Deprem, kolesterol ve elde var hüzün

Süleyman Seyfi Öğün

Modern anlamda bilimlerin hayatımıza girişi sadece ürünleri üzerinden olmadı. Modern bilim bir kuruluş felsefesi olarak hayatımıza girdi. Yani Türkler, imparatorluktan modern bir devlet ve toplum olmaya doğru evrilirken, kurucu değerleri arasında olarak bilimi merkeze aldı. Bilimin yol gösterici bir değer olarak tescili ve ardından gelen pozitivist kültür dalgası buna delalet eder.

İrşad, yani yol göstericilik, kadim hayatımızda bu ağırlıklı olarak dinsel; onun içinde de yine ağırlıklı olarak tasavvufi bir boyut ve yapılanmaya işaret eder. Yol gösterici, Zygmunt Bauman'ın ifadesiyle üst düzey ya da öyle olduğu düşünülen bir yorumcudur ve günlük hayatın içinde bunalan ve çıkış yolu arayan insanlara öneri ve telkinleriyle destek olur.

Burada önemli olan, yorumların çeşitliliğidir. Yani tasavvuf zaten çok sayıda meşrebiyle ya da neş'esiyle bir farklılıklar dünyasıdır. Buna bir de günlük hayatın karmaşası eklendiğinde ortaya çıkan manzaranın ne kadar cümbüşlü olacağını kestirmek zor olmasa gerekir. Bu durum, sonu gelmez yorum hetorodoksisi [çeşitliliği] ile günlük hayat kaosunun birbiri içine girmesinden kaynaklanır. Bu durum, kadim hayatın akışında, özellikle de onun içindeki iktidar odakları; yine Zygmunt Bauman'ın tabiri ile "yasa koyucular" adına sıkıntılı bir duruma işaret eder. (Buradaki yasa koyucu kavramı hem dünyevi hem de dinsel karşılıkları üzerinden anlaşılabilir). Ama kadim hayatın imkânları yasa koyucuları bu hetorodoksi ya da kaos karşısında çoğu kez biçare bırakmıştır. Yorumlar, yasalara; hatta yasa koyucuların gazabına rağmen, özellikle de günlük hayatın içinde varlığını sürdürmüşlerdir.

Modernlik, içerdiği yeni araçlarla yasa koyucuları tarihte görülmemiş ölçülerde donanımlı kıldı. Bu donanım, yasa koyucunun muktedir olma iddialarını da pekiştirdi. Cedlerinin yapmayı çok isteyip de "ma'alesef" yapamadığı pek çok şey, modern yasa koyucular için çocuk oyuncağı haline geldi. Bu da tarihte ilk kez, "ortodoksinin" [tekçilik] -bunu elbette dinsel değil sosyolojik karşılığıyla kullanıyorum- "heterodoksi"; "yasa"nın "yorum", "logos"un ise "kaos" karşısındaki tarihsel zafiyetini giderecek bir tarihsel fırsat olarak algılanmıştır. Hayatı standartlaştırma işi modern ortodoksinin şaşmaz iddiası olarak tecessüm etti. Modernleşme süreçlerine kadar yasaların müdahale alanının dışında varlık bulan yorumlar, artık yaşayacak ve nefes alacak zemin bulmakta zorlanıyordu. Hayatı düzene kavuşturmak ve standart iş ve işlemlere dayalı olarak yapılandırmak zaten yasa koyucuların tarihsel beklentisidir. Modernlik bu arzunun sermayenin talepleriyle eşlenmesini anlatır.

toplumsal ihtiyaçlar bilimi nasıl etkiler?

Modernleşme süreçleri yorumları ezdi ve sindirdi. Bilimin hayata rasyonel, önceden hesaplanabilir bir düzenlilik kazandırmakta yegane dayanak olarak tezahürü de buraya isabet eder. İlim, yorumları da içerdiği için modernlik tarafından kabul görmedi. Bilim yorumsuz bilgidir. Çünkü epistemolojisinde öznellik dışarıda bırakılmıştır.

Bilimsellik, yorumların akıl karıştırıcı, standardı olmayan, öznelliğe açılan belirsiz, ucu açık, başı sonu belli olmayan; dolayısıyla güvenilmez dünyasına karşı; bilimin sağlam "doğa yasalarıyla" desteklenmiş, standart, şaşmaz, neden-sonuç disiplininde tecessüm eden güvenilir dünyasına doğru, hem bireysel hem de toplumsal anlamda evrilmeyi anlatır. Sözü edilen süreç, bazılarınca sanıldığı üzere bir epistemolojik kopuş, ya da tercih geliştirmek de değildir. Yani dinsel ya da meta-fizik bilgiden vazgeçip, doğa bilimlerinden sağlanan bilgileri mutlak kılmak değildir. Bu, epistemolojisi ne olursa olsun bütün bir bilgi birikimini dinî bilgiler de dahil "yasalı bilgiler" haline getirilmesi anlamına gelir.

Türk modernleşmesinde ortaya çıkan, yasaya uydurulmuş değil, bizatihi yasalı bilgi geleneği kurma ideali aşağı yukarı erken üniversite tarihimizin de merkezî kurucu değeridir. Elbette zaman içinde bu yasalı bilgi oluşturma işini abartanlar ve epistemolojik tercih aşırılıklarına kadar götürenler çıkmıştır. (Bu, bilimselliğin bilimciliğe evrilmesini anlatır). Zaten ilk büyük sıkıntı da burada ortaya çıkmıştır. Bilimci epistemolojik yadsımacılık, yasalı bilgi inşa etme sürecinin biraz da tuhaf bir çocuğudur ve kaçınılmaz olarak kendi kendisiyle çelişir. Çünkü yasalı düşünmek, yorumları tasfiye etmek adınadır. Ama bilimsellik, bilimcilik olarak epistemolojik yadsımacılığa doğru hareketlendiğinde, Umberto Eco'nun ifadesiyle kendisi bir "aşırı yorum"a dönüşmekten kurtulamaz.

Yorumlar ister yasasız isterse yasaya uydurulmuş örnekleri üzerinden gidelim, eş-anlı olarak hem özgürlükler hem de riskler alanıdır. Yorum ve özgürlük birbirini emzirir. Yorumlayabildiğimiz için ve yorumladığımız kadar özgürüzdür. Öte yandan özgür olduğumuz için ve özgür olduğumuz kadar yorumlarız. Müesses olanın özgürlüklere en fazla akıl erdirdiği yerde bile özgürlüğün mızıkçılık yapacak bir şeyler bulması ve müesses olanla bir türlü tam barışamaması bu yüzdendir. Bu "mızıkçılık" en fazla özgürlük tecrübesinin risk alanlarına doğru genişlemesi sırasında hissedilir. Bu durumlarda yasa koyucuların kendisini alamaması ve gazaba gelmesi de sık görülen bir olgudur.

Bütün bunlar kendi içinde yine de anlaşılır şeylerdir. Yasa yapmakla, doğanın yasalarını merak etmek ve yasayı doğa ile eşlendirmek modernliğin icabatındandır. Anlaşılması zor iki önemli husus var. Bunlardan ilki, modern yasaların olanca baskılamalarına karşın yorumların karşıt kültürel sızıntılar olarak modernliğe sirayet etmesi ve modern görünümlerle yeniden zuhur etmesiyle alakalıdır. Unutmamak gerekir ki modernliğin efsaneleri, kadim ve sahih efsanelerden daha çeşitli ve daha tesirlidir.

Bugünün dünyası alternatiflerin dünyasıdır. Alternatif olan bir derecede yasadan sapmayı anlatır. "Alternatif" olarak taçlanmış ne varsa -mesela alternatif tıp- kadimden moderne yönelik olarak mutasyona uğramış yorumlardır ve bir yüzüyle kadim olanı; diğer yüzüyle de modern olanı okşamaktadırlar. Tuhaflık bu mutasyonun kendisindedir. İkinci tuhaf durum daha da düşündürücüdür. Bu yasalı bilginin parçalanması ve ağır yorum farklılıkları üzerinden dağılmasıyla alakalıdır. Modernleşmenin tarihi içinde yasa-yorum tartışması, yorum farklılıkları ve yorumlar-arası tartışmalar sürdü. Ama bu tartışmalar ağırlıklı olarak siyasette, kültür tartışmalarında cereyan etti. Bu gelişmelere, her ne kadar yasa koyucular tarafından çok gönülden hoşgörülmeyip istenmese de, özellikle demokrasinin çoğulcu yapılanmasının yüzü suyu hürmetine katlanıldı. Ama özellikle bilimsel bilginin bu tartışmaların dışında kalacağı, bilimsel tartışmalar olsa da bunların dar ve rafine çevrelerin tekelinde kalacağı düşünülüyordu. Mesela Kuantumcularla, Einsteincıların tartışmaları aile içi yorum farklılığı olarak muamele görüyordu. Zaten bu kadar rafine bir tartışmadan kime ne zarar gelirdi ki? Bu rafine tartışmalar elbette bir gün uzlaşmayla ya da bir tezin diğerini nesnel olarak tasfiye etmesiyle sonuçlanacaktı. Ama öyle olmadı. Bilimsel bilgi katışıksız bir merak olmaktan çıktı ve hızla mühendisliğe eklemlendi. Bilim ve teknoloji ilişkisi ilkinin bağımsız, diğerinin bağımlı değişken olması beklenirken, tersine döndü. Teknolojik gereklilikler bilimsel gereklilikleri belirlemeye başladı. Bu da bilimsel bilginin pratik yarar, ardından kârlılık ilkesine göre işleyen bir kulvara doğru savrulmasına yol açtı. Bilgi ile endüstriyel rasyonalitenin gereklilikleri eşleşti. Bu savrulmalar bilimsel bilginin toplumsallaşmasını, ardından da popülerleşmesini hızlandırdı. Bilim toplumu değil, toplumsal ihtiyaçlar; daha doğru bir ifadeyle toplumsal ihtiyaç olarak tanımlanan gereklilikler bilimi belirlemeye başladı. Bu, bilimin nesnellik iddialarını zayıflattı ve bilimsel bilginin nasıl yorumlanacağı sorusunu siyasal ve kültürel tartışmalarda süregiden yorum tartışmalarına eklemledi. Bu da zaten bir sonuç olarak akla uygundur. Eğer bilimsel düşünce özerkliğini kaybettiyse ve Foucault'nun ünlü aforizmasında olduğu üzere iktidar ilişkilerine eklemlendiyse ne beklenebilirdi ki?

1999 depremi bu açıdan milattır. Bizi yorumların dağınıklığından kurtarmasını beklediğimiz yasalı bilgi, deprem konusunda, akademik çevreleri aşan ve kamusallaşan tartışmalarıyla; daha berrak söyleyelim, ekran karşısında birbirine giren mühendisleriyle iddiasını kaybetmiş durumdadır. Bunu tıp tartışmaları izledi. Son dönemdeki kolesterol tartışmaları da bunu tamamlıyor. Eminim sırada başka tartışmalar da izleyeceğiz. Bu tablo karşısında ne demeli? Toplamda bakıldığında galiba, şairin dediği gibi "elde var hüzün"...

ZAMAN