Dindar Eşref Edib’in anılarındaki zulüm çemberi

Yavuz Bahadıroğlu

Bir zamanlar bu topraklarda düşünen herkesin boynuna bir “boyunduruk” geçirilmek istenmiş, direnenler “sağcı”, “solcu”, “dindar”, “dinsiz”, Türk”, “Kürt”, “Laz”, “haklı”, “haksız” ayrımı yapılmadan süründürülmüştür.

Önemli olan ne olduğunuz değil, itaat edip etmediğinizdir. Kayıtsız-şartsız “itaat” eden dünya cennetinde keyfine bakar, itaat etmeyenler ya sehpaya sürülür, ya da zindanı boylar.

Rahmetli gazeteci-yazar Eşref Edip Fergan da kayıtsız-şartsız itaat etmediği için zindanı boylayanlar arasındadır.

Kendisini rahmetli Av. Bekir Berk’in yazıhanesinde (o tarihte “yazıhane” derdik, şimdi ne hikmetse “büro” hatta “ofis” diyoruz) tanıdım. Başından geçenlerin bir kısmını kendisinden dinledim, bir kısmını hatıralarından okudum.

Yıl 1925 Mayısı, yer Heybeliada... “Sebilürreşad” Gazetesi sahibi Eşref Edip Bey, sabah vapuruna yetişmek için hızla yürüyor. Denizcilik Okulu’nun yanından inerken sokağın karşısındaki polis karakolunda bir kaynaşma dikkatini çekiyor.

Gerisini kendisinden dinleyelim...

“Yürüdüm. Bir polis bana doğru gelmeye başladı. Karşılaştığımızda, karakola kadar gelmemi söyledi. Karakolda komiser ayakta geziniyordu. Biraz heyecanlı idi.

“Alınan emir üzerine tevkif edildiğimi tebliğ etti. Böyle bir şey beklemediğim halde hiçbir telaş göstermedim. İçime korku da gelmedi. Korkacak ne var? Yarası olan gocunur...”

Yarası olmadığı için gocunmayan yazarı polis nezaretinde Pendik yoluyla, o günlerde polis merkezinin bulunduğu Babıâli karşısındaki Danıştay binasına götürüyorlar. Neden gözaltına alındığına ilişkin hiçbir sorusuna cevap alamadan apar-topar Ankara trenine bindiriliyor.

Ankara’da önce İstiklal Mahkemesi’ne, ardından da Cebeci’deki Tevkifhane’ye götürülüyor. Çırılçıplak bir odaya koyup üstüne kilit vuruluyor. Bir hafta yemek getiren erden başka kimse ile görüştürülmüyor...

“Geceler boyunca tahta ile demirin karşılaşmasından doğan korkunç sesleri ve yankılarını dinledim.

“Ardından betonu yeni dökülmüş rutubetli ve yine çıplak bir başka hücreye nakledildim.

“Moralimi yüksek tutmaya çalışıyordum. Böylece günler, haftalar ve aylar geçti. Demir kapılar, demir pencereler, soğuk taş duvarlar, rutubetli beton tavanlar, ölü kafatasları, insan kemikleri ile dolu kara topraklar, süngülü bekçiler. Kara ruhlu gardiyanlar, akrepler, çıyanlar...

“Sağda solda feryatlar, iniltiler... İdama götürülenlerin ağlayışları, haykırışları... Zihnimi giderek ümitsizlik, üzüntü ve endişe kaplıyordu. Suçum neydi bir öğrenebilseydim, bir nebze olsun rahatlayacaktım...”

Suçunu ancak hüküm giydiği gün öğrenebiliyor.

Aylar sonra bir gün Mahkeme Reisi Kılıç Ali, tevkifhaneyi kontrole geliyor. Eşref Edib’in hücresini ziyareti sırasında, Eşref Edib Beye hayretle soruyor: “Aaaa! Sen burada mısın?”

“Bizi unuttunuz galiba!,” diye cevap veriyor Eşref Edib Bey, “artık bu kadar cefa yeter. Rica ederim, çağırın da, ne soracaksanız sorun.”

“Merak etme, birkaç güne kadar çağıracağız. Seni Şark’tan (Doğu’dan) istiyorlar.”

Bu sözün ne anlama geldiğini, Eşref Edib, daha sonra öğrenecektir: Meğer Şeyh Said İsyanı yüzünden Doğu’nun kasıp kavrulmasını gazetesinde ucundan kıyısından eleştirmiş, hükümetin bütün hışmını üstüne çekmiştir.

Silivri Cezaevi’ni “toplama kampı”na benzeten, Sayın Kılıçdaroğlu, bilmem bu işe ne diyecek?

Bir dahaki yazımızda, öteki uçtan (solcu) birine, Zekeriya Sertel’e bakalım.

YENİ AKİT