Cemaat ve Yargı

Türkiye’de cemaat yapılarının direnişi üstüne düşünürken gözüm Suriye’ye kayıyor. Osmanlı’nın zengin cemaatler yapısının eskisine yakın biçimde hayatta kaldığı bölgelerden biridir Suriye. Tabii toplumsal doku, politik yapılanmayı da doğrudan ve dolaylı belirler. Hafız Esad Ortadoğu’da en uzun süre iktidar koltuğunu korumuş siyasî önderlerden biridir. Neydi ona bu uzun cumhur sultanlığı yapma imkânını veren? Suriye’nin Alevi cemaatiydi.

Türkiye’de Hatay’da tanıdığımız Nusayrîler; Suriye’nin Hatay’a yakın bölümlerinde, örneğin Lazkiye’de bayağı bir yoğunluk oluştururlar. Ama genel nüfus içinde oranları yüzde on ikiyi geçmez. Hafız Esad bu kökenden geliyordu.

Suriye henüz bağımsız olamamış, bir Fransız mandası altında Osmanlı’dan ayrılmışken, Fransızlar burada kolonyalizmin klasikleşmiş bir taktiğini uyguladılar ve kurdukları Suriye ordusunun subay kadrolarında ülkenin çeşitli azınlık gruplarına öncelik verdiler: Aleviler (Nusayrîler), Dürzîler, İsmailîler ve Kürtler, Suriye ordusunda, Suriye toplumunda olduğundan daha avantajlı bir yer edindiler. Bu durum Suriye Fransız mandasından çıkıp bağımsız bir cumhuriyet olduğu zaman da devam etti ama bu yeni dönemde bazı değişimlere uğradı. Nusayrîler dışında kalan azınlık grupları ordu içindeki nüfuzlarını sırayla kaybettiler. Örneğin ileri gelen Dürzî subaylar, Selim Hatum ve arkadaşları, 1967’de idam edildiler. Onlar, 1966’daki, Nusayrî subayların öncülüğünde gerçekleştirilen 1966 darbesine karşı direniş içindeydiler. Hatumi yenilip aradan çıkarken, onun ve kadrolarının yerini otomatikman Nusayrî subayları aldı. O tarihte bu da muhtemelen “otomatikman”, o yerleri alabilecekler o kesimden geldiği için, böyle olmuştu. Ama sonraki yıllarda ordudaki Nusayrî hegemonyasına bakan biri bunun da geleceğe yönelik bir plan ya da bir komplonun parçası olduğunu düşünebilir.

Çünkü bundan sonra ordu Dürzîlerden başka Kürt, İsmailî vb. subaylardan arınırken, Nusayrî subaylar adım adım ilerledi ve Suriye ordusuna egemen oldular. Genel olarak baktığımızda, bütün kadro içinde, Sünnîler çoğunluktaydı ve bunun böyle olması, ülke nüfusunun oranları düşünüldüğünde, normaldi. Sorun, Sünnî subayların İsrail sınırına, Türkiye sınırına vb. yollanması ve Nusayrî komutasındaki askerî birliklerin Şam çevresinde bulunmasıydı. Bunlar Suriye ordusunun en seçkin birlikleriydi. Ama asıl işleri –ve asil işleri- Esad’ı korumaktı.

Bu oldukça basit manivela yıllar yılı Esad’ı iktidarda tutmaya yetti. Şimdi de oğlunu orada tutuyor.

Bir zamandan beri Müslüman ve İslâmcı azınlık bu duruma çatıyor, bununla mücadele ediyor. Nasıl ediyor? “İslâm’la ilgisi olmayan Alevi (belki “Kızılbaş” da diyorlardır) bir azınlık tepemizde! Kalkın ey ehl-i müslimin!” Yani en bayağısından bir Alevi düşmanlığı yapıyorlar. Nusayrîlerin ise, bu propaganda biçimini işitmeden önce, Ortadoğu’da dinî azınlık olmakla ilgili, pek hoş olmayan anıları olsa gerek (Türkiye’deki Aleviler gibi). Dolayısıyla, bugün elde tutmaya devam ettikleri saldırgan pozisyonu aslında savunma amacıyla tuttukları da söylenebilir.

İroni, Suriye’de bugün varolan dengelerde, siyasî İslâm cenahından gelen “Aleviler bizi yönetiyor! Ne olacak halimiz?” çığlıklarının, orduda Nusayrîlerin etkisini arttırmaya yaraması. Bu da siyasî dengenin böylesi işte!

Ve buyurun size “cemaat politikası”.

Türkiye’de bunun benzeri var mı? Alevi cemaatin Kemalizm’le ilişkisi belli. Onur Öymen’in kahramanca çıkışı dahi bunu henüz bütünüyle değiştiremez, çünkü cemaat önderlerinin kararları belli.

Ama TSK içinde Suriye’dekine benzer bir Alevi örgütlenmesi var mı? TSK her haliyle kapalı kutu. Birileri, birtakım gözlemler yapıp bu yolu açmış olabilir. Ama bunun olduğunu sanmıyorum.

Yüksek Yargı’daki durum var. Alevilik orada örgütlü: kimi düşman, kimi dost olarak gördüğü de kendi açısından açık seçik ortada. Kararları da bunu gösteriyor.

Biz aramızda konuşuyoruz, “Yüksek Yargı” diye. Oysa orada cemaat ilişkileri geçerli.

Ve modernleşen Türkiye’den söz ediyoruz.

TARAF