Türkiye’de nesillerin kimlik inşası, tarihin geçmiş dönemlerinde zorlu coğrafi koşullar, asırlardır süregelen siyasî ve ideolojik etkiler altında evrimsel bir değişim serüveni yaşamıştır. Bu serüven tarihin her döneminde farklı şekillerde ve farklı boyutlarda bir nesil inşasını beraberinde getirmiştir. Pozitivist felsefenin yaygınlaşmasıyla manevi olgular maddi ve meta endeksli değerlere dönüşmüştür. Bu doğrultuda modern toplumlarda bireysel kimliğin varoluşsal gelişimi yerini “gösterme ve beğendirme” merkezli vitrin karakterlere bırakmıştır. Seküler paradigma, kendine özgü değer retoriği ve karakter yapısı ile kültürel, geleneksel ve dinsel boyutlarda sosyal-gündelik yaşamın tüm alanlarını kuşatmıştır. Bu yapısal çözülme erdemden yoksun bilinçli bir şuursuzluk hali üretmiştir. Nihai olarak gelinen noktada insan merkezli ve sosyal fayda endeksli yaklaşımlar yerini bilinçsiz ve amaçsız bir nesil üretme anlayışına bırakmıştır. Bu şuursuzluk hali toplumların “değer” merkezli ilişkilerinin derinden zedelenmesine sebep olmuştur. Yetişkinler bu şuursuzluk vebasından tamamen kurtulamamış olsa da gelecek nesilleri korumanın en öncelikli yolu bellidir. Topluma yön verme iddiasında olan “ailede baba, okulda öğretmen, geleneksel toplumlarda akil kişi, İslami cemaat veya STK’larda ise lider” konumundaki kişilerin bu noktadaki sorumluluklarını üstlenmesi gerekmektedir. Nitekim Peygamber efendimizin bu konudaki yaklaşımlarını ilgili hadiste görebilmekteyiz: “Hepiniz çobansınız, güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur.”
Resulallah’ın örnekliğinde toplumun her kesiminden kişinin bu noktadaki sorumluluklarının farkında olarak elini taşın altına koyması gerektiği anlaşılmaktadır. Sürekli bir eleştiri halinde olan ve kendi tutum/davranışlarını sorgulama süzgecinden geçirmeyen ebeveynlerin ve yetişkinlerin bu tarihi yükümlülüğü yerine getiremeyecekleri aşikardır. Hasılı kelam, söz buraya gelmişken değinmeden geçemeyeceğim bir husustan bahsetmek isabetli olacaktır. Sosyal ilişkilerde, yetişkinlerin sürekli olarak gençleri eleştirdiği, yalnızca sonuç odaklı değerlendirmeler yaptığı bir zaman diliminde yaşamaktayız. Gençlerin “gayesiz, yönü belirsiz, saygısız” olduklarına dair eleştiri cümlelerini işitmediğimiz gün neredeyse yoktur. Diğer bir ifadeyle okulda öğretmenlerden, evde ebeveynlerden, toplumda öncülük üstlenen kişilerden bu tür yakıştırmaları sıkça duyuyoruz. Kur’an’ı Kerim’de bu hâleti ruhiye şöyle izah edilmektedir: “Sizler kitabı okuduğunuz halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara Süresi 44. Ayet). Bu ayet çerçevesinde düşünecek olursak öz eleştiri kültürünün aramızda pek de yaygın olmadığını söylemek mümkündür. Halbuki tohum/toprak metaforundan da anlaşılabileceği gibi “ne ekersen onu biçersin” anlayışının sosyal ilişkileri tesis etmedeki rolü göz ardı edilmemelidir.
Genç nesilleri yetiştirmede İslami hareketlerin öncü isimlerinin “mücadele ve dava bilinci” çerçevesinde gençlere kazandırmaya çalıştığı bakış açılarını hatırlatmakta fayda vardır. Bu noktada meramımızı anlatacak iki temel örnekten söz etmek gerekir. Bunlardan ilki, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in şu misalidir: “Eğer bir ateist genç, iyilik yapmayı erdem olarak görüyorsa, bu kesinlikle atalarından miras kalan İslami terbiyenin bir sonucudur. Çünkü onun nenesi, dedesi veya ebeveyni iyilik yapan bir insandır.” İkinci örnek ise merhum Şehit Hasan el-Bennâ’nın şu tutumudur: “El- Benna bir gün seyahat halindeyken yolda Müslüman Kardeşlere mensup bir gence rastlar. Aracını durdurup bu gençle sohbet eder, onunla sarılıp kucaklaşır ve birkaç nasihatten sonra yoluna devam eder.” Bu da onun Müslüman gençlere verdiği değerin en güzel örneklerinden biridir. Öncü isimlerin benimsediği bu metotlardan yola çıkarak gençleri İslam’a kazandırmanın temel yolunun onlara değerli ve önemli kişiler olduklarını hissettirmek olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu anlayışlar, gençleri suçlamak yerine onları anlamaya, yetiştirmeye ve yönlendirmeye odaklanan bir bakış açısının ürünleridir.
Resulallah’ın Asr-ı Saâdet döneminde sahâbelere yaklaşımında değer merkezli nesil yetiştirme bakış açısının izlerini sürmek mümkündür. Sürekli çağdan ve toplumsal süreçlerden şikâyet edip bunun faturasını gençlere kesenlere hatırlatmakta fayda vardır ki; gençlerin yaşadığı ahlaki çöküntü ve yönsüzlük sadece bu çağa özgü değildir. Hz. Peygamber’in genç sahabeleri yetiştirdiği Mekke toplumunda da durum bundan farklı değildi. İslam gelmeden önce Mekke, ahlaki yozlaşmanın ve sosyal adaletsizliğin yoğun yaşandığı mevcut bir toplumsal yapıdan oluşmaktaydı. Zina, içki, kumar ve faiz hayatın olağan parçaları hâline gelmişti. Kadınlar bir meta gibi görülüyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Güçlü olanın zayıfı ezdiği, köleliğin yaygın olduğu, kabile üstünlüğünün insanlık onurunun önüne geçtiği bir düzen hâkimdi. Zulüm, haksızlık ve çıkar ilişkileri toplumun dokusuna işlenmişti. Hak ve adalet servet ve statü sahiplerinin elinde tuttuğu ve hâkim olduğu tekelleşmiş bir olguydu. Mekke sokaklarında içki meclisleri, putperest ayinleri ve gösteriş kültürü bir yaşam biçimi hâline gelmişti. İşte Allah Resulü (s.a.v.) böyle bir toplumun içinden, iman, ahlak ve adalet bilinciyle yoğrulmuş bir gençlik yetiştirdi. Bu gençler, karanlığın ortasında ışık olmuş; vahyin rahmet ikliminde yeniden bir kimlik kazanmışlardı.
Hz. Peygamber (sav) insanlar ile kurduğu değer ve erdem ilişkisinden kaynaklı tebliğ görevini üstlenmesinden itibaren Mekke toplumunda kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayrımı yapmadan herkesi İslâm’a davet etmişti. Onun çağrısına şehirde yaşayan hemen her gruptan insanlar olumlu cevap verip Müslüman oldular. İslâm’a girenlerin ortak özelliği ise onların ortalama yirmili yaşlardaki gençlerden oluşmasıdır. Genelde ilk Müslümanların köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimseler olduğu şeklinde yaygın bir kanaat vardır. Ancak ilk kaynaklarda isimleri zikredilen Müslümanlara bakıldığında onların büyük çoğunluğunun yoksullar değil, refah içerisinde yaşayan Mekke'nin nüfuzlu ailelerine mensup gençlerden oluştuğu açıkça görülür.
Hz. Peygamber’in gençlerde böylesine büyük bir devrimsel dönüşüm sağlamasının en temel nedeni, onlara gerçekten değer vermesiydi. O, gençleri sadece dinleyici veya itaat eden bir kalabalık olarak değil, ümmetin geleceğini omuzlayacak öncüler olarak görüyordu. Resulallah (s.a.v.) gençlerin heyecanını bastırmak yerine yönlendiriyor, enerjilerini faydaya dönüştürüyordu. Onlara görev ve sorumluluk vererek, “Sen de bu davanın bir parçasısın,” duygusunu aşılıyordu. Bu güven duygusu, nice gencin iman ateşiyle yanıp tutuşmasına, karanlık bir toplumda adaletin sesi olmasına vesile olmuştu. Henüz çocuk denecek yaşta olan Hz. Ali’nin ilk davetçi misyonu, Mus‘ab b. Umeyr’in genç yaşta ihya ve irşad çalışmaları için Medine’ye elçi olarak gönderilmesi, Usame b. Zeyd’in ordu komutanı olarak tayin edilmesi güven ve değer merkezli ilişki usulünün en açık örnekleriydi. Resûlullah, yaş değil, iman, ahlak ve samimiyet ölçüsünü esas almıştı. Onun eğitim anlayışı emir vermek üzerine değil, gönül kazanmak üzerine kuruluydu. Gençlerle sohbet eder, onları dinler, fikirlerine değer verir, hata yaptıklarında bile kırmadan, incitmeden doğrusu neyse onu gösterirdi. Bu yaklaşım hem özgüveni yüksek hem de sorumluluk bilinciyle hareket eden bir nesil ortaya çıkardı. Bugün bizler, Peygamber’in gençliğe bakışındaki bu insan merkezli, sevgi temelli ve sorumluluk odaklı anlayışı yeniden inşa etmek zorundayız. Çünkü o, bir nesle sadece din değil, bir kimlik, bir yön, bir ideal kazandırmıştı. Ve bu ideal, yüzyıllar sonra bile Müslüman gençliğin ruhunu diri tutan en güçlü motivasyon araçlarından biridir. Buna dair Hz. Peygamber’in hayatından birkaç misalin altını çizmek faydalı olacaktır.
Hz. Peygamber’in eğitim metodundaki değer anlayışı sabır ile bütünleşmekte, bu Müslüman bir şahsiyet inşa etmekteydi. Sahabeden Ebû Mahzûre isimli gencin hatırası bu hususta ilginç bir örnek teşkil eder: “Resûlullah Huneyn Savaşı’ndan dönüyordu. Ben de hepsi Mekkeli olan bir grup gençle beraberdim. Gönlüm gerçek anlamda İslâm’a ısınmamıştı. Bu esnada Resulullah’ın (sav) müezzini ezan okumaya başladı. Biz de bir köşeye saklanıp müezzinin sesini alay ederek tekrarlamaya başladık. Yaptıklarımızı Peygamberimiz de duymuştu. Ezan bittikten sonra ‘şunların içinde güzel sesli biri var’ diye gönderdiği adamlar bizi alıp onun huzuruna çıkardılar. Karşısına vardığımızda “güzel sesli hanginiz?” diye sordu. Arkadaşlarım beni gösterdiler. Resulallah (s.a.v) beni yanına çağırıp ezan okumamı istedi. Bu esnada ezandan hiç hoşlanmadığım halde çaresiz kalıp onun önünde ezan okudum. Ben ezanı bitirdiğim zaman bana hediye olarak bir miktar para ikram etti. Daha sonra da alnımı öpüp sırtımı sıvazladı. Bunun üzerine ben de Ey Allah’ın elçisi Mekke’de ezan okumama izin verir misin dedim. O da tereddütsüz bir şekilde izin verdiğini beyan etti. İşte o anda Resulallah’a (s.a.v) karşı duyduğum hoşnutsuzluktan bende eser kalmamış, gönlüm ona karşı sevgi ile dolmuştu. Mekke’ye geldim ve onun emriyle müezzinlik yapmaya başladım.”
Peygamberimiz (sav) kendilerine değer verdiğinin bir göstergesi olarak her zaman gençlerle sıcak bir iletişim kurmuştur. Samimi bir yaklaşımla onların problemleriyle ilgilenmiş, gönüllerini kazanmıştır. Buna karşılık genç sahabeler de kendisine rahatlıkla içini dökebilmiş, gönüllerinden geçen duyguları hiç çekinmeden ona açabilmişlerdir. Nitekim genç bir adam bir gün Peygamberimize (s.a.v) gelerek “Ya Resulallah! Bana zina konusunda izin ver” demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) ashâbın tepkisine rağmen ona kızmayıp sükûnet içinde “yaklaş” der, onu yanına oturtur, elini omzuna koyar, ardından bunun annesine yapılmasından hoşlanıp hoşlanmayacağını sorar. Gençten hayır cevabını alınca da “İnsanlar da bunu anneleri için istemezler. Peki sen kızın için bunu kabul eder misin?” diye tekrar sorar. Yine hayır cevabını alınca elini gencin omzuna koyup, “Ya Rab! Bu gencin günahlarını affet, kalbini pak et, namusunu muhafaza et” diye dua eder. Allah Resulü (s.a.v) ayrıca “Allah’ın en çok beğendiği genç, gayr-i meşru şehvet peşinde koşmayan gençtir” sözüyle de önemli uyarılarda bulunmuştur.
Bugün geldiğimiz noktada, Hz. Peygamber’in gençliğe bakışındaki inceliği ve hikmeti yeniden hatırlamaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Zira çağımızın gençliği; bilgiye erişim imkânı çok, fakat yön duygusu zayıf bir dönemde yaşıyor. Teknolojinin, gösterişin ve hızlı tüketimin arasında kimlik bunalımı yaşayan bir nesil, çoğu zaman anlaşılmadan eleştiriliyor. Oysa Resulallah (s.a.v.) gençlere “sorun” olarak değil, imkân olarak bakıyordu. Onları yargılamak yerine anlamaya, dışlamak yerine kazanmaya çalışıyordu. Her birini potansiyel bir lider, tebliğ görevinin öncüleri olarak görüyor; onların yüreklerine dokunarak bir kimlik inşa ediyordu. Bizim de bugün yapmamız gereken, gençleri şikâyet konusu olmaktan çıkarıp umut konusu hâline getirmektir. Eğitimden aileye, camiden sokağa kadar her alanda gençlere güvenilmeli, onlara sorumluluk ve söz hakkı vermeliyiz. Unutulmamalıdır ki, bir toplumun dirilişi gençleriyle başlar. Hz. Peygamber’in ashabı arasında olduğu gibi, imanla yoğrulmuş, değerle büyümüş, sorumluluk bilinciyle hareket eden bir gençlik, bugün de ümmetin yeniden dirilişinin en büyük umududur.
Allah’ım!
Bize Resulünün merhametini, sabrını ve anlayışını nasip eyle. Kalplerimize, gençlere değer verecek inceliği, yargılamadan yetiştirecek basireti yerleştir. Eleştiren değil, el uzatan; kıran değil, onaran kullarından eyle bizleri. Her genci bir umut, her yüreği bir tohum bilip, sevgiyle diriltmeyi öğret bize. Nesillerimizi imanla yoğrulmuş, ahlakla güzelleşmiş, değerle büyümüş kıl Ya Rab. Âmin.