Türkiye'de vaziyetlerin nasıl gittiği, baktığın ve durduğun yere göre değişir. Eğer karınca isen kıyâmet geldi zannedersin; eğer gökte süzülen çaylaksan çeşmenin kenarında şaşkınlıkla sek sek oynayan bir adam görür, "Bunların eti yenmez, üstelik tehlikeli yaratıklardır, aman bulaşmayım." diye rotanı değiştirirsin.
-Sayın yazar, vaziyetleri nasıl görüyorsunuz; sizin kulağınız deliktir?
-Kulağım delik değil; deldirmeyi de düşünmüyorum; ayrıca 'sayın' kelimesini de iade ediyorum, başka bir yerde kullanırsın, ziyan olmasın!
-Aman pek de alıngansınız, öyle olsun, şöyle soruyorum; vaziyetler nasıl görünüyor?
-Tamam, şimdi oldu: Vaziyeti şöyle özetleyebilirim. Siz hiç kırlık-bayırlık bir yerde kendi başına akıp duran kır çeşmesi gördünüz mü?
-Elbette görmüşümdür, konuyla ne ilgisi var?
-Görmüşsün ama görmemişsin belli! O çeşmelerin etrafında ıslak taşlar olur, üzerinde, yeşilli kahverengili yosunlar biter. Biraz ötede bir karınca yuvası vardır. Çeşmenin altındaki su birikintisine sinekler konar kalkar, suyun derinliğinde gözle bile göremediğimiz küçük canlılar vardır.
-Evet, bildik şeyler bunlar...
-Tamam işte, karşıdan bakınca bir şey yok; etraf ne kadar sessiz diye düşünürsün. Hafiften rüzgâr esiyor, uzakta bir yerde cırcır böcekleri, derede kurbağalar günlük rızık peşinde...
-Uzaklarda bir yerde yayılmakta olan bir sürünün boynuna takılı çan sesleri çıngırdıyor, belki kuzular meleşiyor...
-Oo baktım girdin havaya hemen; sayın muhabir, size de hiç zarf atmaya gelmiyor, hemen açıveriyorsunuz.
-Hayır farkındayım da, nereye geleceksiniz bu pastoral tasvirden onu merak ettim sadece?
-Şuraya geleceğim; o kır çeşmesinin civarında nerede duruyorsan önce etrafını dikkatle gözden geçirecek, sonra ayağını kaldırıp bastığın yere bakacaksın. Ne var ayağının altında?
-Bilmem, ayağımın altında ayakkabım var, onun içinde çorabım, ne bileyim sayın yazar? Siz söyleyin de meraktan kurtulalım bari?
-Sen hâlâ işin dalgasındasın. Bak, iyi bak!
-Bakıyorum, bir şey göremiyorum...
-Göremezsin elbette; tam da ifade ettiğin gibi; bakıyorsun ama göremiyorsun. Ayağının altında bir dünya var, koca bir dünya!
-Yok canım, daha neler!
-Evet, aynen öyle; farkında bile olmadan pek çok küçük canlının, böceğin hayatına son verdin o son adımınla bastığın yerde. Sen o noktaya ayağını basmadan önce orada gündelik hayat kendi âhenginde sürüp gitmekteydi. Derken sen geldin ve ortalığı kaosa çevirdin; tahrip ettin, öldürdün, yaraladın, hayat alanlarını tarümâr ettin!
-Aa, duyan da beni terörist filan zannedecek. Ee, ne olmuş yani; böyle şeyler hep olur; olmaz mı? Kaçımız sıradan bir adım atarken böyle şeyleri hesaba katarız ki?
-Eğer sen, o bir avuçluk yerde çoluğunla çocuğunla rızkının peşinde didinen bir böcek olsaydın, bu cümleyi kurmaya zaman bile bulamayacaktın. Böyle düşünüyor olman bir boyut meselesidir. Boyut değişince anlam da değişir, çünkü ölçüler değişecektir. Japonlara atom bombası atan uçağın pilotu, Nagazaki üzerine gelip aşağıya baktığında insanları göremezdi, maddî ve ideolojik çerçevede ölçüleri değişmişti. O da aynen senin gibi bastığı yerde nasıl bir dünya bulunduğunu bile bile görmemeyi seçmişti. Onu görevi köreltti. Görev şuuru onun gözlerine mil çekti.
-...?
-Bizim i'zanımız, idrakimiz, vicdanımız, değer yargılarımız hep o boyutlar üzerine kuruludur. Biz kendi boyutumuzu algılıyoruz sadece; öteki boyutların körüyüz.
-Valla bir şey anlamadım, kusura bakma!
-Onu anlatıyorum işte; Türkiye'de vaziyetlerin nasıl gittiği, baktığın ve durduğun yere göre değişir. Eğer karınca isen kıyâmet geldi zannedersin; eğer gökte süzülen çaylaksan çeşmenin kenarında şaşkınlıkla sek sek oynayan bir adam görür, "Bunların eti yenmez, üstelik tehlikeli yaratıklardır, aman bulaşmayım." diye rotanı değiştirirsin...
-Öyle mi olur?
-Aynen! Etrafta olup bitenler, bir nevi rızk mücadelesidir; herkes kendi tabiatınca ve cirmince, kendi boyutunda ekmek dâvâsında. Aynı şeylere bakmak, aynı anlamları çıkarmak mânâsına gelmez; öyle olsa koyun kurt ile gezerdi.
-...?
-Biz insanlar üç aşağı beş yukarı aynı boydayız; aynı boyuttayız; aynı mekteplerde eğitim görüyor, birbirimize benziyoruz fakat işin içine meslek, kurum, menfaat, aşk, kin, kompleks, kıskançlık vesaire gibi soyut boyutlar girince aynı şeylere bakıp farklı mânâlar çıkarıyoruz. Senin "Bir şey yok; hava ne kadar sâkin." diye düşündüğün yerde adamın, "Bunlar rejimi değiştirecekler be; vallah odak bile olmuşlar." diye pimpiriklenmesinin sebebi bu. Farklı yerden bakıyor ve farklı bir şey görüyor. Hemen yargılamaya kalkışırsan bitersin dostum; hemen onların boyutuna iner ufalırsın.
-Yok mu bunun çâresi doktor?
-Var: İki gözünün üstüne bir de üçüncü göz edinmeye çalışacaksın. Üçüncü göz, bildiğimiz göze benzemez. Zihindedir, beyindedir o göz. Anlayıştır ışığı. Hadiseleri anlamaya kalkıştığında, bunu denediğinde dost-düşman, iyi-kötü bir yerde mânâsını kaybediverir.
-...!
-Eğer doğru dürüst okursan, bütün ölçüler, boyutlar ve nokta-i nazarlar hakkında teorik bilgi sahibi olur bakışını keskinleştirirsin; eskiden böylelerine "kâmil adam" derlerdi; artık pek ele geçmiyor. Herkesin kendi bakışından memnun olduğu yerde nizâ eksik olmaz. İşte vaziyet kısaca budur...
-Aman sayın yazar, merhaba diyelim dedik; bir dayak yemediğimiz kaldı; aşkolsun vallahi, darıldım.
-Darılma dostum. Sözlerimiz önemlidir. Hiçbir şey yok iken o vardı; anladın?
-Anlamadım vallahi!
-Boşver; haydi bana müsaade şimdi!
ZAMAN