Dış tehdit karşısında toplumsal mutabakat arayışı

HAMZA TÜRKMEN

Türkiye, batısındaki  ABD tarafından desteklenen Yunanistan’ın bir nevi farklı siyonizm olan “Megala-İdea” ideolojisinin yayılmacı ihtirasının; güneyinde bizzat siyonizmin ve tüm küresel emperyalistler tarafından desteklenen Kürtçü PYD ve YPG’nin yayılmacı ihtirasının hedefi. Türkiye’nin “Denize düşen yılana sarılır” değişiyle anlatılabilecek olan 1951’de NATO’ya üye oluşunun nedeni ise, Sovyet Rusya yayılmacılığına karşı ödünç küresel bir kalkandan yararlanmak tercihi idi. Kıbrıs’ta Atlantik eksenli emperyalizmin askeri olarak üstlenmesinin amacı da Türkiye ve Ortadoğu’ya korku salmaktır.

Dünya sisteminde “Merkez” ülkeleri temsil edenG8’ler (ABD, Japonya, Almanya, Rusya, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya) ayrıca Çin ve Hindistan, ekonomik kuşatma ile Türkiye’nin en azından “Yarı-Bağımlı” ve bölgesel bir güç olmasını engelleyerek, tam vesayet altında  “Tam Bağımlı” bir ülke halinde kalmasını istemektedirler. Bunun için de Dijital Çağın iletişim kanalları ile kapitalist Pazar ve tüketim ağına tavır veya sınır geliştirecek her türlü toplumsal tesanüd, değer ve ahlakî bütünlüğü bozmaya çalışıyorlar. Kendi yayılım hedefleri ve güç temerküzü için rakip gördükleri milli veya bölgesel dayanışmaları da Müslüman toplumların İslamî ve örfî birikim ve dayanışmalarını da  çözmeye ya da yıpratmaya çalışıyorlar.

Türkiye’de iç vesayet unsurlarına karşı köklü bir değişim yapılamadı. 15 Temmuz 2016 Askeri Darbe Teşebbüsü’nden sonra idarî ve hukukî şartları kolaylaştırıcı bazı reformlar yapılsa da, iç vesayet kalıntılarını da cesaretlendirecek dış vesayet güçlerinin etkisi “bağımlılık teorisi/süreci” aşılamadığı için halen devam ediyor. Sık sık kullanılan “Türkiye’nin beka meselesi”nde ülke bütünlüğüne komplo kuran karşıt ve muharrik güçler ise daha çok NATO ülkeleri. Ülkenin birlik ve istikrarına dönük ABD başta olmak üzere bazı NATO ülkeleri “fiili tehlike”; Batılı paradigmanın yeni emperyalist güçleri Rusya, Çin, Hindistan ise “potansiyel tehlike”. Sovyet Rusya yayılmacılığına karşı Atlantik Ekseni’ne sığındıktan sonra şimdi dünya imparatorluğunu kaybetmemek için agresifleşen ABD’ye karşı Şanghay Blogu’na “Türkiye, Rusya, Çin Blogu” (TRÇ) hayali ile sığınmayı dillendirenler oluyor. TRÇ kurgusu belki ABD’ye karşı politik bir blöfü ifade ediyor, ama aynı zamanda Batı’yı oluşturan Modernite değerlerine dayanan bu iki blok arasında tercih kullanmaya yönelmek, Kemalizm gibi kendi medeniyet değerlerimizden uzaklaşmayı, içinde Türkiye toplumunun değer ve imkân olarak kendi özgücüne güvenmemeyi ifade ediyor.

Diğer taraftan ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, dış tehlike ve beka sorunu karşısında iç bütünlüğümüzün sağlanması tezini ikide bir gündeme getiriyor. “Terörsüz Türkiye” tezi veya “Barış ve Kardeşlik Süreci” de, “Yeni Anayasa” yapma gündemi de dış tehditi önleme ve vesayetten kurtulma niyetini fiiliyata geçirebilmek için “toplumsal mutabakat” arama çabasını ifade ediyor.

Toplumsal mutabakat, Kemalist ideoloji gibi pozitivizmle beraber insanın aklını mutlaklaştıran ya da kutsallaştıran  Batı medeniyeti değerlerine göre aranacaksa, toplumun özgünlüğünü parçalamak pahasına Atlantik veya Şanghay ekseninden birisini seçmeye kalkışmak Türkiye’de politika kurucuları için kolay ama toplumun dirlik ve düzenliği için mümkün olmayan bir tercihtir. Bu gerçeklik siyasilerin Batıcı güruhu ile, hak ve adaletten yana olanları ayrıştırırken, çoğunluğu oluşturan melez kimlikli siyasiler ise yelkenlerini esen rüzgâra göre açmaktadırlar.

Yeni Anayasa’yı yapacak olan da Barış ve Kardeşlik Süreci’nin gidişatını şekillendirecek olanlar da şu veya bu nedenle halkın oyunu alarak seçilen politikacılar. Politikacıların ise birbirlerine ve topluma karşı önyargılı ve ideolojik farklı yaklaşımları var. Bu farklılıklar içinde özgün bir mutabakat kurulabilir mi? Politikacıların beşeri bakış açılarının ölçüleri ile İslam medeniyet havzasına ait olan Türkiye toplumunun fikri ölçüleri usul/metodoloji açısından uyum oluşturup oluşturmayacağı hiç öncelikli olarak müzakere edilecek mi? Mutabakat ölçüsü veya ölçüleri müzakere edilirken İlahi vahyin sorduğu gibi “Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyabilirsiniz ki?” (35/36) sorusu gündemleşecek mi?

Mutabakat için temel ölçü nedir?

Rum sûresinden bir parça olan 5 ayet (20-24. ayetler), kainatın yaratılmasının insanla anlam kazandığını, insanın da bunları bilmesiyle değerli olacağını göstermektedir. Değerli olmakta başat olan da tabii ki insanların ürettiği değil Yaratıcımızın bildirdiği ölçülerdir.

İçinde yaşadığımız toplumun bozulan fıtrî eğilimleri olsa da büyük çoğunluğu yaratıcı Allah’a ve O’nun yol gösterici korunmuş kitabı Kur’an-ı Kerim’in kutsallığına inanmaktadır. Makro ve mikro alemi yaratan ve onun işleyiş düzenini mutlak olarak bilen Rabbimiz Kitab’ında insanlara “O ki yeryüzündekilerin tamamını sizin için yarattı…”(2/29) buyuruyor. Yeryüzü insanlar için öncelikli yaşama yeridir. Yeryüzü, yoklukla da varlıkla da, savaşta da hazarda da, hak ile batıl arasında da imtihan olacağımız hayat alanıdır. Buhari’nin Resulullah (s)’den aktardığı “Yarın kıyametin kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fidanı mutlaka dikiniz” (Buharî, el-Edebül-Müfred,168) emri ahireti kazanmak için ölmeyi değil yaşatmayı, dünya hayatında şahidlik yapmayı ve yaşayan şehidliği ön plana çıkarmaktadır. Bu yaşayan şehidlik mücadelesinde Allah için ölür veya öldürülürseniz tabiiki ölümsüzlüğe yürüyen şehidlerden olursunuz.

Enbiya sûresinde önce “semalar”dan bahsedildikten sonra “Allah, gökleri ve yerleri insanların istifade edebileceği kıvamda yaratmıştır.” (21/30) buyurmaktadır. Ayrıca yeryüzünde, Allah’ın rızasını ve Ahireti kazanabilme imtihanımıza konu olan hak ile batıl arasındaki tercihlerde, değer ve hakikat mücadelesinde ve savaşlarda Rabbimiz “Arza salih kullarımızın varis olacağını yazdık.”(21/105) buyurmaktadır.

O zaman nefs tezkiyesinin ve takva ehli olmanın ilk amacı yeryüzünü ve yaratılmışlar arası ilişkileri Rabbimizin ölçülerine göre imar ve inşa etmektir.   Allah’ın emri ve rızası için; Ahiret kazancı için kıldığımız namazlar bile bizi itikadi-ameli her türlü fahşaya karşı tavır almaya, hakka şahidliğe sevk eder ve etmelidir. Zira Ankebut sûresinde belirtildiği üzere “Kitap'tan sana vahyolunan şeyi oku. Salatı ikame et. Salat, fahşadan ve münkerden alıkoyar.”  (29/45) ayetinin gösterdiği bütünlükle davranmazsak, Namazla bütünleşmeyen salih ameller sahicilik konusunda eksikliklerden kurtulamaz.

Rum sûresinin22. ayetinde “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O'nun ayetlerindendir. Bunda bilenler/âlimler için ayetler vardır. buyurulmaktadır. Göklerin ve yerin yaratılışındaki dillerin ve renklerin farklılığındaki hikmeti kavrayanların  “âlim” olduğu belirtiliyor. Buradaki “âlim” kavramı dar anlamıyla “ilim ve ihtisas sahipleri”ni değil, geniş anlamıyla her insanın fıtri özellikleriyle bilebileceği doğru bir haberi, bir vakıayı anlama gücüne sahip olanlara işaret ediyor. “Âlim” kelimesinin kökü de varlık ve olayların hakikatini anlamak, temyiz yani farklı şeyleri birbirinden ayrıştırmak, bir şeyin mahiyetini iyice kavramak anlamındadır. Bu tür özellikler zaten imana ermiş takva sahibi mümin ve müminelerin özelliklerindendir. Rum sûrenin 20. ayetinde “hepimizin kökünün topraktan yaratılıp çoğalarak dağılmış beşerler” olduğumuz belirtilir.

Nisa sûresinin hemen başında belirtildiği üzere aynı nefisten ve “kendi türümüzden eşler olarak yaratıldığımız” belirtiliyor. Rum sûresinin 21. ayetinde ise eşler olarak yaratılmamız “aramıza sevgi ve şefkat duygularının açığa çıkması” için olduğu belirtilirken de bu özelliğin Yaratıcının delillerinde olduğuna dikkat çekiliyor.

Yine 23. ayette Allah’ın kudretiyle ilgili delillerinden birinin de “gece ve gündüz uyuyabilmemiz ve Allahın lütfundan nasibimizi almak için çalışmamız” olduğu belirtiliyor. Çalışmanın ilk gerekliliği ölmemek veya sıkıntı yaşamamak için zorunlu ve temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için çalışmamızdır.

24. ayette de bizlere “şimşek ve su” ile yani şimşek ile yıldırım çarpması veya aydınlatma, yağmurun habercisi olma; su ile sel afeti veya susuzluktan giderip toprağı diriltme gibi “korku ve ümit  ile Rabbimizin bizleri sınaması da O’nun delillerindendir.”

Farklılıklarımızla İlgili Nimetler

İnsanları renklerinin ve dillerinin çeşitliliği ile ilgili anlatılan hikmetin bir başka tarzı Hucurat sûresinde “kabail / oymaklar-kabileler”   ve “Şu’b / halklar” olarak yaratılmamızın amacının birbirimizle “tearuf /karşılıklı tanışma” (49/13) olduğu şeklinde açıklanır.  Farklılıklarımızla ilgili bu nimetler, vahyi ölçüler rehberliğinde dünya tarihi içinde çok kısa olan hayatımızı adalet ve huzur içinde anlamlandırıp  zenginleştirmemiz için bizlere lütfedilmiştir. Dünyadaki kulluk imtihanımız da bahşedilen bu tür nimetlere mebnidir. Ve hakikatin elinden tutanların, takvayı kuşananların yoksullukta da, zenginlikte de; savaşta da hazarda da hakkın şahidi olarak ve doğru tarafta durarak iki cihan sadetine (daryne) adım atabilecekleri açıklanmaktadır.

Dillerimizin ve renklerimizin farklılığını büyük bir asabiye ile ululanıp kendi dil ve renginize; kendi kavim ve cahili ulus tarihinize göre nalıncı keseri gibi yontan şeytanlaşma enaniyetine düşerseniz fitneden kutulamaz dünya hayatınızı da, Ahiretinizi de içinden çıkılmaz bir bataklığa, bir hüsrana sürüklersiniz. Tabii ve biyolojik varlığımız ile vahyi ölçüler arasında irtibat ve dengeyi kuramayanları zenginliklede de, yönetimde de, savaşta da üstün gözükseler bile aslında bu dünyada da ahirette de büyük bir azapla yüzleşeceklerdir. 

Resulullah (s)’ın Veda Haccı hutbesinde “Ey İnsanlar” diye başlayan hitaplarından birisi de şuydu:

“Ne beyazın siyaha, ne siyahın beyaza; ne Arap’ın Arap olmayana, ne Arap olmayanın Arap’a üstünlüğü yoktur. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktandır.” İşte evrensel insan hakları aranıyorsa en sahici kaidelerden birisi budur.

Birlik ve Kardeşlik Halimizin Bozulması

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra net olarak Müslüman coğrafya Batı cahiliyesinin hem askeri hem kültürel işgali altına girdi. Onlar her türlü sömürülerini devam ettirebilmek için içimizden kimlik olarak devşirdikleri işbirlikçileri eliyle topraklarımızı önce cahili ulus sınırlara sonra zaafa uğrayan ümmetimizi, ulus toplumlara böldüler.

1922-1923 Lozan Görüşmeleri sonucunda kafirlerle anlaşan, zihinleri Batılılaşmış Türkçü yöneticiler, Osmanlı sonrası Türkiye’de 29 Ekim 1923’ten itibaren giderek Osmanlıdan devraldığımız İslam’a saygılı kanunları, tamamen cahili Batı kanunları ile değiştirdiler. Önce sarı, sonra beyaz kökene dayanan ırkçı bir Türk milliyetçiliğini başta Oğuz kavmi olmak üzere Kürtler, Araplar, Zazalar, Lazlar, Çerkezler başta olmak üzere herkese / bütün Anasır-ı İslam’a dayattılar. Batılı hayat tarzına göre T.C. Anayasasının 42. Maddesinde görüldüğü gibi bütün eğitim hayatını Atatürk ilke ve inkılaplarına göre tekelleştirdiler ve topluma dinsizliği aşılamak veya İslam’ın hayatla ilgili hükümlerini yürürlükten kaldırmak anlamına gelen “laiklik”i vaz geçilmez anayasal ilke haline getirdiler. Böylece Türkiye’nin uluslaşma ve batılılaşma sürecini diğer halkı Müslüman olan krallık, şahlık, şeyhlik, cumhuriyet veya cemahiriyye formuna sahip işbirlikçi yöneticilere model olarak gösterdiler.

Başlangıçta kendini takiyye ile gizleyen ama Lozan anlaşmasıyla fahş olan zalimlere ve yabancılaşmaya 1923 Mayıs’ında itibaren ilk tanımlı tepki Mehmet Akif’lerin tekrar İstanbul’da çıkartmaya başladıkları haftalık “Sebilurreşad” mecmuasıyla gösterildi; sonra bu zalimliklere karşı Şeyh Said gibi anın fıkhı doğrultusunda İslami kıyamlar baş gösterdi. Ama I. Dünya Savaşı’nda milyonlarca şehid ve kayıp vermiş, Payitahttın Lale Devri’nden itibaren başlayan Batılılaşma politikaları ile tesanüdü bozulmuş ve “gücü / rüzgarı kesilmiş” (8/46) ümmet bakiyemizin Müslüman neferleri, emperyalist devletler tarafından desteklenen Batıcı-Türkçü subaylar tarafından mağlup edildi. Binlerce İslami hizmet ehli insan ve âlimimiz seküler Türk ulus dayatmasına ve Batılılaşmaya itiraz ettikleri için idam edildi. Peşinden insanların ana dilleri yasaklandı. Ezanımıza, namazımıza, Kur’an’ımıza tahrif amaçlı Atatürk veya Türklük ve Batılılaşma inkılapları adına el uzatıldı.1950’ye kadar Hac yolları tamamen kapatıldı.

Ana dili Türkçe olmayan kavimler Türk yapılmaya çalışılınca bu maymunlaştırma operasyonuna karşı İslami dirilikten uzaklaşmış veya Batının sahte özgürlük söylemlerine kanan bazı mikro milliyetçi hareketler Türkleştirmeye karşı Kürt ulusçuluğu ile tepki vermeye başladı. Bu ülkenin insanları bu cahili dayatma ve cahili tepki ile on birlerce evladını kaybetti. Kürt köyleri yakıldı, yer isimleri uyduruk Türkçeyle değiştirildi ve yüzbinlerce insan iç ve dış göçe maruz kaldı.

Ancak cahili rejim, istisnalar dışında ne İslamî olanı tasfiye edebildi ne Kürtleri veya Çerkezleri Türkleştirebildi. Baskı ve şiddet kavmi kimlikleri değiştiremedi, zorbalık ve baskılar arttıkça bazen direniş ateşi alevlenip güçlendi. Ama hem Kemalist laik ve ulusçu eğitim Kürt ulusalcılığı gibi kendisine benzeyen karşıtlarını üretti; hem modernizmden dijital çağa sıçrayan kültür emperyalizmi değer karmaşası oluşturdu.

Bu yüzden Rum sûresindeki Yaratılışımızın esası ve hikmeti ile ilgili bahsettiğimiz söz konusu beş ayet oldukça önemli ve etkileyicidir.

Toplumsal Mutabakat Arayışı Sahici mi?

Belirttiğimiz gibi Türkiye’de son günlerde güvenlik sorununa da bağlı olarak iki önemli gündem maddesi zirvededir. Birisi aslî kimlikleri inkâr eden askeri darbelerin anayasasından kurtulmak için “yeni anayasa” yapmak; diğeri Kürt meselesini ve isyanını durdurmak için “Barış ve Kardeşlik Süreci” denilen karşılıklı çözüm arayışlarıdır. İki gündem de birbiriyle irtibatlı. İki gündem de “Toplumsal Mutabakat” arıyor. Ama hukukçusundan sermayedarına, aydınından siyasetçisine kadar farklı ideolojilere mensup; farklı İslami eğilimleri veya dinsizliği, farklı ana dilleri, farklı toplumsal projeleri olan Türkiye toplumunun parçaları/unsurları hak ve adalet temelinde Barış süreci ile veya yeni anayasa ile birbirine politika ve takiyye yapmadan bir araya ve ortak hayat sürme anlayışına nasıl getirilebilir. “Dinde zorlama yoktur / Lekumdinikumveliyedin” (2/256) anlayışı laiklik olarak değil, farklı kimliklerin karşılıklı müzakere içinde birlikte yaşama formu olarak nasıl gündemleştirilebilir?

İnsan hayatta ilkin zorunlu ve temel ihtiyaçlarını gidermek için hareket eder. Bu ihtiyaçları için bebekken-çocukken ağlar, büyüyünce az veya çok çalışır. İnsanlarla ve tabiatla ilişki kurar. İbrahim (a) gibi ilk faili, Yaratıcısını fıtri olarak arar. İnsanın kendi nefsiyle, diğer insanlarla ve tabiatla ve yaratıcısıyla veya yaratılışıyla nasıl ve hangi ölçüye göre ilişki kuracağı hayatın ve hakikatin temel sorularıdır. İnsan önce bu temel ilişki ölçülerini İbrahim (a) gibi az veya çok kendi düşünerek çözmeye çalışır. İnsanın aklî sınırlılığını aşması için Yasin sûresinde belirtildiği gibi “şehrin bir yanından koşup gelen bir adam” (36/20) Resulün Allah’tan aldığı mesaja dikkat çeker. Çünkü Allahbizi yaratmış ve başıboş bırakmayıp vahyi ile yol göstermiştir. İşte Rum sûresinde işaret edilen bu beş ayette olduğu gibi “yaşadığı vakıa ve sorunlar” ile Rabbimizin bizlere vahiyle ilettiği “nass” arasında bağlantı kurup hakikate erenler, beşeri ön yargıları aşarak yaratılış hikmetini ve Yaratıcılarının Resulleriyle örneklendirdiği vahyin yolunu kavrayan idrak sahibi insanlar yani geniş anlamıyla âlimlerdir. Bu gerçeği idrak edemeyenler ise cahillerdir.

İçinde yaşadığımız yeni kurulan ulus toplum içinde mutabakat arayanların yeni anayasa yapımında Avrupa medeniyet değerlerini hakikat mertebesine yükselten cahili Kemalist ideolojiden arınma niyeti gösterip göstermediği açık değildir. Zaten Türkiye’deki çatışmanın temeli de Anasır-ı İslam arasındaki İslam bağını kopartıp Batıcı, seküler, laik ve ırkçı Türklük bağını yerleştirmeye çalışan Kemalist diktatörlük rejiminden kaynaklanmaktadır. Böyle olunca da, “yeni anayasa yapımı”na ve “Barış ve Kardeşlik Süreci”ne ilgimiz, mevcut anayasa ve tanımlarından “daha kötü” olandan “daha az kötü” olana dönüşmesi oranında ilgili olabilir.

Mevcut anayasa tartışmalarında anayasa yapıcılar ve yazıcılar beşeri bir ideoloji; Kemalizm, Apoizm, ırkçılık, liberalizm, sosyalizm, muhafazakârlık veya bilinemezcilik gibi akidevi veya doktrin olan yargılar taşıdıklarını ve bu eğilimlerin tutsaklığından kurtulup nasıl tarafsız ve adil olunacağını hiç gündeme getirmiyorlar.

Yaratılışla ve hayatla ilgili problemlerini Firavun gibi vahye kulaklarını ve gözlerini kapatarak sadece kendi sınırlı beşeri aklı ve hevasıyla çözmeye çalışanlar kalpleri mühürlenmiş bakar körlerdir, işiten sağırlardır. Hak ve batıl savaşı itikadi-felsefi kabullerde de, yaşama ve sosyal ilişki biçimlerinde de; Filistin-Gazze gibi savaş alanlarında da bütün yeryüzünde sürmektedir. 

Müminlere düşen görev hak ve adalet uğrunda seferde de hazarda da yeryüzünde kulluk imtihanı için bulunduğumuz bilinciyle davranmalarıdır. Bu nedenle hayat mücadelesi ile uğraşırken, Kur’an ve Sünnetin gösterdiği kulluk ödevlerini yerine getirmeye çalışmalı ve bu azmimiz dolayısıyla gelecekten ve Allah’ın rahmetinden ümidimizi kesmemeliyiz. Rabbimiz Hicrsûresinde buyuruyor: “Kullarıma haber ver: Ben, çok bağışlayıcıyım, Kesintisiz Rahmet Sahibiyim. Fakat azabım, elem verici bir azaptır.” (15/49-50) Allah bizleri vahyin kulpuna tutunanlardan ayırmasın, iki dünyada da felaha erenlerden eylesin.

Allah bize de, içinde bulunduğumuz topluma da hidayet ve arınma yollarını açsın, cahiliyeden hicret etme bilincini en başta alnı secdeli olanlara ihsanda bulunsun inşallah.