Bir Devrin Anatomisi ve Mağrur Bir Adamın Hazin Hikâyesi

MUSTAFA YILMAZ

Zararı yok, hayal kırıklığı en dizginleyici tedavi benim için.

Virginia Woolf

Adım Adım Hayal Kırıklığına Doğru

Savaş sonrasında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanını müteakip teşekkül ettirilen ordu, bürokrasi, meclis ve diğer kamu kurumlarının tarihi, bir yönüyle bir tasfiye hareketi tarihidir.

Osmanlının çok unsurlu halk kitleleri hep birlikte bir varlık yokluk savaşı vererek varlıklarını Anadolu denen topraklarda koruyacak bir güvenli adaya kavuştuklarını düşünüyorlardı. Kopan her bir memleket, bir uzvun kopması gibi acı veriyordu ama gel gör ki elden gelen bir şey yoktu. Artık Yemen’in kahve kokusu çok uzaktı. Halep’in çarşılarına el uzanmıyor, Kırım bir puslu hayal olarak kalıyor, Kerkük türkülerinin sesi kısılıyor, Mağrip gittikçe uzaklaşıyor, Bingazi’nin, Misrata’nın gözleri yaş doluyor, Drina köprüsü kan ağlıyor, Saray-Bosna sebillerinden su akmıyordu. Bir hüzün sağanağı basmış, bir ayrılık fırtınası esmişti. Elde avuçta kalan ise bir küçük Anadolu olmuştu koca Osmanlı memalikinden!

Ayakları çıplak, sırtı açık, elleri nasırlı, gözleri yaşlı, elinde avucunda bir şey olmayan bu halk, bu ihtiyar emmiler, koca kadınlar, ulu hocalar, beyler, paşalar gün geldi süpürge tohumlarından ekmek yapıp yedi, yeter ki dinimiz, namusumuz, vatanımız çiğnenmesin, halife efendimize bir keder gelmesin, gavur potini topraklarımızı çiğnemesin, ehl-i salib galip gelmesin yeter ki; biz can vermeye razıyız, dedi.

23 Nisan 1920’de Meclis’in açılması ve 29 Ekim 1923’te de cumhuriyetin ilanı ile birlikte Osmanlı’nın hayatı nihayete eriyor ve onun külleri üzerinde yeni bir rejim kuruluyordu. Yeni cumhuriyete İstiklal Marşı yazmak da bizim Hoca Tahir Efendi’nin mahdumu Akif’e nasip oluyordu. Kendisinin sahabeden sonra en hakiki mümin saydığı Babanzâde Ahmed Naim’in ‘bu devletin marşını sen mi yazacaktın’ diye sitem ettiği Akif!

Yeni rejimin ilk siyasi partisi Cumhuriyet Halk Fırkası oldu. 9 Eylül 1923’te ‘önce insan, önce birlik, önce Türkiye’ sloganları ile kurulan, ideoloji olarak zaman içerisinde Atatürkçülüğü, Sosyal Demokrasiyi ve Demokratik solu benimseyecek ve kendisini merkez sol olarak tanımlayacak bugünlerin Cumhuriyet Halk Partisi’dir bu. 1923’ten 1950’ye kadar tek başına aralıksız iktidarda kalan parti, Mustafa Kemal tarafından Halk Fırkası adıyla kurulmuş ve isminin başına 1924’te ‘Cumhuriyet’ sözcüğü eklenmiştir. 1935’te yapılan dördüncü kurultayda ise adını ‘Cumhuriyet Halk Partisi’ olarak değiştirmiştir. Cumhuriyetin ilanının 10. yıl dönümünde okunan nutuk sırasında Mustafa Kemal kürsüde hem Cumhurbaşkanı ve hem de CHP Genel Başkanı olarak bulunuyordu. Hem parti başkanı hem cumhurbaşkanı olarak ülkenin tek adamıydı. Kökleri 1920’li yılların başlarına dayanan meclisteki vekillerin iki gruba ayrılması hareketi, Türkiye siyasetindeki derin çatlağın özünü oluşturur. Birinci grup CHP’yi kuran ekiptir. Bunlar Refik Saydam, Celal Bayar, Sabir Sağıroğlu, Münir Hüsrev Göle, Cemil Uybadın, Kazım Hüsnü, Saffet Erıkan ve Zülfü Bey’dir. Partinin ilk genel sekreteri de Recep Peker olmuştur.

İkinci grup ise, başta halifeliğin kaldırılması olmak üzere, çeşitli meselelerde itiraz eden, ikinci mecliste muhalif milletvekillerinin sayısının azaltılmasını kabullenmeyen ve hemen hepsi geçmişte Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşlarından olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar Eğilmez, Refet Bele gibi isimlerden oluşur. Bu ikinci grup daha sonra yeni cumhuriyetin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (TCF) kurucuları olacaktır.

17 Kasım 1924’te kurulan TCF, 5 Haziran 1925’te Şeyh Said’in kıyam hareketi ile bağlantılı sayılarak kapatılmıştır. Hareket sonrası çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu marifetiyle önde gelen birçok ismin idam veya siyasetten tard edilmesi ile CHP 1946 yılına kadar tekeline aldığı siyasette istediği boruyu öttürmekten geri durmayacaktır.

Terakkiperver Parti, tüzüğünde cumhuriyet ilkesini, liberalizmi ve demokrasiyi benimsediğini belirtmiş, aynı zamanda ‘dini inançlara da saygılı’ olduğunu açıklamıştır. Mustafa Kemal Nutuk’ta bu durumu "dini siyasi çıkarlara alet etmek" olarak yorumlamıştır. Rauf Orbay'ın parti kurulmadan önce cumhuriyet ile ilgili eleştirilerinden ve parti kurulduktan kısa bir süre sonra bazı rejim muhaliflerinin parti etrafında toplanmasından endişe edilmiş, Şeyh Said hareketi sonucunda parti kapatılmıştır. Amasya Tamimi ile Kurtuluş Savaşı’nı başlatan beş veya yedi kişilik kadronun Mustafa Kemal ve İsmet İnönü hariç tüm üyeleri, Terakkiperver Fırka'nın kurucu ve liderleri arasında yer almıştır. Mustafa Kemal, Nutuk’ta Terakkiperver Fırka kurucularını ‘cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği’ ile suçlamıştır.

Bu arada Sebilürreşad dergisini çıkaran Mehmet Akif’in birçok yakın dostu ve yol arkadaşı da kurulan İstiklal Mahkemelerinde yargılanmış, hatta Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanması ile kendi istedikleri manada yeterli bir sonuca ulaşamadıkları düşünülerek ikinci kez de Diyarbakır İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştır. Bu yıllarda Akif ise artık çoktan Mısır’a göçmüştür.

Mehmet Akif Birinci Meclis’te Burdur vekili olarak bulunmuştu ancak İkinci Meclis’e girememişti. Mehmet Akif daha sonra bir cinayetle ortadan kaldırılan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey ile birlikte Ankara’ya gitmiş ve Birinci Meclis’e girmişti. Ali Şükrü Bey’le bir dostluğu vardı.

Ali Şükrü Bey meclisin en sert ve direngen muhaliflerinden birisidir o tarihte. Özellikle halifeliğin kaldırılmasına sert muhalefet eder. Balkan Savaşları’na, Pontus Ayaklanması’nın bastırılmasına ve Koçgiri İsyanları çatışmalarına katılmış, bizzat Mustafa Kemal’i koruyan muhafız kıtasının komutanı Milis Yarbay Topal Osman’a, Ali Şükrü Bey’i ortadan kaldırma emri verilir. Bu emri yerine getiren Topal Osman da akabinde derin devletin zinde güçleri tarafından ortadan kaldırılarak cinayetlerin üstü kapatılır.

Aynı dönemde Hüseyin Avni Bey de önemli muhaliflerden biridir. Hüseyin Avni Bey ikinci grubu örgütleyen en önemli kişidir. Bu grubun desteğiyle mecliste ikinci başkanlığa bile seçilebilmiştir. İzmir Suikasti davasında yargılanmıştır. 1948’de İstanbul’da vefat eden Hüseyin Avni Bey’in kızı Fethiye Hanım Anadolu Sosyalizmi fikrinin mimarı, Türkçü düşünce adamı Nurettin Topçu (asıl adı Osman Nuri) ile evlenmiştir.

Bu hengamede Mehmet Akif ve arkadaşlarının çıkardığı Sebillürreşad dergisi kapatılmıştır. -Çünkü Şeyh Said’in zaman zaman Sebillürreşad dergisi okuduğu tespit edilmiştir (!)- Akif’in yakın dostu Ali Şükrü Bey cinayetle ortadan kaldırılmıştır. Halifelik ilga edilmiş ve halk ile birlikte mebusların önemli bir kısmı buna karşı öfke ile dolmuştur. Akif’in emekli maaşı kesilmiş ve gittiği her yerde kendisini takip eden bir gizli polis ekibi peşine takılmıştır. Daha fazla dayanamayan Akif, ‘Ben ölsem Akif benim gibi adamı çok bulur ama Akif ölse ben onun gibi birisini bulamam’ diyen yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın yanına, Mısır’a hicret etmek zorunda kalır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti böylece bütün muhalefeti susturmuş, asmış, hapsetmiş ve sükunet sağlanmıştır. Gericilik teraneli gündem ile millet baskı altında tutulmaya çalışılmıştır.

Mısır Hilvan’da Mahrumiyet ve İnziva Günleri

20 Aralık 1873’te İstanbul’da Fatih ilçesi Sarıgüzel semtinde doğan Mehmed Ragıf yani Mehmet Akif Ersoy, yine bir kış günü 27 Aralık 1936’da İstanbul’da Taksim İstiklal Caddesinde Abbas Halim Paşa’ya ait Mısır Apartmanı’ndaki dairesinde sessiz sedasız Hakka yürümüştü.

Daha önceden gidip geldiği Mısır’a son bir kez daha yola çıkan Akif’in artık yeni cumhuriyette nefes alıp vereceği bir hava kalmamıştır. 1925’te gittiği Mısır’dan ölümüne birkaç ay kala 1936 yılında dönmüştür. 11 yıllık Mısır zorunlu sürgünü için sonunda ‘on bir yıl kaldım on bir gün daha kalsam çıldırırdım’ diyerek soluğu doğduğu topraklarda almıştır.

Hasan Basri Çantay’ın ‘Akifname’ kitabındaki anlatımıyla ‘Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar, ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum’ diyordu Mısır’a giderken. Elli iki yaşında gittiği Mısır’dan 63 yaşında döndü. Vapur İstanbul’un camilerini görünce ağlamaya başlayan büyük şairin yanında sadece zevcesi İsmet Hanım vardı. Onun geri gelişini hazmedemeyenler ona vize veren konsolosluk hakkında tahkikat başlatmış ve bu tahkikat vefatına kadar sürmüştür.

Akif’in Mısır’da yaşadığı son dönemi bir seyahat değildir. Yeni cumhuriyet elitleriyle olan derin ayrışma neticesinde belki de hayatını tehlikeden uzak tutmak, daha güvenli ve özgür bir ortamda yaşamak için zorunlu olarak yaşadığı ülkeyi terk etmesi olayıdır. Lakin hastalık ve maddi zorluklar Akif’in Mısır’da çok da güzel günler geçirmesine imkan tanımamıştır ancak o bu zahmet mihnet günlerini yine de hayır ve sevinçle yâd etmiştir. Ömrümün güzel günleri demiştir.

Mısır’da Kahire yakınlarındaki bir köy olan Hilvan’a yerleşti. Burada inzivaya çekilen Akif, bir taraftan Kur’an meali çevirisi ile meşgul olurken bir taraftan da Kahire’deki Câmiatü’l Mısriyye’de Türk Dili ve Edebiyatı dersleri vermeye devam etmiştir. Bu dönemde ‘Bazen öyle oluyor ki Hilvan’dan Kahire’ye gidecek para bulamıyordum’ diyor. Büyük yoksulluk içerisinde ve büyük bir züht hayatı yaşayan Akif’in karaciğer rahatsızlığı da gitgide ağırlaşır. Bu arada hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle Lübnan ve Antakya’ya da giden Akif nihayetinde 17 Haziran 1936’da İstanbul’a dönmüştür.

M. Ertuğrul Düzdağ’ın ‘Mehmet Akif Mısır Hayatı ve Kuran Meali’ isimli önemli eserinde verdiği bilgilere göre ‘Kahire’nin uzağında kalan Hilvan köyünde sessiz sakin bir hayat yaşamaktaydı. Fakat Mehmet Akif’in orada konforlu bir hayat yaşadığı söylenemez. Düzenli bir geliri olmadığından mahalledeki kasaptan eczaneye kadar bütün esnafa borçlanmıştı. Dostlarından mizacı gereği utana sıkıla borçlar istemişti. Farklı hatıratlardan yola çıkıldığında görülüyor ki kendisine yardımcı olan Abbas Halim Paşa’ya da durumunu anlatmaz, ondan çok şey istememiştir. 1929 yılından itibaren de Abdulvehhap Azzam isimli müderris vasıtasıyla haftanın iki günü Kahire’deki Darülfünun’da Edebiyat Şubesi’nde Lisan-ı Türki müderrisliği yapmaya başladı.’

Ayrıca Abdulvehhap Azzam isimli zatın evinde birçok toplantı yapılmış, Mısır’ın önemli insanları -ki aralarında Hasan el-Benna da vardır- Akif’i burada tanımıştır. Mehmet Akif Ersoy ders vermek için şehrin merkezine gittiği haftanın iki gününde çevrede okuyan Türk öğrencilerle görüşmeyi ihmal etmiyordu. Dostluğunun en sağlam olduğu öğrenci ise Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası Yozgatlı İhsan Efendi idi. İşte akıbeti tartışma konusu olan Kuran Meali’ni de İstanbul’a geri dönerken ona emanet etmişti.

Eşref Edip’in kaydettiği gibi ‘Fir’avn İle Yüz Yüze’ şiirini burada yazar. Şiir, Abbas Halim Paşa’nın eşi “Fahrü’n-Nisâ Emîre Hadice Hanımefendi Hazretlerine” ithaf edilmiştir. Abbas Halim, Prens Halim Paşa’nın oğlu, Roma’da şehit edilen Osmanlı Sadrazamı, siyasetçisi ve İttihad-ı İslamcı Said Halim Paşa’nın kardeşidir. Bir ara Şurâ-yı Devlet üyeliği, Bursa Valiliği, Nâfia Nâzırlığı yapmış, İngilizler tarafından Malta’ya sürgün gönderilmiş, Âkif’in Türkiye’de ve Mısır’da en büyük dostu o olmuştur. Aralarında derin bir ideal birlikteliği ve duygudaşlık bağı vardır.

Eşref Edib, 1932 yılında Mısır’a giderek Akif’i ziyaret eder. Kaldığı odadan şöyle bahseder: “Eşya namına odasında birkaç kanepe, iki demir ayak üzerine konulmuş birkaç tahtadan ibaret karyola vazifesini görür bir şey, bir hasır seccade, bir çift nalın, bir divit, bir de duvarda Hikmet Bey’in Afganistan’dan gönderdiği bir seccade. Bu seccade lüks sayılırdı. … Üstat evden eve taşınırken ‘konu-komşu eşyasını görmesin diye’ geceleri taşındığını söylemiştir. … Üstadın evi, daha sonra bir su küpü ile zenginleşir. Ziyaretine gelen İhsan Efendi’ye şöyle müjdeler: Çok zamandan beri bir su küpü almak istiyordum. Nihayet aldım. Şimdi böyle suyumuzu soğutup içiyoruz.”

Büyük hayal kırıklıkları ile yaşlanmış ve sıhhati iyiden iyiye bozulmuş bu adam Müslümanların yeniden canlanması, dirilmesi, düşüncede bir devrim yaşaması, uyuşukluktan, ataletten, geleneksel hurafelerden, bilinçsiz mollalardan kurtulması için düşünce ve amelde Kur’an’a dönüşten başka çare görmüyordu. Yaşanan zamanı Kur’an ölçüleri ile değerlendirip yeniden diriliş için sahte tevekkül ve kadercilik anlayışlarına savaş açıyordu.

Haram olur sana kuzgun üşürmemek leşine!
Nasıl, bu sözleri tutmak gelir mi hiç işine?
Mezelletin o kadar yar-ı canısın ki, yazık,
Ucunda yoksa ölüm her belaya göğsün açık!
Dilenci mevki'i, milletlerin içinde yerin!
Ne zevki var, bana anlat bu ömr-i derbederin?
Şimale doğru gidersin: Soğuk bir istikbal,
Cenuba niyyet edersin: Açık bir istiskaal!
Aman Grey! Bize senden olur olursa meded
Kuzum Puankare! Bittik.. inayet et, kerem et!
Dedikçe sen, dediler karşıdan: inayet ola!
Dilencilikle siyaset döner mi, hey budala?
Siyasetin kanı: Servet, hayatı: Satvettir,
Zebun-küş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir.
Donanma," ordu yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb'ın elçileri!
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
Kadermiş! öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru:
Belanı istedin, Allah da verdi Doğrusu bu.
Taleb nasılsa, tabi'i, netice öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimali mi var?
Çalış! dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uy durdun!
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya,
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!

Sahipsiz Bir Tabutta Meçhul Bir Mü’min

Mehmet Akif İstanbul’a döndükten sonra bir süre Şişli Sıhhat Yurdu’nda tedavi görmüş ve bu süre zarfında bugün halihazırda moda evlerinin büro olarak kullandığı, İstiklal Caddesinde Abbas Halim Paşa’ya ait Mısır Apartmanı’nda ikamet etmiş ve burada vefat etmiştir. Tarih 26 Aralık 1936 ve saat 19:45. Vefat ettiğini kimsenin duymadığı, kendisi dışlanmış ve kaderine terk edilmiş bu muttaki mümin, mağrur mücadeleci yalnızlığın meraretine yenik düşmüş ve çağrıya uyarak Allah’a iltica etmiştir.

Cenaze, ertesi gün Beyazıt meydanına getirilmiştir. Olayı Mithat Cemal Kuntay anlatıyor: “Cenaze Beyâzıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra üstünde örtü olmayan bir tabut geldi. ‘Bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta elinde bir Türk bayrağı tabuta sardı. Sebebini anlayamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Onlar da üniversitenin büyük sancağını tabuta sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”

Cenaze bir at arabası üzerinde üç dört kişi ile getirilir. Sargısız çıplak bir tabutta! Olaya o günlerde hukuk fakültesinde öğrenci olan Sulhi Dönmezer bizzat şahit olmuştur. Tabutta kim var diye bakınırlarken Akif olduğu anlaşılınca yakındaki bir lokantada asılı bulunan bayrak getirilip tabutunun üstüne atılmıştır. Üniversite gençliği arasında haber hızla yayılınca kalabalık toplanmış ve cenazeye sahip çıkmıştır. Herhangi bir devlet yetkilisi filan yoktur ortada. Bir tören konuşma, merasim yapılmaz resmi olarak. Aynı muamele cumhuriyetin ilk Genel Kurmay Başkanı olan Mareşal Fevzi Çakmak için de gösterilmiş ve vefat ettiği gün akşama kadar radyoda oyun havaları çalmış, adet olduğu üzere matem müziği çalınmamıştır. Ertesi gün Millet Partisi durumu değerlendirip büyük bir kalabalık toplamış ve tekbirlerle cenaze Eyüp mezarlığına götürülmüş ve defnedilmiştir.

Cenaze hadisesi Türk Edebiyatı dergisinin Mart 1983 Mehmet Akif özel sayısında Macit Bumin imzalı yazıda şöyle dile getirilmiştir:

“Muhterem Mehmed Akif’in son günlerini Anavatanda geçirmek arzusu ile İstanbul’a geldiğini ve Mısır Oteli’nde kaldığını duymuştum. Otelinde ziyaretine gidemeyişim, bende büyük bir eksikliktir. O zamanlar tıp fakültesinin ilk sınıflarındaydım ve sağlık vekaleti yurtlarının birinde kalıyordum. Boş zamanlarımızı kütüphaneye gidip okumakla geçirdik. Bir Pazar günüydü.

Arkadaşım Mithat Müdüroğlu ile birlikte Beyazıt Kütüphanesi’ne gidiyorduk. Vakit erkendi. Kütüphanenin açılma saatini, tam karşısında bulunan ve “Küllük” denilen kahvelerin birinde oturarak bekliyorduk. Sulu kar yağıyordu. Tam bu sırada caddeden tek atlı bir araba geçiyordu. Arabacının yanında fesli bir genç oturuyordu. Yükü, örtüsüz bir tabut olan araba, cami kapısına yöneldi. Tam bu sırada ikimiz birden kalkıp önlerine koştuk. Fesli gence sorduk:

-Bu tabut kime ait? Delikanlı bize şöyle bir baktı ve,

Bu tabut Mehmet Akif Bey’e aittir. Ben de katib-i hususiyim, dedi. Hemen tabutu arabadan aldık ve hürmetle musalla taşının üzerine usul-ü vechile yerleştirdik.

Arkadaşımla görebildiğimiz birtakım eksiklikleri tamamlamak vazifesini üstlendik. Katipten merhumun kartvizit büyüklüğünde iki fotoğrafını istedik. Birini tabutun başına dayadık, birini de yanımıza alarak heyecan ve telaşla katibin adını bile sormadan, fatihamızı okuyup Kapalıçarşı’ya daldık. Bir büyük bayrak ve raptiye alarak döndük. Bayrağı büyük naaşın üzerine örttük. Kâtipten tekrar izin alarak Cağaloğlu yolunu tuttuk. Gözümüze takılan ilk matbaaya girdik.

Matbaacıya durumu anlattık. Fotoğraftan parası karşılığında vesikalıktan biraz büyük boyda bol miktarda tabettirdik. Bir miktar toplu iğne ve siyah kurdele da almak istedik. Matbaacı: ”Bunlar da benden olsun” diyerek parasını almadı. Siyah kurdeleyi münasip büyüklükte parçalara böldük. Toplu iğnelerle tabettiğimiz fotoğraflara kurdeleleri iledik. Oradan doğruca talebe yurtlarına koştuk. Kısa bir zaman parçası içerisinde Tıp talebe yurdunu dolaştık. Rastladığımız herkese büyük şairimizin cenazesinin Beyazıt Camii’nde olduğunu, öğlen namazından sonra kaldırılacağını haber veriyorduk. Bu arada Kadırga Yurdu’na da indik.

Yollarda rastladığımız kimselere sadece haberi vermekle kalmıyor, yakalarına merhumun fotoğrafını da iliştiriyor, naaşın Edirnekapı’da toprağa verileceğini söylüyorduk. Öğle namazına yakındı, Beyazıt Camiine geldik. Cenazenin yanında, resmi kıyafetleri ile Darüşşafaka ilkokul birinci sınıf talebelerini öğretmenle birlikte gördük. Daha sonra cemaat çoğaldı. Namazdan sonra tabut omuzlara alınarak Beyazıt meydanına çıkıldı.

Cenaze alayı ilerledikçe kalabalık artıyordu. Edebiyat Fakültesi önünde 5 dakika duruldu, saygı duruşunda bulunuldu: Artık cenaze alayı büyümüştü. Tabut gençlerin ve halkımızın omuzlarında, bayrağımıza sarılı vaziyette ilerliyordu. Edirnekapı’ya kadar böylece gelindi. Tabut mezara indirildikten sonra görmek isteyenler için merhumun yüzü son bir kere açıldı. Tam bu sırada Güzel Sanatlar Akademisi’nden bir genç mezara atladı ve alçılı bir bezle merhumun o nazik yüzünün mülajını aldı. Ona müdahale edenler olduysa da genç heyecanlı tavrıyla: ”İlerde bir gün belki heykeli yapılırsa lazım olur” dedi. Mezar usul-ü veçhile kapandı. Kur’an-ı Kerim okundu, dualar edildi ve büyük kaybın verdiği iç burukluğuyla cemaat oradan ayrıldı.

Şunu söylemek isterim ki, büyük şairimiz Mehmed Akif’i milletimiz ebediyete kadar unutmayacaktır. Merhuma, naçiz hizmetimiz olmuş olabilir. Fakat bizim gördüğümüzü, o günkü gençlerden kim görseydi, mutlaka bizim yaptığımızı yapacaktı. Bu naçiz hizmet bize nasip oldu. Bu naçiz hizmetimizi açıklamaktan dolayı kusurumun bağışlanmasını Yüce Mevla’dan diliyorum. Allah büyük şairimize gani gani rahmet eylesin.”

Yarım kalmış idealler, hayal kırıklıkları, kimsesiz bir ömür sonunda sahipsiz bir cenaze ile son defa tuluat etmiştir hayat sahnesinde. Akif, tek bir ceketi olan adam, o ceketini dünya damının duvarında çoktandır paslanmış ihtiyar bir çivinin ucuna tutuşturup sessizce, bu dünyadan kalbi sevgisiyle, teslimiyetiyle dolu Rabbine iltica etmiştir.

‘Vatan şairi’, ‘İstiklal şairi’ diye sahte tebcillerle gündeme getirilen Akif’in ölümünden sonra üç beş yıl boyunca hatırasını yad etmek isteyenler takibata uğramıştır. 1980’li yıllara kadar devlet tarafından resmi bir törenle anılmamıştır. İlk defa Turgut Özal zamanında devlet töreni ile anılmıştır. Bu Akif’in sadece inanmış bir mü’min ve sadık bir mücahit olmasından dolayıdır.

Ondan geriye Safahat gibi bir abide kalmıştır. Ahlak, içtimaiyat, siyaset, tarih dersleri almak isteyen herkes için Safahat sımsıcak bir dost gibidir. Kur’an’a sımsıkı bağlı, ümmet idealinin yılmaz bekçisi, ıslah ve tecdit hareketinin düşünsel çilecisi Mehmet Ragıf Efendi, yani bizim o mazlum Akif, Küfe’nin, Kör Neyzen’in, Köse İmam’ın, Bülbül’ün, Meyhane’nin şairi büyük Akif! Seni hep kıyamda bir mü’min olarak hatırlayacağız.

 

Bu Yazı Ocak 2017’de Temmuz Dergisinde yayınlanmıştır.