Çay Muhabbeti

Hakan Albayrak

Eskiden (1980’li-90’lı yıllar) Ankara’daki Sakarya Çay Ocağında ve İstanbul’daki Erenler Kahvehanesinde solcularla ve Kemalistlerle sert tartışmalara girerdik. Adamlar acayip acayip laflar ederdi, ‘Yuh’ derdik. Bizim laflarımız da onlara pek acayip gelirdi, ‘Yuh’ derlerdi. Sertti tartışmalar; yine de espriler gırla giderdi. Beraber gülebiliyorduk ve bazen birbirimizin laflarını beğendiğimiz de oluyordu.

Genellikle birbirimizi ikna edemeden, ama aramızda bir ünsiyet kurmuş olarak -veya aramızdaki ünsiyeti geliştirmiş olarak- kalkardık masadan. Kalkarken “Çaylar bizden” / “Yok bizden” diye kavga ettiğimiz çok olmuştur.

Çayımızı içen veya çayını içtiğimiz adamlarla merhabamız devam ederdi haliyle. Dost olmasak da ahbap olurduk. Birbirimize nazımız geçerdi.

***

Kendi kendime soruyorum: Savcı veya hakim olsaydım, eskiden ‘Siz şimdi tam olarak ne diyorsunuz, bir anlatın hele. Sonra da beni bir dinleyin’ diye tartışmaya davet ettiğim veya tartışma davetlerine icabet ettiğim kimseleri şimdi hapse mi attırırdım acaba? Devlet adamı olsaydım, ‘Ülkemiz hakkında kötü niyetler besleyen bu kimseleri ikna etmek için uğraşmaya gerek kalmadı. Gücümüz yerinde, kanunlar müsait; bırakalım da tutuklansınlar, içeride akılları başlarına gelsin’ mi derdim?

Devleti ele geçirmek için korkunç bir fesat tezgâhı kurup önce bürokratik darbeye sonra da askerî darbeye teşebbüs ederek yüzlerce insanı hunharca katleden FETÖ’cüler ve PKK, Bağdadi Grubu, DHKP-C gibi sair kan manyağı terör örgütlerinin mensupları bir yana… İleri geri laflar eden, hatta ‘Katil devlet’ diyecek kadar ileri giden, fakat fiilî bir suç işlemeyen ve terör örgütü üyesi de olmayan Ahmet Şık gibi fikrî/siyasî muarızlarıma mümkün mertebe dokunmaz, dokunulmasından da rahatsız olurdum herhalde.

AK Parti iktidarında çok büyük mevziler kaybeden kesimlerin tepkileri de kayıplarının büyüklüğü ile mütenasip oluyor. Hayal kırıklıklarını, öfkelerini anlamak lazım. Bunlardan mütevellit yazılarından veya “tweet”lerinden somut bir tehdit sadır olmuyorsa, pek oralı olmamak lazım. Aslında her hâlükârda oralı olmak lazım, ama şöyle: Amansız bir kine varan bu öfkeyi yumuşatmanın yollarını aramak, bu öfkenin önde gelen temsilcilerini çaylı sohbetlerde her şeyi enine boyuna konuşmaya davet etmek lazım.

Yüz yüze görüşüp ünsiyet kurmak, karşılıklı haşinliği azaltır. İyidir.

***

Cumhurbaşkanını, hükümeti, yargıyı, güvenlik güçlerini alenen aşağılayan kimselerin altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmasını öngören TCK 301’in sonunda “Bu suçtan dolayı soruşturma yapılması Adalet Bakanının iznine bağlıdır” cümlesi yer alıyor. Demek ki kanun koyucu ‘Bu maddeyi ihlal ettiği varsayılan herkesin kanuni takibata uğraması şart değil. Duruma bakılır, maslahat-mefsedet (fayda-zarar) hesabı yapılır ve ona göre hareket edilir’ diye düşünmüş. İyi düşünmüş.

Son zamanlarda o maslahat-mefsedet hesabına pek tevessül edilmiyor. Mezkûr maddeye istinaden açılan soruşturmaların ve davaların haddi hesabı yok. Bence bunların çoğu lüzumsuz. Terörle alâkalı kanun maddelerinin de maslahat-mefsedet hesabı yeterince yapılmayıp gazeteci-yazar tayfasına gereğinden fazla uygulandığını düşünüyorum. Daha özenli, daha serinkanlı olmaya ihtiyaç var. Belki esprili olmaya da ihtiyaç var. Bazı yazı veya “tweet”lerdeki aşırılıklar dava konusu yapılacağına espri konusu yapılsa daha iyi olur sanki. Ve bir hatırlatma: Efendimiz (sav), afta yanılmanın cezada yanılmaktan evlâ olduğunu buyurdu.

Açılan davalar gene neyse de, sanıkları behemehal hapse atıp tutuklu yargılamayı alışkanlık haline getirme temayülü beni ürkütüyor. 28 Şubat sürecinde pek çok insan akılalmaz zulümlere uğradı; fakat mahkemeleri cuntacı askerlerin yönettiği o süreçte bile basın-yayın yoluyla işlenen “suç”lar için tutuklu yargılama bu kadar yaygın değildi. Ben o zamanlar cuntacılara demediğimi bırakmadım, adıyla sanıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de yüklendim ve “orduya hakaret”ten iki ayrı davada TUTUKSUZ yargılandım. “Türkiye Cumhuriyeti’ne hakaret”ten de tutuksuz yargılandım. Yahu, bütün zulümlerin “Atatürkçülük” adına işlendiği o dönemde “Atatürk’e hakaret”ten bile tutuksuz yargılandım. Benim partimin iktidarında, devletin, muhaliflere karşı 28 Şubat dönemindekinden daha müsamahasız görünmesi gücüme gidiyor. Bunu kendimize yakıştıramıyorum.

PKK’nın, FETÖ’nün siyasi iktidar ve genel olarak Türkiye aleyhindeki tezviratına çanak tutuluyor. O tezvirata uygun şeyler yapılıyor. İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kapatılması da böyle bir şey. Suç ve ceza meselesinden bağımsız basit bir soru sorayım: O enstitünün varlığı mı Türkiye için daha zararlı veya faydalı idi, yoksa kapatılması mı daha zararlı veya faydalı? Bu hesabın yapıldığını hiç zannetmiyorum. Neticede PKK ve FETÖ propagandalarına psikolojik bir mevzi daha kazandırılmış oldu.

***

Böyle şeyler yazıyorum diye bazı arkadaşlar bana çok kızıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ihanet etmekle, Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekle suçluyorlar beni. Halbuki ben bu yazıları yazarken kendimi Erdoğan’ın bir meşveret partneri olarak tasavvur ediyorum ve Türkiye’nin selametine matuf bir gayrette bulunduğumu zannediyorum, iyi mi?

O arkadaşlarla da oturup çay içmeyeli çok oluyor. Arayı bu kadar açmamalıydık.

Karar