“Demokratik anayasa” ve “özgür insan” faktörü

“Yeni anayasayı yaz” diyorlar; nesini yazayım?..

 “Elbise uyduramadık gömlek verelim” dercesine, tümünü değiştirme teşebbüsünü rafa kaldırıp, sadece bazı maddeleri değiştirmeye razı olan iktidarın artık kabak tadı veren geri adım atışlarını mı?
Buna rağmen muhalefeti uzlaşmaya ikna edemeyip aynı peşin hükümlere bir kez daha toslamasını mı?
“Tepki” anayasalarından çektiklerimiz ortada dururken, yeni bir tepki (bu kez hukuk sistemine tepki; gerçi bu konuda iktidar haklı, ancak söz konusu anayasa olunca daha soğukkanlı düşünülmesi ve oluşturulması gerekir) paketi oluşturmasını mı?
Yoksa özgürce fikrini açıklama hakkını milletvekillerine vermeyen baskıcı partilerin “demokratik anayasa” yapma iddialarını mı?
Demokrasi bir kültürdür ve pek çok şey gibi, aile terbiyesiyle başlar...
Oysa ailelerimiz aşırı baskıcı...
Özellikle babalar (bazen de anneler) çocukların üzerinde müthiş bir hegemonya kuruyor...
Bunun da “onların yararına” olduğunu söyleyip kendilerini rahatlatıyorlar.
Oysa “çocukların yararına” saydığımız pek çok şey aslında “zararına” oluyor...
Kimliksizleşip kişiliksizleşiyorlar!
Bu kuşku ve korku tufanının ortasında, ruhsal gelişimlerini tamamlayamıyorlar.
Tabiatıyla bu durum her alana yansıyor.
Siyasi partiler de paylarını alıyorlar.
Kürsüye çıkıp kişisel fikrini parti üst yöneticilerine rağmen özgürce dillendiren kaç milletvekili hatırlıyorsunuz?
Söyler misiniz bana: Onca milletvekilinden hiçbiri, neden hiçbir zaman genel başkandan farklı düşünmüyor?
Özel toplantılarda “farklı” olan ve bunu rahatça ifade edebilen milletvekili, neden parti toplantılarında “itaat insanı”na dönüşüyor?
Onlarca insanın her konuda aynı şeyler düşünmesi, aynı şeylere inanması size normal geliyor mu?
Bana gelmiyor açıkçası...
Bu yüzden de “demokratik anayasa” iddialarını öteden beri tebessümle karşılıyorum.
“Çaresiz dertlere düştüm, aman doktor bir çare” arayışlarıyla kaybedecek zamanımız yok. Zaten çaresizlik de söz konusu değil. Bugün itibariyle “demokrat insan” yetiştirmeye başlarsak, yakın bir gelecekte “Demokratik Türkiye” hasretine kavuşuruz.
Tabii önce aileye çeki düzen vermek gerekiyor...
Onun yanı sıra da eğitim sistemine...
Çünkü her iki sistemde de arızalar var!
Halkın hoşuna giden icraatlar yapmak, demokratik açılım anlamına gelmez. Çünkü bunu, halkın rızası hilafına tepesine tünemiş diktatörler bile yapa gelmişler.
Demokrasiyi (hangi demokrasi?) borçlu olduğumuz iddia edilen İsmet Paşa dahi, 14 Mayıs 1950 seçim sathı mailine girildiği andan itibaren halkın hoşuna gideceğini umduğu şeyler yapmıştı.
Meselâ sadece polis devletlerinde rastlanan “Polis Vazife ve Selâhiyetleri Kanunu”nu değiştirmiş, sıkıyönetim ve “İstiklâl Mahkemeleri Kanunu”nu yürürlükten kaldırmış, ilkokullara, isteğe bağlı din dersleri koydurmuş, İmam-Hatip kurslarını (okul değil, sadece kurs) faaliyete geçirmiş, hattâ yıllar önce kapatılan İlâhiyat Fakültesini yeniden öğretime açmıştı.
O güne kadar kendisine “diktatör” diyenleri zindanlarda süründüren “Millî Şef”, artık durumunu izah etmek gereği duyuyor, “Seçim zamanında diyar diyar dolaşarak kendini vatandaşlarına beğendirmeye çalışan diktatör işitilmiş midir?..” şeklinde konuşuyordu.
Rakip partilerin kurulmasına mecburen ve kerhen izin verdiği için de, kendisini sevenler tarafından “Hürriyet kahramanı” olarak selamlanıyordu.
Demokrat Parti kurulduktan sonra, ilk kez seçilememe korkusuna kapılan bazı CHP önderleri İsmet Paşa’ya gidip, “Böyle olacağını bilseydik halk için bir şeyler yapardık, biz hep parti için bir şeyler yaptık; şimdi bizi bu halkın önüne mi atıyorsunuz?” diye ağlıyorlardı.
Haklıydılar: Zira CHP o günlere, rakipsiz olmanın rehaveti içinde gelmişti. Halkı neredeyse yok saymış, milletten gelen taleplere kulaklarını tıkamış, devleti milletsizmiş gibi yönetmişti.
Bir tarafta alternatifsizlik, diğer tarafta ise “sahibinin sesi” milletvekilleri...
Ve derin bir rehavet, tembellik, kılını kıpırdatmama durumu...
Alternatifsizlik ve inisiyatifsizlik gerçekten de vahim bir olaydır. Partileri içten içe çürütür. Dünün büyük partilerinin (CHP, DYP ve ANAP gibi) kısa süre içinde çözülüp çökmesi bu yüzdendir.
İç muhalefet ilk bakışta sevimsiz görünse de, zaman içinde taşlar yerine oturur ve partiler sağlam bir zemine kavuşur.
Keşke milletvekilleri anayasa paketi üzerinde tek tek çalışmış olsalar ve kişisel görüşleri istikametinde özgürce fikir beyan edebilseler...
Bu haliyle kimin neden kabul ettiği, kimin neden reddettiği belli değil.
Genel Başkan “kabul” diyorsa kabul, “red” diyorsa red!
Genel Başkan “doğru” diyorsa doğru, “yanlış” diyorsa yanlış!
Koskoca milletvekillerinin “kişiye özel” fikirleri yok...
Olsa bile söyleyemiyorlar.
Bunun da adı “demokrasi” oluyor!

VAKİT