Bir darbe girişimi daha

İhsan Dağı

Derin güçler sadece meclise ve hükümete karşı darbe yapmakla kalmazlar; darbe önceleri ve sonraları siyasi partilere de nüfuz etmeye çalışır, böylece siyaseti kendi aktörleriyle denetlemeyi ve düzenlemeyi denerler.

1960 sonrası dönemde merkez sağ hem darbelerin doğrudan hedefi olmuştur, hem de darbe önceleri ve sonraları siyasi partileri darbecilerin 'truva atları'yla doldurulmuştur. Yani darbesever 'aşısı' yapılmıştır çok.

Ama özünde merkez sağ siyaset ile darbeseverliği bir arada düşünmek zor, hatta imkânsız. 1960 başta olmak üzere tüm askerî darbeler merkez sağ siyasal iktidarlara karşı yapıldı. Darbecileri bu iktidarlara karşı harekete geçiren, bürokrasinin değil milli iradenin üstünlüğüne dayanan bir duruş ve politika sergilenmiş olması.

Egemenliğin devlet seçkinlerinden millet temsilcilerine geçmeye başladığı sürecin miladı kuşkusuz 14 Mayıs 1950'de DP'nin ilk demokratik seçimi kazanması. O gün bu gündür Türk siyasal hayatında 'atanmışlar'la 'seçilmişler' arasındaki iktidar mücadelesi devam ediyor. Bu mücadelede merkez sağ, milli iradeye yaslanarak seçilmişlerin üstünlüğünü savunan bir hareket.

Yani merkez sağ siyasetin ve toplumsal zeminin en belirgin özelliği devletin bürokratik tahakkümüne karşı, serbest seçimlerle tecelli eden milli iradeyi temel değer ve üstün referans olarak benimsemesidir.

Sıklıkla, 2002 ve 2007 genel seçimlerinde 'merkez sağ'ın çöktüğü tespiti yapılıyor. Aslında çöken merkez sağ değil, merkez sağın siyasal aktörleriydi. Merkez sağ toplumsal gövde aynen yerinde dururken 'merkez sağ' refleksler göstermeyen, adı darbelerle ve darbecilerle anılan siyasal partileri ve 'eski' liderleri siyasetten sildi bu taban. Böylece merkez sağın siyasal temsili de bambaşka bir kulvardan gelen AK Parti'ye geçti.

Dolayısıyla 'geleneksel' merkez sağın krizini anlamak için sorulması gereken temel soru şudur; son on yılda merkez sağda olduğu söylenen liderler, bürokratik iktidar karşısında milli iradeyi, Meclis'in üstünlüğünü, demokratik meşruiyeti ne kadar savundu, savunabildi? Buna olumlu cevap vermek imkânsız. 28 Şubat sürecinde başrol oynayan Süleyman Demirel, iktidar ortağı DYP'den ayrılarak asker güdümlü bir parti kurup ara rejim günlerine hazırlanan Hüsamettin Cindoruk, iktidarı 'altın tepside' askerden alan Mesut Yılmaz, 27 Nisan darbe teşebbüsüne sesini çıkaramayan, 367 yargı darbesine imkân veren Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu 'merkez sağ'ı ne kadar temsil edebilirlerdi ki?

Bürokratik iktidar odaklarının 'merkez sağ' siyasetin temel değerlerine yönelttiği saldırılara sessiz kalan, hatta bu saldırılarında onlara arka çıkan siyasal partilerin ve kişilerin 'merkez sağ' referansları zaten kalmamış demektir. Son yıllarda olan da budur. Askerî ve yargısal darbeleri destekleyen Demirel ve Cindoruk gibi isimlerin 'merkez sağ' tabanı ve duyarlıkları temsil imkânları doğal olarak yoktur artık. Bu yüzdendir ki Demirel'in adı bir ara CHP genel başkanlığı için anılır olmuştu.

Şimdi bu isimler, son bir yıldır adına uygun bir söylem tuturan Demokrat Parti'yi ele geçirmeye çalışıyorlar. Aslında yapmak istedikleri DP'yi ele geçirmekten çok, demokrat bir tavırla ve cesaretle siyaset yapan, partiyi Ergenekonculardan ve darbecilerden temizlemeye çalıştığını deklare eden Süleyman Soylu ve arkadaşlarını susturmak. Yoksa, bir partinin genel başkanı olarak girdiği son seçimde % 0,5 oy alabilen Cindoruk'un siyasal bir iddiası olabilir mi?

'Siyasette gençlere ihtiyaç var, dönüyorum' diyen 79 yaşındaki bir adamın 'gençlik' iddiası ne kadar trajik ise, geçmiş siciline bakınca 'demokratlık' iddiası da o kadar trajikomik görülüyor. Cindoruk'un demokratlığı da 'genç' olduğu kadar gerçek... Acaba bu defa darbeseverlerin 'truva atı' merkez sağa sızabilecek mi?

ZAMAN