Dini siyasete alet etmek

Gülay Göktürk

İşte sonunda bu da oldu. "Dini siyasete alet etmek" sakızı Erdoğan'ın diline de bulaştı.

Günlük siyasi polemiklerde adım başı kullanılan, kullanıla kullanıla da pek doğru sanılan klişelerden en başta geleni bu herhalde: Dini siyasete alet etmek... O kadar uzun zamandır o kadar çok kullanıyoruz ki bu ifadeyi, artık ne anlamı sorgulanıyor, ne de en ufacık bir şüphe gölgesi var üzerinde.

"Dini siyasete alet etmeyin" deyince akan sular duruyor. Dini siyasete alet eden siyasetçi en büyük suçu işlemiş oluyor. Bu klişe, dini toplumsal yaşamın dışına sürgün etmenin formülasyonu olarak kullanılıyor ağırlıklı olarak. Dini sembolleri, dini ritüelleri, dini pratiği tümüyle görünmez kılmak, dini sadece tanrıyla kul arasında yaşanan, dışarıdan görünmez bir ilişki haline getirmek, kamu alanındaki bütün görünürlülüğünü yok etmek için...

Oysa hiçbir din insanla tanrı arasında sıkışık bir vaziyette yaşayamaz. Dinler, kurallarıyla, ritüelleriyle, sembolleriyle, yarattıkları aidiyet duygusuyla, dayanışmayla, kültürle toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçalarıdır. Dolayısıyla, din bu toplumun içindeyse, siyaset de toplum için yapılıyorsa, din elbette siyasetin içinde olacak. Dini siyasetin içinde olması, ille de dinin kurallarının topluma dayatılması anlamı taşımaz.

Laik bir ülkede karşı olunması gereken şey, ülke yönetiminde din kurallarının esas alınması, ya da dini inançlar temelinde ayrımcılık yapılmasıdır. Peki bu klişe nereden türemiş? Anakronik bir korkudan...

Aslında din ile laik devlet arasındaki şiddetli iktidar savaşının tarihte kaldığını; caminin laik devletin en güçlü rakibi, en ciddi iktidar alternatifi olduğu dönemin çoktan kapandığını bir kabul edebilsek, o zaman dini duyarlılıklara da tıpkı milli duyarlılıklar, kadın duyarlılıkları ya da çevre duyarlılıkları gibi "masum" duyarlılıklar olarak bakabileceğiz.

Din dışı duyarlılıklar çeşitli taleplere dönüşüp siyasetin konusu olduğunda nasıl serinkanlı bir tutum alabiliyorsak, dini duyarlılıklardan kaynaklanan çeşitli taleplerle karşı karşıya kaldığımızda da aynı şeyi yapabileceğiz. Siyasetçi dindar kitleden gelen bir talebe cevap verdiği zaman şeriat geliyor diye hop oturup hop kalkmaktan kurtulup, konuyu tekil bir biçimde ele alıp, somut olarak o talebin anlamını, laikliği zedeleyip zedelemediğini, toplumun diğer kesimlerinin hak ve özgürlükleriyle çelişip çelişmediğini gönlümüz ferah bir şekilde tartışabileceğiz.

Ve o zaman bir şey daha olacak: siyasetin doğal kontrol mekanizmaları devreye girecek. Sürekli olarak bir grubun hassasiyetlerini ön plana alan iktidar diğer kesimlerin tepkisini çekecek ve oy kaybedecek. Dinsel kökenli kimi taleplerin, diğer kesimlerin hak ve özgürlükleriyle çelişip çelişmediği demokratik tartışma içinde belirlenecek.

Eşitliği ve toplumsal dengeleri bozan aşırı davranışlar bu yolla elenecek. Yasaklamanın, damgalamanın, "dini siyasete alet etmek" gibi klişe suçlamaların yerini demokratik mekanizmaların düzeltici etkisi alacak. Siyasetçi, genel anlamda, yönetmeye talip olduğu toplumda var olan bütün duyarlılıkları, bütün talepleri, bütün sorunları "siyasete alet etmeye" çalışır. Yani bunlar üzerinden siyaset yapar. Bu duyarlıklara sahip çıkarak güçlenmeye, bu sorunları çözerek desteğini arttırmaya çalışır. Bunu oportünizm olarak algılamak, siyasetin ne olduğunu anlamamaktır.

Başbakan Erdoğan'ın, CHP'nin "her mahallede bir Kur'an kursu açılımı"na, bütün Kur'an kurslarının Diyanet'in denetimi altında olması gerektiğini savunarak karşı çıkması aynı konuşmada yaptığı ikinci büyük gaftı doğrusu. Hani nerde kaldı liberal laiklik tarifi? Nerde kaldı devletin din üzerindeki baskı ve kontrolüne karşı olma tutumu? Bir polemik uğruna, iki ilke hatası birden yapmaya değer miydi?

BUGÜN