Soğuk Savaş sona erdikten sonra oluşan tek kutuplu dünya düzeninin ve ABD'nin konumunun sorgulandığı günümüzde Ukrayna üzerinden oluşan tablo söz konusu tarihsel gerçekliğin etkilerini büyük ölçüde sürdürdüğünü gösteriyor.
Uluslararası ilişkiler literatüründe ulusal egemenliğin en temel ilkelerden biri olduğu su götürmez bir gerçek. Egemenlik, bir devletin kararlarını dış baskı olmaksızın alabilmesi ve kendi güvenliğini kendi çıkarları doğrultusunda savunabilmesi ve şekillendirebilmesini ifade eder.
Ancak, Avrupalı devletler Rusya karşısında Ukrayna'nın egemenliğini savunma iddiasıyla sahneye çıkarken, aslında kendi egemenliklerini ABD'nin stratejik çıkarlarına teslim etmiş durumdalar.
Avrupalı liderlerin Trump'ın karşısında verdikleri görüntü, egemenlik adına egemenliğin terk edildiği ironik ve çelişkili durumun görsel bir karşılığıdır.
Trump'ın konumu da madalyonun ötekini yüzünü temsil ediyor.
Eski ABD Başkanı Nixon, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği'ni çevrelemek için Çin'i yanına çekme politikası uygulamıştı. Bugün ise, Trump Kissinger'ın fikir babası olduğu bu politikanın tersini yaparak Çin'e karşı Rusya'yı konumlandırmayı amaçlıyor.
Yani, Ukrayna meselesini "yeniden büyük" yapmak istediği Amerika'nın ulusal çıkarlarına hizmet ettirerek araçsallaştırıyor.
Bütün bu tablo, bize uluslararası ilişkilerde tek bir güce yaslanarak hareket etmenin ölümcül riskler barındırdığını hatırlatıyor. Olup bitenler açıkça gösteriyor ki, ittifaklar zorunlu olsa da bir ülkenin kendi stratejik aklını tamamen devre dışı bırakması egemenliğin fiilen ortadan kalkması anlamına gelir.
"Kendi göbeğini kendin kes" mottosunun uluslararası politikanın temel gerçeği olduğunu göremeyen ve bunun gereğini yerine getiremeyen devletler egemenliklerini de muhafaza edemezler dünya siyasetinde onurlu bir yer de edinemezler.