Bir Tercihin Anatomisi

BENGİN BOTİ

Haksöz-Haber sitesinde yazmaya başlamam ile beraber, Kürtçe yazıyor olmam nedeniyle birçok hakaret ve iftiraya, yazdığım yazıların Türkçe tercümesi ile beraber verilmemesi nedeniyle de birçok olumsuz eleştiriye maruz kaldım. Gerek yorum köşelerini, gerekse e-mail adreslerini kullanarak çok ağır ifadelerle saldıranlar oldu. E-mail aracılığıyla gelen hakaret ve iftiralara aynı ortamda uygun bir dille cevap vermekle beraber, yorum köşelerine yansıyan yaklaşımlara müdahale etmedim. Bunun nedeni de okuyucu ile bir polemik yaşamak istemememdi. Bunun yerine okuyucular arasında bir diyalogun oluşmasını bekledim. Çok zaman sonra “adil şahitler olmayı başarabilmek” adıyla bir yazı yazarak cevap vermeye çalıştım. Söz konusu yazıyı da uzun bir dönem bekleterek, defalarca kontrol ettim. Nefsi davranmamak, kırıcı olmamak adına dikkatli kelimeler seçmeye çalıştım. Ancak; bir önceki “Pêşeroj”  başlıklı yazıya gelen yorumlar ve gösterilen yaklaşımlar göstermiştir ki, konuyu yeterince açıklayamamışım. Bu nedenle yeniden birkaç şey yazma ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Ancak başlamadan önce şunu ifade etmeliyim ki; bu yaklaşımların Haksöz camiasıyla bir ilgisi yoktur. Haksöz gönüldaşlarının yaklaşımını biliyor ve takdir ediyorum. Zaten burada rahatlıkla yazıyor olmam da bu dostların gönül desteğini bildiğimdendir. Bu süreçte Haksöz gönüldaşlarından destek amaçlı birçok mail ve mesaj aldığımı da burada ifade etmeliyim.

Açıkçası ben, olayın bu yönde okunmamasını umut ediyordum. Müslüman camianın, Kürt Müslümanların bu yöndeki çabalarını memnuniyetle karşılamasını, bu alanda yapılacak çalışmaların, Kürt Halkının, ait olduğu İslam medeniyetinin sınırları içinde kalmasına, sorunlarını İslami hassasiyet çerçevesinde çözmesine yardımcı olacağını düşünmelerini beklerdim.

Ancak gelinen noktada, birbirimizi anlamak için daha çok çaba sarf etmemiz gerektiği ortaya çıkmıştır. Ben şahsen daha çok konuşmanın değil, daha çok düşünmenin ve empati kurmanın, faydasına inanıyorum. Buna rağmen birkaç noktanın altını çizmeye gayret edeceğim.

Belli bir seviyeyi içinde bulundurmayan, önyargılı yaklaşımları bir kenarda bırakırsak, gelen soruları iki başlık altında toplamak mümkündür. Birincisi; neden Kürtçe yazmakta ısrar ettiğim, ikincisi de neden Kürtçe yazıları tercümeleri ile aynı anda yayınlamadığımdır. Başarabilirsem bu iki soru şekline karşı yaklaşımımı ifade etmeye çalışacağım.

Öncelikle; “Neden Kürtçe yazmakta ısrar ediyorsun?” şeklindeki soruyu anlamlı bulmadığımı ifade etmeliyim. Eğer bu soru, Haksöz-Haber sitesinin okuyucularından değil de başka bir ortamdan gelse idi muhtemelen aynı soğukkanlılıkla, aynı sükûnetle cevaplamayı başaramazdım. Çünkü bu soruyu bir hakaret olarak da addedebilirdim. Yüzyılın biriktirdiği ön yargıların, yok saymanın bir uzantısı olarak görebilirdim. Ancak bu mekânın müdavimlerinin iyi niyetli olduğunu peşinen kabullendiğimden, rahatlıkla yanıtlayabileceğimi düşünüyorum.

Benim Kürtçe yazıyor olmam değil, yazdıklarımı özellikle başka bir dil seçerek yazmam bir soru sebebi olabilir ancak. Çünkü Ben bir Kürt’üm. Kürtçe benim anadilim. 

Çünkü ben, ilk kelimeyi, ilk ninni’yi ilk sevgi sözcüğünü Kürtçe duydum. Anılarım, hayata bakışım, gelecekten beklentilerim Kürtçe kelimelerle ifadeye dönüşüyor.

Ben rüyalarımı Kürtçe görüyorum.

Annem beni Kürtçe sevdi. Yıldızları, ayı, güneşi, dünyayı, evreni, evi, sokağı, şehri, Kürtçe öğrendim.

İslam’ı, Peygamberi, temel inançları, helal ve haramı, Kürtçe kelimelerle öğrendim. Hırsızlık yapmamayı, kul hakkına riayet etmeyi, zulme direnmeyi, annem bana Kürtçe ifadelerle, Kürtçe hikâyelerle, Kürtçe masallarla anlattı. Ben terbiyemi Kürtçe aldım.

Ben Kürtçe düşünüyorum. Kararlarımı Kürtçe veriyorum. Bana söylenen bir kelimeyi, bir cümleyi, bir duyguyu önce Kürtçeye tercüme ediyorum. Sonra hissediyorum. Duygularım önce Kürtçe şekilleniyor, sonra onları Türkçeye çeviriyorum. Ya da çevirmeye çalışıyorum.

Benim Kürtçe yazmam kadar doğal bir şey yoktur. Çünkü ben düşüncemi Kürtçe örüyorum.

Bir Kürt başka bir dilde yazabilir elbette. Ben de yazıyorum. Ama kendimi en iyi ifade ettiğim yazılarım Kürtçe olanlardır. Kişi kendini en iyi nasıl ifade ediyorsa öyle davranmalıdır. Kendi olmalıdır. Benim bütün çabam kendim olmaktır. Kendim kalabilmektir.

Ben örgüsünü herhangi bir dilde yaptığım bir yazıyı, bir başka dilde ifade etmek mecburiyetinde değilim. Kimse değildir. Bunu dayatmak, bunu beklemek, hiçbir açıklaması olmayan bir yaklaşımdır. Bu mantık, çatışmacı bir mantıktır.

Elbette kurgusunu Türkçe yaptığım yazılar da vardır. Zaten o yazıları Türkçe yazıyorum. Hatta geneli ilgilendiren yazıları Türkçe yazıyorum.

Keşke başka dillerde de yazabilseydim. Keşke kurgusunu İngilizce kurabileceğim, Farsça hissedebileceğim, Arapça coşabileceğim, yazılarım olsaydı.

 Keşke Konfüçyüs’ü Çinceden, Homeros’u Yunancadan, Shakespeare’i İngilizceden, Hafız’ı Farsçadan, İslam’ı Arapçadan, öğrenebilseydim. Sonra da, oluşan duygularımı O dillerin örgüsüyle örseydim. O dillerin özelliklerini kullanarak yazabilseydim.

Keşke İnşirah Suresi’ni Arapçanın özünü bilerek hissetseydim. Keşke Tekvir Suresi’ni Arapçanın inceliklerine hâkim olarak okuyabilseydim. “Güneş dürülüp, söndürüldüğü zaman- yıldızlar kararıp düştüğü zaman” ayetlerini okurken en ince noktasına kadar hissedebilseydim, en derinlere yoğunlaşabilseydim. Anlamak için Türkçeye-Kürtçeye değil, Arapçaya başvurabilseydim.

Kürtçe yazıyorum. Çünkü ben kendimi en iyi Kürtçe ifade ediyorum. Çünkü ben bir Kürt’üm. Bu aidiyet de, bu aidiyeti belirtmek de İslam nezdinde suç değildir. Çünkü Allah bize; “birbirinizi tanıyasınız diye kavim-kabilelere ayırdık “buyuruyor. İslam’ın kınadığı, aidiyetleri ön plana çıkarmaktır. Kutsamaktır, merkeze almaktır. Aidiyetler üzerinden değerlendirmektir. İslam’ın yasakladığı, Aidiyetleri sorun yapmaktır.

Biz Müslümanlarız. Bundan başka ana meselemiz, bundan başka yaşam merkezimiz yoktur. Kürt olmak, Türk olmak, Arap, Acem olmak bu gerçeğe ne bir katkı sağlar, ne de bir engel teşkil eder. Bu aidiyetleri varlık nedenleri çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Ne daha az, ne daha fazla.

 Bu aidiyeti bu kadar yoğun gündeme getirmek zorunda kalmak, daha doğrusu bu aidiyeti bu kadar yoğun konuşmak zorunda kalmak da ayrı bir acı veriyor. Bunun müsebbipleri biz değiliz, Kürtler değiller. Buna yol açanlar, ısrarla başkalaştırmaya çalışanlardır. Kendi aidiyetleri için herhangi bir problem yok iken başka aidiyetleri mahkûm edenlerdir. Yok sayanlardır. Bu aidiyetimizin bunca tartışmaya açık olmasına, bu kadar rahatça mahkûm edilmesine, tercihlerimizin bu kadar pervasızca basitleştirilmesine hiçbirimiz razı değildir. Bu tür yaklaşımlar kardeşlik anlayışını zedeler.

Aidiyetleri suçlamakta, hor görmekte, küçümsemek de en az yüceltmek kadar suçtur. İslam’ın kötülediği bir durumdur. Çünkü bir aidiyeti küçümsemek, aynı zamanda bir diğerini yüceltmektir.

Bütün inkârlara karşın sahiplenmek, tutup yerden kaldırmak, sıkı sıkı sarılmak, menfi bir davranış değildir. Koruma psikolojisidir. Olması gerekendir. Hiç kimse, yekdiğerinin elindekini koruma cehdini kınayamaz. Hakkını koruma çabası, Hakk’ın katında övülmüş bir davranıştır. Bu her alanda böyledir. Elbette ki dil için de böyledir.

 Dünyanın hiçbir yerinde bir insana “neden anadilinde yazıyorsun” şeklinde bir soru sorulmaz. Ama biz bu soruya da cevap vermek durumunda kalıyoruz. Bu psikolojinin bizi yanlışa yönlendirmemesi için de gene sığındığımız tek yer Hakk’ın huzurudur.

Bu toprak tek renkli değildir. Bizim hayatlarımız ayrıştırılmış hayatlar değildir. Biz günlük hayatta beraber yaşayabiliyorsak, değerlerimizi de, imkânlarımızı da, acılarımızı da, anlamasak bile dillerimizi de beraber yaşatabilmeliyiz. “Bütün ortaklığımız benim kurallarıma göre şekillensin!” demek, insaf sınırlarını zorlamak demektir. Çözümü değil, gücü öncelemektir. Bizim zenginliğimiz, tek bir renk ile ifade edilemez. Tek boyutlu bakış açıları bizi yansıtamaz.

İkinci ve daha masum görünen bir nokta da; yazıların neden tercümeleriyle birlikte verilmediğidir.

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki; bu sorunun sahibi dostların iyi niyetinden, olumlu yaklaşımlarından, en ufak bir şüphem yoktur. Hatta dikkat çekmiş olmanın, merak uyandırmış olmanın ve anlama çabasının beni motive ettiğini de söyleyebilirim.

Merak önemlidir. Kişi merak ettiği ölçüde aşama kaydeder. Merakını kaybetmiş birey, hayata ilgisini kaybetmiştir. İlgisi kalmamış bir yaşamın anlamı da kalmamıştır.

Ancak; bu talebin yerine getirilmesi de olanaksızdır. Bu isteğin neden yerine getirilmediğini/getirilemeyeceğini de ifade etmeye çalışacağım. Ancak; burada kullandığım ifadelere karşı refleks geliştirilmeden önce, empati geliştirilmesini bekliyorum.

Şunu bilmek gerekir ki; bu yazılar ilk defa Haksöz-Haber sitesinde yayınlanıyorlar. Diğer bir ifade ile bu yazılar bu site için yazılıyor. Başka bir yerden alıntılanarak burada yayınlanıyor değiller. Durum bu iken, bu yazıları tercümeleriyle beraber vermek ve bu uygulamayı sadece Kürtçe yazılar için hayata geçirmek, Kürtçeyi “ikincil” bir dil yapar. Zaten mevcut durumda yeterince ikincil plana itilmiş ve hatta yok sayılmış bir dile böyle davranmak, bilerek ya da bilmeyerek o dile ikinci bir defa hakaret etmektir. Eğer yayınlanan bütün Türkçe yazılar için aynı uygulama yapılacaksa, bu Kürtçe için de yapılmalıdır. Ama sadece Kürtçe yazıları buna mecbur kılmak, tek taraflı bir bakış açısının ürünüdür. Bu bakış açısı kardeşlik anlayışına sığan bir bakış açısı değildir. Empati kurularak geliştirilmiş bir bakış açısı değildir. Doğrusu böyle bir davranışın bizden beklenmesi de ayrıca sıkıntılı bir durumdur. Rencide edicidir.

Oysa ben, bu topraklarda hayat bulan, bu toprakların insanının nefesleriyle şekillenen hiçbir dilin ikincil olmadığını, hiçbirinin yekdiğerinden öncelikli olmadığını düşünüyorum. Eğer bu toprakların hiçbir insanı ikincil değilse, bu insanların hayata taşıdığı kelimeler de ikincil değildir. Bu sadece Kürtçe için değil, uygulamadaki diğer bütün dillerimiz için de geçerlidir. Eğer bu sitenin müdavimleri arasında bu topraklarda yaşayan diğer dillerin kullanıcıları var ise ve bunu yapmak isterlerse onlarda aynı davranışı sergileyebilmelidirler. Eğer bu site bu diyarda yaşayan Müslümanların ortak mekânı ise, burada Laz’ca, Gürcü’ce, Arapça gibi dillerdeki yazılar da yayınlanabilmelidir/yayınlanmalıdır.  Mekânlarımızı ortak kullanıma açabilmeliyiz. Bu ortaklık her alanda olabilmelidir. Bütün zenginliklerimizi mekânlarımıza serpebilmeliyiz. Bu cesareti gösterebilmeliyiz. Müslüman coğrafyanın bütün özelliklerini, bütün renklerini gösteremeyen/göstermekten imtina eden bir mekân evrensel dilin ifadesi olamaz. Evrensel dil her alanda kendini gösterebilme gücüne sahip olmalıdır. Bütün olaylara realite penceresinden bakmak, Hakkı gözetmemektir. Bütün yaklaşımlarımızda ideal olanı merkeze alırken, sıra Kürdi olana geldiğinde realiteyi işaret etmek, şartları gündeme getirmek, İnsani olamaz. İslami olamaz. Bugüne kadar ki uygulamanın adalet üzere yapılmamış olması, bizim bunu kanıksamamızı gerektirmez.

Burada yayınlanan her yazıyı anlayabilmemiz gerekmiyor. Zaten burada yayınlanan her yazıyı, herkes okuyor değildir ya da ilgileniyor değildir. Edebiyat yazıları da, felsefi yazılar da, gezi yazıları da, düşünsel, siyasal yazılar da, yayınlanabiliyor burada. Herkes kendi ilgi alanına göre okuyor. Hiç kimse ben şu tür yazıları okumuyorum ya da ilgilenmiyorum veya kullanılan terimleri/ifadeleri anlayamıyorum diyerek yayınlanmamasını isteme hakkına sahip değildir. Durum bu iken anlamadığım bir dilde yazı yayınlanmamalı ya da benim anlayacağım dile uyarlanarak yayınlanmalı demek, çok isabetli bir yaklaşım olmasa gerektir.

Ayrıca yazılan her yazının tercümesi de yapılamaz. En azından aynı tadı veremez. Ben şahsen özellikle duygu yoğunluğu olan yazılarımın tercümelerini beğenmiyorum. Çünkü yazılarımda Kürtçenin yoğun duygusal özelliklerini, yer yer deyimlerini, ağıt geleneğinin özelliklerini kullanıyorum. Tercüme ederken de bu yazıları resmen budamış oluyorum. Tercümelerini isteyen dostlara gönderirken de bu tercümelerin sadece yazı için bir fikir verebileceğini, ancak aynı tadı vermeyeceğini ifade ediyorum. Kürtçe yazılarımın çoğu da bu yönlü yazılardır. Duygusal ağırlığı olan, yüreğe hitap eden yazılardır.

Söz konusu yazılardan birisini “Halepçe’ye ağıt” tonunda kaleme almıştım. Bu yazı; “adare! alîk cejn e yek xedar e!” başlığıyla yayınlanmıştı. Duygusal yoğunluğu fazla olan bir yazıydı. Bu yazıdan sonra bana cesaret veren birçok mail aldım. Teşvik edici yorumlar yayınlandı. Oysa ben, yazının başlığını “Bu ay mart ayıdır! Bir yanı bayram, bir yanı gaddardır!” diye tercüme etmiş, ancak bu ifadeyi hiç beğenmemiştim. Çünkü yerine tam oturmuyordu. Yazarken aldığım hazzı alamıyor, okurken yakaladığım yoğunluğu tercümede yakalayamıyordum. Daha başlıkta bile mağlup olmuş, yazıyı isteksizce tercüme edip Kürtçe bilmeyen Dostlara göndermiştim. Herkese de aynı açıklamayı yazmak durumunda kalmıştım. Hatta bu yazıyı daha güzel tercüme edecek birileri çıkarsa müteşekkir olacağım diye de eklemiştim. Aynı şekilde “zivistana dilê min” (Yüreğimin Kış Mevsimi), “Hestên zarokî” (Çocuksu Duygular), “Bêrîyên Pîroz” (Kutlu Özlemler)  gibi yazılar için de bu durum geçerlidir.

Aslında dokunmak bile istemediğim, bir nokta daha var ki nasıl başlayayım, neresinden tutayım bilmiyorum. Bu da; Kürtçenin (ya da Kurmancinin) bir aşiret dili olduğu iddiasıdır. Öncelikle şunu söylemeliyim ki; bu iddia herhangi bir tezin ispatı için kullanılamaz. Çünkü bir dilin bir aşirete ait olması ya da bir dünya imparatorluğuna ait olması arasında hak-hukuk açısından herhangi bir fark yoktur. Bu durum, en azından İslam nezdinde, bir sıralama sebebi değildir. Bu açıdan bu ifade kendi başına sakat bir ifadedir. Eğer bu yaklaşım kişisel bir bakışın ürünü olsaydı, oturur, bu ifadenin yanlışlığını kuralına uygun olarak izah eder, bu yaklaşımı çürütmeye çalışırdık. Ancak, bu ifadeye herhangi bir tepkinin olmaması da göstermiştir ki; bu aslında, ciddi bir şaşı bakışın sonucudur. Bu yaklaşıma bu yönlü bir tepkinin olmaması, Türk’üyle Kürt’üyle Müslüman kamuoyunun bu yaklaşımı mahkûm etmemesi beni hayrete düşürmüştür. İşin ilginç kısmı da; bu ifadeye karşı geliştirilen, “duygusal/tepkisel” yaklaşıma birçok taraftan sert tepkiler gelirken, bu yaklaşımın kendisine hiç kimsenin tepki göstermemesidir. Bu aslında bu söylemin bireysel bir söylem olmadığını, Kürtçeye, Kürdi olana her türlü menfi yaklaşımın normal görülebileceğini de göstermektedir.

Burada söz sahibinden çıkmış ciddi bir sorunun işareti olmuştur. Hatta sahibinin bile istemediği, belki de hiç hedeflemediği bir kılıfa bürünmüştür. Aynı yaklaşım öz itibariyle çok farklı olmayan Türkçe için yapılmış olsa idi inanıyorum ki yer yerinden oynar, hepimiz “ırkçı”  ilan edilirdik. Bu yaklaşımı ve içinde barındırdığı anlayışı, özellikle Türk Müslümanların mahkûm etmemiş olması, aslında genel itibariyle Müslüman çevrelerin bilinçaltlarının Kürt meselesine yaklaşımını gözler önüne seriyor. Burada ki kastın bütün bir Kürtçe için olması ya da sadece Kurmancî lehçesinin kastedilmiş olması arasında öz itibariyle bir fark yoktur. Zaten Kurmancî, ortalama Kürt nüfusun nerdeyse yüzde doksanının kullandığı bir lehçe olması itibariyle, bu ifade genellenmiş oluyor. Ben iki yaklaşım arasında bir fark görmediğimi ifade etmek istiyorum.

  Bu noktada çok çarpıcı bir örnek eklemek istiyorum: İsviçre’de dört tane resmi dil var. Devlet, Almanca, Fransızca ve İtalyancanın yanında birde nüfusları sadece kırk bin civarında olan ve toplam yerli nüfusun yaklaşık yüzde birini oluşturan Romanş’ların dillerini de resmi dil kabul etmiş ve dillerini geliştirmeleri için imkânlar sağlamıştır. Söz konusu devlet, bu resmi dillerin her birine aynı imkânları tanımakta, azınlık-çoğunluk arasında bir fark görmemektedir. Kısacası kırk bin kişilik bir “Romanş aşireti” kırk milyonluk  “Kürt aşireti”nin uğradığı hakaretlerle tanışmıyor bile.

 Bana asıl acı veren nokta da işte burada kendini gösteriyor. Vicdan sahibi, duyarlı çevrelerin, ya da bireylerin ulaştığı bakış açısına birçok Müslüman bireyin, bir türlü ulaşamaması, hakeza, birçok devletin, kurumun ulaştığı erdem noktasına bazı Müslüman çevrenin bir türlü ulaşamaması tarifi zor bir psikoloji yaşatıyor. Bir batı ülkesinin ulaştığı noktaya bazı Müslüman çevrelerin ulaşmamış olmasını bir talisizlik mi, yoksa yılların olumsuz birikimlerinin getirisi olarak mı görmek gerekiyor, bilmiyorum.

Bu ifadeler daha çok artırılabilir. Bir nokta üzerinde defalarca durulabilir. Çok farklı nedenler gösterilerek, bambaşka sonuçlar çıkartılabilir. Ancak; bunlardan öte birbirimizi anlamak için ciddi bir empatiye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Birbirimizin dünyalarına dalabilmek için oturup düşünmeyi, karşılaştırmalar yapmayı başarabilmeliyiz.

Müslüman yürekler, anlayışa kurulmuş olmalılar. İncitmek kolaydır. Önemli olan incitmeden, kardeşlik sınırlarını zorlamadan yürüyebilmektir. Konuşmak kolaydır. Önemli olan konuşmadan yoğunlaşabilmek, hâl diliyle anlaşabilmektir. Bütün bir coğrafyaya uçabilen kuşlar olabilmektir. Bütün farklılıklarımızın ve değerlerimizin yüreği olabilmektir. Hakk’a ve adalete teslim olabilmektir.

bengin_boti@hotmail.com