Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasıyla başlayan ve hemen ardından Abdullah Öcalan’ın örgüte yönelik “silah bırakma ve fesih” çağrısında bulunması, zamanlaması itibarıyla kritik ve sürpriz bir gelişmeydi. Bu iki adım, kamuoyunda “bölgesel risklerin arttığı bir dönemde Devlet aklının iç cepheyi tahkim etme ve Kürt meselesinde bir normalleşme süreci başlatma hazırlığında olduğu” şeklinde yorumlandı. Söz konusu gelişmeler, hem devletin tehdit algısında yeni bir duruma işaret ediyor hem de Türkiye’nin bölgedeki yeni koşullara uyum çabası içinde olduğunu gösteriyordu.
Önceki tecrübelerden çıkarılan derslerin de etkisiyle, bu kez sürecin daha temkinli bir tarzda, devletin farklı kurumları arasında sağlanan uyum görüntüsü eşliğinde ve belirli bir takvim çerçevesinde yürütülmesi, devlet katında hazırlıkları çok daha önceden yapılmış, planlı, programlı ve özenli bir sürece işaret ediyordu.
Geldiğimiz aşamada tüm gözler, Meclis çatısı altında kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun, sivil toplum temsilcileriyle gerçekleştireceği istişarelerin ardından hazırlayacağı rapora çevrilmiş durumda. Komisyonun sunacağı bu raporun, olası yasal düzenlemeler ve siyasi adımlar açısından yol gösterici bir çerçeve oluşturması bekleniyor.
Esasında, Türkiye’de Anayasa değişikliği tartışmaları yalnızca toplumsal taleplerden kaynaklanan bir ihtiyacın sonucu olarak değil; aynı zamanda bölgesel gelişmelerin dayattığı stratejik bir zorunluluk olarak da karşımıza çıkıyor. Bölgemizdeki gelişmeler ve özellikle Suriye Devrimi’nin ortaya çıkardığı yeni koşullar, Türkiye’nin mevcut devlet paradigmasını yeniden yapılandırmasını zorunlu kılıyor. Bu çerçevede, Kürtlerin bölgedeki konumu ve sahip oldukları stratejik alan dikkate alındığında, Türklük merkezli ulus-devlet anlayışıyla ve buna dayanak teşkil eden Kemalist kodlarla mevcut süreci karşılamak ve yönetmek mümkün değildir. Dolayısıyla yeni anayasal düzenlemeler, sadece iç bütünlüğün tahkimi açısından değil; aynı zamanda bölgedeki yeni şartlara uyum sağlamak açısından da kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak öne çıkıyor.
Bölgede Kürt–Türk–Arap ittifakından ve kardeşliğinden söz edilecekse, bu ittifak ve kardeşliğe dayanak teşkil eden ortak paydanın ne olduğu mutlaka belirlenmelidir. Kürtlere ve Araplara Türklüğü ya da Kemalizmi pazarlayarak ittifak ve kardeşlik sağlanamaz. Bir partinin eski genel başkanının, “Iraklı Türkmenlere de Suriyeli Türkmenlere de biz yardım yaptık; tırlar dolusu Arapça Nutuk gönderdik.” şeklindeki ifadesi, bu çarpık ve gerçeklikten uzak yaklaşımın tipik bir örneğidir. Türkiye, kendi iç siyasetinde Kemalizmi; dış siyasetinde ise bölgedeki Türkmenleri merkeze alarak bölgesel bir aktör olma vasfını koruyamaz.
Gerçekte, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sınırları emperyal devletler tarafından masa başında çizilen bölgemizdeki ulus-devletlerin hiçbirinin tarihsel ve toplumsal bir sahiciliği yoktur. Esasen, bugün üzerinde konuştuğumuz bölgesel değişimler; safların tahkim edilmesi, halklar arasında kardeşliğin tesisi gibi ihtiyaçların tamamı, bu türedi rejimlerin doğasından kaynaklanan patolojik sonuçlardır.
Öte yandan, “Birlik ve Kardeşlik” sürecinin yeniden gündeme gelmesiyle birlikte, bu sürecin en zorlu ve kırılgan boyutunun Suriye’deki gelişmeler olacağı en başından belliydi. Nitekim 2013–2015 yılları arasında büyük umutlarla yürütülen çözüm süreci, Suriye sahasındaki dinamiklerin değişmesiyle birlikte sekteye uğradı. O dönemde PKK’nın Suriye’de elde ettiğini düşündüğü “kazanımlardan” geri adım atmak istememesi; buna karşılık Türkiye’nin, PYD’nin bölgedeki bu kazanımlarını “tehdit” olarak algılaması, süreci çıkmaza sürükledi ve kısa süre sonra hendek çatışmalarıyla sonuçlanan şiddet döngüsü yeniden başladı.
Bu nedenle, önceki çözüm sürecinden çıkarılan dersler doğrultusunda, bu kez Suriye sahasında—özellikle PYD meselesinde—daha makul ve sürdürülebilir bir formüle ulaşıldığına dair bir umut ve beklenti oluşmuştu. Ancak sahadan gelen işaretler, PYD’nin tutumunun hâlâ belirsizliklerle dolu olduğunu ve Suriye denkleminde sürecin en hassas başlığı olmayı sürdürdüğünü ortaya koyuyor. Bu belirsizlik, yalnızca Türkiye’de devam eden süreci baltalama riski taşımakla kalmıyor; aynı zamanda bölgeyi bir bütün olarak yeni bir kaos ve çatışma ortamına sürükleme potansiyeli barındırıyor.
Burada kritik soru şudur: PKK/PYD, Suriye sahasında elde ettiğini düşündüğü kazanımlardan gerçekten vazgeçer mi? Buna paralel olarak, Türkiye de PKK/PYD’nin bölgedeki bu kazanımlarını kendi güvenliği açısından bir tehdit olarak görmeye devam etmekten vazgeçebilir mi?
Açıkça söylemek gerekirse, ABD’nin bölgedeki emperyal hedeflerine ve İsrail’in çatışma ve düşmanlık stratejilerine entegre bir biçimde şekillenen PYD’nin halihazırdaki bu politikasıyla bölgede kalıcı huzur, barış ve kardeşlik tesis etmek mümkün değildir.
Sonuç olarak, coğrafyamızdaki ulus-devlet inşa süreçleri, yalnızca siyasal bir yeniden yapılanma olarak değil; aynı zamanda kültürel ve sosyolojik bir ayrışma ve çatışma süreci olarak da yaşandı. Bu durum, farklı kimlik ve topluluklar arasındaki ilişkileri uzun vadede gerilimli bir zemine taşıdı. Mevcut sorunların aşılması, bu ayrışmayı üreten anayasal ve kurumsal temellerin kapsamlı bir şekilde yeniden şekillendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, tarihsel ve toplumsal gerçekliğimizle örtüşmeyen bu rejimin köklü bir değişime tabi tutulması gerekmektedir. Ancak bu şekilde, kendi medeniyet değerlerimizle yeniden buluşmak ve bu değerler üzerine inşa edilecek kapsayıcı bir kurumsal yapıyı mümkün kılacak toplumsal uzlaşma zemini tesis edilebilir.
Esasında hiçbir ahlak, ilke ve değer tanımayan; din ile de mesafeli ulusalcı anlayışlarla bölgede huzur ve kardeşlik hayalleri kurmak, bir gelecek tasavvuru oluşturmak beyhude bir çabadır.
Bugün yeniden konuşulmaya başlanan çözüm ve normalleşme arayışları, aslında yalnızca etnik ya da siyasal bir meselenin değil, çok daha derinlerde nükseden bir “medeniyet krizi”nin yansımasıdır. Dolayısıyla bölgede kalıcı bir barış ve istikrarın tesisi, taktik uzlaşılarla değil, bölgenin tarihsel, kültürel ve toplumsal dokusuna uygun; tevhid, adalet ve kardeşlik temelli bir anlayışla mümkündür.