MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin açılış oturumunda DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasıyla başlayan süreç, kırk yılı aşkın süredir Türkiye’nin siyasal ve toplumsal dokusu üzerinde derin yaralar açan sancılı bir dönemin sona erdirilmesi istikametinde umut verici adımlarla ilerliyor.
Silahların bırakılması, kuşkusuz bu sürecin en kritik eşiğiydi. Ancak önümüzde hâlâ kat etmemiz gereken uzun bir yol, aşmamız gereken birçok dönemeç ve durmamız gereken önemli konaklar var. Burada kastettiğim şey; Öcalan’a tanınacak umut hakkının kapsamı, silah bırakan örgüt üyelerinin geleceği, cezaevlerindeki hükümlülerin durumu ya da bu çerçevede gündeme gelebilecek yasal düzenlemeler gibi güvenlik ve hukukla sınırlı teknik meseleler değil.
Mesele tahmin ettiğimizden çok daha derin. Türkiye, özellikle Kürt meselesi bağlamında, sadece bir güvenlik sorunu değil; köklü bir paradigma krizi yaşıyor. Bu kriz, Batıcı, jakoben ve ulusalcı bir anlayışla şekillenen; İslam’ı kamusal alandan dışlayan, dini, etnik ve mezhebi kimlikleri görmezden gelen ve tüm bu çeşitliliği “vatandaşlık” adı altında eritmeye çalışan ideolojik bir dayatmanın sonucudur. Bugün geldiğimiz noktada, bu anlayış artık sadece yetersiz değil, aynı zamanda krizin bizatihi kaynağı haline gelmiş, yüz yıllık inkâr siyaseti çökmüştür.
Ortaya çıkan bu tabloyu, bölgedeki hızlı ve karmaşık gelişmelerle birlikte değerlendirdiğimizde, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan ulusalcı–Türkçü–Kemalist paradigmanın ne bu gelişmeleri doğru anlayabileceği ne de sağlıklı bir şekilde yönetebileceği açıktır. Esasında üzerinde konuştuğumuz Kürt meselesi, bizatihi bu paradigmanın baskıcı ve inkârcı yaklaşımına karşı bir tepki olarak doğmuş ve bugün geldiği noktaya ulaşmıştır. Bu nedenle, sadece Kürt meselesi değil, Türkiye’nin diğer derin toplumsal sorunlarının çözümü için de adalet ve kardeşliğin hâkim olduğu yeni bir tarihsel anlayış ve düşünsel zemine ihtiyaç vardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kızılcahamam’daki AK Parti İstişare Toplantısı’nda yaptığı şu konuşma adeta bir manifesto niteliğindedir: “Biz tarih sahnesine dün çıkmış bir millet değiliz. Uzun bir yürüyüş gerçekleştiriyoruz. Açın tarihin sayfalarına bakın. Kılıçlarımızın, tekbirlerimizin önünde hiç kimse duramadı. Türk-Kürt-Arap bir arada ise beraberse işte o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Uzaklaştıklarında ise mağlubiyet vardır. Haçlılar İslam beldelerine saldırdı, çünkü Türk-Kürt-Arap birbirinden kopmuştu. Ne zaman ayrıldık yenildik… Tarih tekerrür ediyor. Türk ile Kürt muhabbete kucaklaşıyor. Bugün Malazgirt ruhu, Kudüs ittifakı yeniden şekilleniyor. Bugün büyük ve güçlü Türkiye'nin şafağı söküyor. Türkiye Cumhuriyeti hepimizin ortak yuvasıdır, ortak çatısıdır. 86 milyon biriz, beraberiz, ezelden ebediyete kadar kardeşiz… Sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, Irak ve Suriye'deki Kürt kardeşimin meselesi de bizim meselemizdir…”
Nitekim, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Erdoğan’ın bu konuşmasına cevap olarak: “Bir çatı kuracak, çatıda vatandaşlık bilinci değil ümmet bilinci olacak. Sünni Müslümanlık üzerinden yeni bir ittifak kuracak ve aklı sıra bunun üzerinden yeni bir ittifakla yürüyecek… Türkiye’ye bir ümmetçilik üzerinden, mezhepçilik üzerinden, din siyaseti üzerinden bu coğrafyada sana hesap yaptırmayız…” dedi.
Dikkat ediniz, bu meseleye dair yürütülen tartışmaların, yukarıda değinilen teknik ve hukuki düzenlemelerin çok daha ötesinde, aslında derin bir ideolojik zemin temelinde yürütüldüğü görülecektir. Olayın can alıcı noktası da tam olarak burasıdır. PKK’nin silah bırakma ve kendini feshetme kararına esastan karşı çıkan kesimlerin tepkileri, bu bağlamı daha net şekilde ortaya koymaktadır: Bir yanda, Cumhuriyet’in kurucu paradigmasını mutlaklaştıran Kemalist çevreler; diğer yanda ise Avrupa başkentlerinde ilişki kurdukları bazı diplomatik kanallara bel bağlayarak statü peşinde koşan Kürt ulusalcıları. Bu iki kanadın itirazları, her ne kadar birbirinden farklı gerekçelere dayansa da, İslamın kardeşlik ve ümmet anlayışına itiraz eden aynı siyasal aklın farklı biçimlerde tezahürüdür.
Batı başkentlerindeki İsrail konsolosluklarında ektikleri ayrılık ve nifak tohumlarının bedeli olarak ulufe kovalayan Kürt ulusalcıları geçiyorum. Kürt halkının büyük çoğunluğu barış isterken; yaşanan tüm bu çatışmaların ve kavgaların asıl sorumlusu olan kesimlerin bugün hâlâ sürece taş koymak için direnmesi, bu ülkede şiddetin ve bölücülüğün kaynağının neresi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Helallik dileyerek mahcubiyet içerisinde edepleriyle bir köşede durmaları gerekenlerin hâlâ süreci sabote etmeye çalışmaları gerçekten ibretliktir. Üzerine ne kadar “milliyetçi” ya da “vatansever” etiketi yapıştırılırsa yapıştırılsın, bu gerçeği değiştirmiyor. Kürt ulusalcılığının bölücü ve ayrıştırıcı; Türk ulusalcılığının ise birleştirici ve bütünleştirici olduğu yönündeki söylem, bir yanılgıdan ibarettir. İmparatorluk bakiyesi, farklı etnik ve mezhepsel unsurların bulunduğu bir coğrafyaya tek bir kimlik dayatmak; adalet ve kardeşlikle bağdaşmadığı gibi, birlik ve beraberliği de sağlamamıştır.
Ayrıca, baştan beri seküler, Marksist ve ümmet karşıtı bir çizgide yürüyen PKK, silah bıraksa bile düşünsel pozisyonunu terk etmedikçe kalıcı bir kardeşlik ve toplumsal bütünleşme sağlanamaz. PKK’nin halkı temsil iddiası, en çok da bu halkın dini, kültürel ve geleneksel değerleriyle kurduğu ilişkide yaşadığı kopukluk sebebiyle boşa düşmektedir. Unutulmamalıdır ki; Kürtlerin ana omurgasını oluşturan muhafazakâr, İslamcı ve geleneksel çizgiye sahip geniş toplumsal kesimler, PKK’nin seküler ve Batıcı ajandasına hiçbir zaman gönül vermemiştir.
Sonuç olarak, yeni dönemin işaret taşları, yalnızca eski zihniyet kalıplarının reddiyle değil; yeni bir toplumsal tahayyülün inşasını gerektirir. Bu tahayyül, ümmet bilinciyle beslenen, etnik ve mezhebi farklılıkları adalet zemininde tanıyan ve kamusal alanı İslam’ın ahlaki ilkeleriyle şekillendiren bir ortamın oluşturulmasıyla mümkündür. Zira, tarih boyunca bu bölgedeki halkların huzur ve güven içinde bir arada yaşadığı yegane dönem, İslam’ın hâkim olduğu dönemdir.