Bir ‘Alfabe İnqılabı’na Değil, Bir ‘İnkilabın Alfabesi’ne İhtiyaç Vardı

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

Bugünlerde ‘osmanlıca’ denilen bir yazı üzerinde tartışılıyor, ülkede..

Japonların alfabesinde 400’den fazla harf veya şekil vardı.. Bunları şimdi 100’den aşağılara çekmişler, biraz azaltmışlar.. Yine de, alel-acele dikilen gecekondu barakalarını andıran o acaib şekillerin altına, üstüne, yan taraflarına, içindeki boşluklara atılan bir çentik veya çiziklerle yığınla mânâ değişiklikleri oluyormuş.. Bir de o şekilleri japon gazetelerinde yanyana değil de, yukarıdan aşağıya dizilmiş olarak görünce, dışardan bakanlar için daha bir zor gözükür.

Çin’deki 1,5 milyara yakın insanın kullandığı ‘mandarin’ dili alfabesi de ondan farklı değil.. Kezâ, Kore dillerinin alfabeleri de..

Hindistan’da onlarca etnik unsurdan oluşan bir milyardan fazla insanın kullandığı alfabede de harfler, kasab çengeline asılmış etleri andırır..  O şekillere de atılan bir-iki çizikle bambaşka mânâlar ortaya çıkar.

43 yıl öncelerde (coğrafî olarak zâten 2 bin km. batıdaki Pencab vadisinde bulunan Batı Pakistan’dan ayrı olan Bengal Körgezi’ndeki Doğu Pakistan’da) korkunç bir iç savaşla kopup, Bangladeş adıyla kurulan yeni ülkedeki, nüfusu 200 milyona yaklaşan Bangladeş müslümanları da ‘bengali’ dilini Hind alfabesindeki benzer harflerle yazıyorlar.

Seylan adasında 50 yıl öncelerde adanın ismiyle anılan şimdiki Srilanka ülkesinde kullanılan alfabenin harfleri ise, daha bir ilginç.. ‘Uğur böcekleri’ni andıran yuvarlak şekiller üzerinde bir takım çentik veya çiziklerle yazılan bir dil..

Tailand’da da, thai dili, Srilanka alfabesindekine biraz benzeyen bir alfabeyle yazılır.

Rusça başta olmak üzere, slav kavimlerinin dillerinin yazılmasında genelde kullanılan ‘kril’ denilen alfabenin harfleri de bazan latin alfabesindekilere benzese bile, onlara benzemeyen başka harfler olduğu gibi, benzeyenlere de farklı sesler yüklenmiştir. Sözgelimi, P harfi ‘re’ sesi için kullanılır; N, H ve sola dönük olarak ters R gibi yazılan (я)  harfi de daha başka sesler için.. Bir ‘ı’ sesi için iki harf, bir ‘i’ sesi için, N ile H arası değişik bir harf şekli.. Daha ismini ve sesini bilmediğim başka harfler de..

Bir de bu harflerin türk dilinin farklı lehçelerini konuşan Orta Asya ve Kafkas halklarına birbirinin yazılarını  okuyup anlayamıyacak şekildeki ses yüklemeleriyle dayatıldığını düşünelim. (Farsça ve türkçe yazdığı şiirleriyle İran edebiyatında fevkalade bir yeri olan merhûm şair Şehriyâr, 40 sene öncelerde, sadece Anadolu, Kafkas ve İran coğrafyasındaki türkçe konuşan halkların durumuna bakıp, Kafkas’lardakilerin kril alfabesiyle, Anadolu’dakilerin latin alfabesiyle, İran’dakilerin arab alfabesiyle yazdıklarına işaretle, halkın kendi inancıyla zıdlık arzeden kril ve latin alfabesinin şeytan alfabeleri olarak  nitelerdi.)

*

Emperyalist oyunlar elbette köklere darbe vurucu derinlikte olacaktı..

Sovyetler Birliği dağıldığında, Kafkas ve Orta Asya müslümanlarının, 75 yıldır sandıklarda gizledikleri arab harflerinin kurşun kalıplarını çıkarıp, dergilerini, gazetelerini o harflerle yazmaya başlamalarını hatırlayalım. Hatırlıyorum, o komunist imparatorluğunun çöküşü sırasında, 25 sene öncelerde, Özbekistan müslümanları, ‘Mavera-un’nehr Muselmanlarının Sadâsı’ adıyla bir gazete çıkarmaya başlamışlardı, arab harfleriyle.. Müslümanlar, kendi kültürlerine tekrar döneceklerinin heyecanını yaşıyorlardı.

Azerbaycan Cumhuriyeti’nde de ‘Odlar (Ateşler) Yurdu’, ‘Seher’ gibi isimler taşıyan dergiler yayımlanmaya başlamıştı.

Ama, insanlar o çöküş, çözülüş ve yeniden kuruluş demlerinde parasız oldukları gibi, paraları olsa bile bu kez de kağıt bulamıyorlardı.. Komünist diktatörlüğün şerrinden, zulmünden dolayı 75 senedir sakladıkları harfleri yeniden gün ışığına çıkarmanın heyecanını yaşıyorlardı. Amma, o sırada F.G.’nin Zaman gazetesi, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’da, o yörelerin türkçe lehçe ve şivelerine uygun bir-kaç ek harfle o dillerin latin harfleriyle yazıldığı gazeteleri, ileri teknikle ve bol mikdarda basmaya başlamıştı bile.. Kağıd ve para problemleri yoktu. Diğer yeni ve yerli yayınlar muntazaman çıkamazken, bu gazete her gün muntazam çıkıyordu.

Amerikan gizli servisi CIA’in maruf akıl hocalarından Graham Fuller’in 1992’lerde, Turgut Özal’a, ‘Sovyetler’in çökmesinden sonraki dönemde, meydana gelecek boşluğu, siyasî hedefler olmaksızın, dolduracak kültürel çabalara ağırlık vermelisiniz..’  gibi görüşlerin de bulunduğu raporunu sunduğu ve F.G.’nin de gidip Ecevit’e Ortaasyada’daki çalışmaları hakkında bilgi verdiği ve Ecevit’in de -o zamanlar medyaya yansıdığı şekliyle-  ‘Rahşaaan, bak, biz burada iç siyasî mücadelelerle uğraşırken, F.G. Bey, Orta Asya’da Devlet’in yapması gerekenleri yapıyor..’ diye takdirlerini belirttiği  dönemler..

Daha sonralarda ise, F. G, bu konuyu, verdiği röportajlarda, ‘Biz olmasaydık, Orta Asya ve Kafkasya İran veya Suûdî etkisine girecekti, biz onu önledik..’ diye gururla itiraf edecekti.. Halbuki, oralarda İran veya Suûdî etkisini kırmak adına engellenen ve emperyalistlerin korktuğu, -komünizmden çökmesinden dolaayı meydana gelen- ideolojik boşluğu İslam’ın doldurması ihtimali idi.

Ve hatırlayalım, o günlerde, İslam tehlikesinden söz edildiğinde, Demirel de, ‘merak etmeyiniz, oraları komünizm ezip geçmiş ve İslam tehlikesini bertaraf etmiştir’ diye şükranla anıyordu.

*

Afrika’daki, çoğunluğu müslüman olan ülkelerde genelde, arab alfabesi hâkim idi. Ama, kıt’anın diğer bölümlerinde Batı Avrupa ülkelerinin kendi aralarında paylaştıkları coğrafyaların herbirisinde ‘efendi-ülke’nin, emperyalist dünyanın zevk ve kültürleri dili ve alfabesi esas alınıyordu..

*

Hangi alfabe eğri-bürgü harflerden oluşmaz ki..

Avrupa, Amerika ve Avustralya kıt’alarında ise, latin alfabesi kullanılır.

Ancak, bu coğrafyalardaki alfabelerde de farklı dillere göre aynı harflere değişik sesler verildiği veya bazı harflerin üstüne veya altına konulan bir takım nokta veya başka  eklerle, dillerin seslerinin teferruatıyla yansıtılmasına çalışıldığı görülür.

Sözgelimi, ‘I, i’ harfi, ingilizcede bazan ‘i’ sesi verir, bazan ‘ay’ sesi.. Bazı kelimelerin okunuşunda ingilizler bile yanlışa veya tereddüde düşerler. Bir Şekspir diyebilmek için, Shakespeare; Çorçil için Churchill.. yazmak gerekir.

Fransızcada da Jan Jak Ruso  diyebilmek için, Jean Jacques Rousseau yazılması gerekir.

Bu örneklerin daha da karmaşık olanları vardır. Bir Niçe adını telaffuz edebilmek için Nietzsche yazmak gerek..

J harfi bazı dillerde ‘y’ yerine kullanılır, bazılarında j, bazılarında c, ispanyolca gibi bazı dillerde ise, h sesi için.. Ch harfleri ingilizcede ‘çe’ sesi verirken, fransızcada ‘şe’ sesi verir.

Fransızcada sadece e harfinin 4 ayrı sesi vardır, üzerine konulan işaretlerle..

Almancada  ‘şe’ sesi için, ‘sch’ harfleri de kullanılır, ‘ch’ harfleri de.. Ya da, s harfiyle başlayan kelimeler, daha sonraki harfler sessiz ise, ‘ş’ şeklinde okunur.. Strasse (ştrase), spiegel (şpigel), stern (ştern) gibi.. Kelime başındaki ‘s’ harfinin devamındaki harf sesli ise,  S harfi o zaman, ‘z’ olarak telaffuz edilir, saturn (zaturn) gibi.. Ya da z harfiyle başlayan kelimenin devamındaki harf sesli ise, ‘z’  harfi ‘s’ olarak telaffuz edilir, sigara için, zigaretten (sigarettın) denilmesinde olduğu gibi.. Böyle daha pek çok örnekler.. Vurgulu iki ‘s’ sesini vermek için almancada kullanılan ve bazan B harfi ile karıştırılan sanılan ‘ß’ (duppel es) harfinin kaldırılması bir ara tartışıldı, ama, o bile kabul görmedi. 

Doğu Avrupa’daki slav kavimlerinin bir kısmı da kril ile yazsalar da, latin alfabesini kullananlar da vardır.

Yunanistan ise, kendine özgü bir grek alfabesine sahibdir.

İskandinav dillerinde ise, harflerin eklenen değişik işaretler daha bir fazladır..

Bütün bunlar seslerin harflere göre şekillenmesi için değil, harflerin tabiî sesi yansıtması içindir. Latin alfabesinde bazı dillerde, tabiî sesin verilebilmesi için, o kadar farklı harfler geliştirilmiştir ki, birkaç örneğini buraya koyalım: (ẅ, ả, ẫ, ẹ, ặ, ẵ, ậ, ẅ, ẃ, ồ, ẽ, ề, ế, ệ, Ị-ị, ữ, ờ, ủ, ố, ạ, ẁ, ў, ї, ё, ǽ, ǚ, ǿ, œ, ů,...)

*

Arab harfleriyle yazılırken de bir takım ekler, noktalamalar getirilmiştir, çeşitli dillerde..

Hatta arab lehççeleri arasındaki farkın yansıtılması için bile..

Pakistan’da, urduca yazılarda kullanılan arab harflerini okumak bayağı bir maharet ister.. Afganistan’da da, aynı şekilde.. Peştuca bir yazıyı o harflere bakarak okumak kolay değildir.

Farsça da, arabçada olmayan ‘p, j, ç’ gibi sesler için ek harfler icad olunmuştur.

80 yıl öncelerde, türkçedeki bazı sesler için de ek harfler vardı.. ‘Nunlatan kef’, veya ‘g’ gibi harfler için.. Hele İslamî ıstılahların, terimlerin yazılması açısından, bir çok sesi yansıtamıyordu, bu latin alfabesi.. K-q,  sesleri bir yana, ve bir tek ‘s’ harfiyle, üç ayrı ‘se’ sesinin, bir tek ‘z’ harfinin üç ayrı ‘z’ sesi için kullanılması, üç ayrı ‘h’ sesinin bir ‘h’ harfiyle, karşılanmaya kalkışılması gibi..

*

Alfabe değişikliği, gerçekte bir aşağılık duygusunun dışa yansımasıydı

1870’lerden itibaren arab harflerinin türkçe ve farsçayı seslendirmeye yetmediği iddiası İran’lı Fethali Akhundof  adında ve o dönemde güçlü bir bürokrat olan azerî bir kişi eliyle gündeme getirilmeye başlanmıştır.

Bunu Cafer Bağçeban isimli bir eğitimci daha ileri noktaya getirmeye çalışmıştır.

Osmanlı’da da, aynı dönemde teknolojik açıdan ileri Batı Avrupa ülkelerinin alfabelerine özenmeler başlamıştır, Akhundof’un İstanbul’daki çabalarıyla da...

İsimlerin ‘filan ....Pasha/ falan ...Pascha’ şeklinde yazıldığı kartvizitler bastırılmasından gurur duyulan bir yeni dönem.. Bunlar, bir aşağılık kompleksine, duygusuna kapılmışlığı yansıtır.

Bu yöndeki tartışmaların karşılanması için, 1875’lerde Cemiyet-i Hars-i Osmanî (Osmanlı Kültür Cemiyeti) bu konuların ilmî şekilde tartışılmasını için vazifelendirilir.

Tartışmalar daha sonra, 2. Meşrutiyet’ten sonra, İttihad - Terakkî döneminde Enver Paşa’nın adıyla anılan Enverî’ yazısına kadar varır.. Harflerin ayrı ayrı yazılmasından oluştuğu için  ‘Hutût-u munfasıla’  denilen ve arab harflerinin ayrı ayrı yazılmasını esas alır bu yazı tarzı.. Halbuki, arab harflerinin bazıları kesinlikle ayrı yazılmayı gerektirir, bazıları da bitişik..

Bu öylesine bir karmaşa meydana getirir ki; o dönemden bazıları, 1. Balkan Savaşı’ndaki yenilginin, o ‘Enverî’ alfabesiyle yazım mecburiyetinden ve yanlış anlamalardan kaynaklandığını bile yazmışlardır. Sonra, o dayatmadan vazgeçilir. Ama, kendilerini ‘münevver, aydın..’  vs., şimdi de ‘entellektuel’  filan diye isimlendiren kesimler, tartışmaları sürdürür.

İttihad-Terakkî’nin önde gelen fikir adamlarından katı laik Abdullah Cevdet’in çıkardığı İctihad isimli dergide devamlı işlediği konulardan birisi de alfabe değişikliğinin gerekliliği konusudur.

I. Dünya Savaşı’nda ağır şekilde yenilen Osmanlı Devleti’nin sahne dışına sürülmesinden sonra ise, onun enkazının bir kısmı üzerinde ve onun uluslararası hukuk açısından temsilcisi olarak Ankara’da kurulan yeni rejim, arab alfabesini kaldırmak için çalışmalara başlar.

Çünkü, müslüman halkın, modern diye yaldızlanarak anılan emperyalist dünyaya karşı tehdid oluşturmasında etkili olan İslam inanç ve kültürüyle güçlü irtibatın kesilmesi de bir çare olarak bu yol düşünülür.

Farz-ı muhal, Japonya’yı işgal eden bir güç, orada kendilerine bir daha mukavemet edemiyecek bir durum meydana getirmek istediğinde, düşüneceği tedbirlerden birisi de,  o halkın geçmişiyle irtibatını koparmak olacaktır.

Bizde yapılan da budur.

*

‘Enverî elifba’dan İsmet Paşa’nın itirafındaki mânâya uzanan çizgi..

Nitekim, ‘enverî alfabesi’ gibi yarım oluşlar ve arayışlar yerine, bütünüyle latin alfabesine geçilir, 1928 tarihinde.. Ve latin alfabesine türk alfabesi denilerek türkleştirildiği sanılır.

Halbuki, ülkenin etrafındaki eskisiyle-yenisiyle diğer bütün ülkelerin, Rusya’nın, Yunanistan,  Bulgaristan, İran, Irak ve Suriye’nin kültürlerini asırlarca yazdıkları kendilerine aid alfabeleri vardı. Daha sonra da, Filistin topraklarında işgal yoluyla, zorla kurulan sionist İsrail rejimi de kendisine aid, 2000 yıllık geçmişte resmî bir alfabe olmayan ve sadece yahudi din kitablarında kullanılan hebrî/ ibrî- ibrani alfabesini diriltmişti.

Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan Gürcistan ve Ermenistan da kendilerine aid özel alfabelerini resmî alfabe yaptılar.. Bu ülkelerden  hiçbirisinin alfabesi latin alfabesi değildir. Sadece Türkiye’dir ki, latin alfabesine türk alfabesi demekle onu türkleştirdiğini sanmıştır. Üstelik, türkçenin halkımızın konuştuğu dilin inceliklerini bu alfabe seslendirmeye yetmemektedir. Sesleri temsil eden ifadeler yerine, seslerin, harflere göre şekillenmesini isteyen bir dayatmacı mantık yüzünden, dilimizdeki bazı seslerin yazılması mümkün olmamakta..

Ve daha acısı, zorla kabul ettirilen bu alfabeye karşı çıkanlar dârağaçlarında sallandırılmıştır. Gazete binaları önünde onlarca kişinin sallandırılması ise, daha bir çarpıcı yöntem olarak icad olunmuştu.

Böyle olunca, insanlar evlerindeki kütübhanelerde bulunan kitabları, denizlere, ırmaklara veya ateşe atarak ya da başka ülkelerden gelip almak isteyenlere bir de taşıma paralarını da kendileri ödemek sûretiyle vermişler, yok etmek zorunda kalmışlardır. (Bugün Irak-Necef’de bulunan şiî medreselerindeki yüzbinlerce-milyonlarca kitabın bir kısmı da bu yolla toplanmıştır. Diğer ülkelerde de durum aynıdır.)

Ve sanki -çivi yazısı dışında- düz çizgilerden oluşan alfabeler varmış gibi, yeni rejimin kalemşörleri, arab alfabesinin kargacık-burgacık olduğunu iddia eden korkunç bir tahrib ve propaganda savaşına girişmişlerdir.

İsmet İnönü’nün, ‘Biz harf inkılabı yapmadık, belki inkilabımızın alfabesini bulduk..’ şeklindeki ifadesi gerçeği net olarak ortaya koymaktadır.

Gerçekten de yapılan devrimler için, yeni bir alfabe, yeni bir harf gerekiyordu; müslüman kültürel ve itikadî açıdan silahsız bırakılması, -eski deyimle- hal-i silah edilmesi, silahtan arındırılması gerekiyordu. Ve o hal-i silah epeyce işlerine de yaramıştır, ama, müslüman halkımız, bu yeni silahı da onların üzerine çevirmek dikkat ve maharetini göstermiştir. Çekilen birçok acılara ve kaybedilen nice nesillere rağmen..

Yine aynı İsmet Paşa’nın, Meşrutiyet yıllarından itibaren ünlü bir laik gazeteci olan Huseyn Cahid Yalçın’ı M. Kemal’e takdim ederken, ‘Paşam, biz bu Huseyn Cahid’i Meşrutiyet yıllarında alfabe inkilabını istediği ve kadınların örtüsünün açılması gerektiği yolunda yayınlar yaptığı için vatan haini olarak suçlamıştık..’ deyişi de ilginçtir.

Daha da  ilginç olanını, Bitlis Valisi iken Erzurum Kongresi’ne katılan ve orada M. Kemal’in özel kâtibliğini üstlenen Mazhar Mufid (Kansu) hâtırâtında yazmıştır.  Özetle: ‘7-8 Temmuz 1919 gecesi sabaha karşı bir sofra etrafında uzuuun sohbetler sırasında, M. Kemal Paşa ileride zafer kazanılacak olursa neler yapılacağını sıralamaya başlar.

‘Saltanat kaldırılacak.. Kadınlar örtüsü kaldırılacak, Hılafet kaldırılacak.. Arab alfabesi kaldırılacak, latin alfabesi kabul edilecek.., vs..’

Mazhar Mufid, bile şaşırır.. ‘Paşam, her halde içki başınıza vurdu.’ der.

O da der ki..

‘Mazhar Mufid bir gün gelecek, bunları bir gün, gündemin kaçıncı maddesine geldik diye soracağım..’

*

Müslüman halkımız, ancak, kendi tarihî köklerinden beslenerek uzanacaktır, geleceğe..

Şimdi..

Sanki ayrı bir dil ve ayrı bir alfabe imiş gibi sanılan Osmanlıca metinlerin okunabilmesi, ve kezâ yazılabilmesi için, yeni bir proğram başlatılmış bulunuyor, Tayyîb Erdoğan tarafından..

Kemalist-laik cenah, kendilerinin, müslüman halkımızın Anadolu’daki 1000 yılı bulan geçmişine kurdukları tuzakların ağırlığını görmezlikten gelerek, yapılmak istenenin son 100 yıllık inkilablara bir meydan okuma olduğunu ileri sürerek feryad ediyor.

*

O yapılanlar tesadüfen değilse, bir kararlılık ve planla yapıldıysa; bu yapılmak istenenler de elbette tesadüfen değil, bir plan çerçevesinde yapılıyor.

Tayyîb Erdoğan, 12 Aralık 2014 günü Üsküdar Belediyesi'nce düzenlenen "Hattat Hasan Çelebi'ye Saygı Gecesi"nde yaptığı konuşmada, ‘Dünyada hangi millet vardır ki, medeniyetinin üzerine inşa edildiği yazıyı okuyamaz? Var mı böyle bir millet? Dünyada hangi millet vardır ki dedesinin mezar taşını okuyamaz? Dünyada hangi millet vardır ki, iftihar ettiği şairleri, yazarları, münevverleri, âlimleri ilk kaynağından öğrenemez?’ diyordu.

Erdoğan, ’Hat, sadece güzel yazı değildir. Hat, coğrafyadır. Hat, haritadır. Hat, büyük bir medeniyetin, kadîm bir medeniyetin, sınırları olmayan bir coğrafyanın ortak dilidir.’ derken  doğru bir tesbit yapıyordu.

Evet, yazı ve dil bir kültür ve medeniyettir ve bir toplumun ortak hâfızâsıdır.

Hele osmanlıca.. Onlarca etnik unsurun ve nice din ve mezheblere  mensub milyonların ortak dil ve alfabesinin adıydı ve o türkçeydi, arabçaydı, farsçaydı, kürdçeydi, rumca ve italyancaydı, rusça, sırbça, arnavudça, bulgarca, romance,  ermenice, süryanice, çerkezce, tatarca vs. idi. Asırlardır bir arada yaşayan bütün toplumların dilinden kelimeler vardı. Geniiiş bir coğrafyada asırlarca bir arada yaşayan toplumların dilinin başka türlü olması da düşünülemezdi, esasen.. Bir dile asıl özelliğini veren fiiller olduğundan, vagonları arkasından sürükleyen lokomotif durumunda olan da türkçe idi.. Ve bu dil genel olarak, asırlardır, arab alfabesiyle yazılıyordu.

O halde, bu derin tarihî kökleri olan kaynak kurutulmalıydı. Yani, inkılab diye yapılanlar, (son günlerde yeniden gündeme gelen tartışmadaki şekliyle bir inkilab diye de okunabilir) tesadüfen veya basit bir zann veya heyecanla yapılmış değildi, bir proğramın neticesiydi.

Bugün yapılmak istenen de tesadüfen değildir, bir restorasyon çabasının ürünüdür.

Zâten tepkiler de, laik- jakobenlerin, emperyalizmin zevklerine göre yaşamayı esas alanların ve onların isteğine göre yaşamayı medeniyet ve kültür zannedenlerin, 100 yıl öncelerdeki dünyada yaşanan nice toplum mühendisliği heveslerinden de etkilenerek son 1 asırlık tahakkümlerinin tehlikeye düşeceği korkusunu yansıtmıyor mu?

NOT:

’Bizim için İslâm’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’ diyerek, arz-ı hal:

1972-80 arasındaki zaman diliminde, gazetelerdeki günlük makalelerle, arkadaşlarımızla birlikte çıkardığımız dergilerle yazdıklarım yüzünden, ’devletin kısmen de olsa dinî esaslara göre yönetilmesini istemek’ gibi ağır suçlamalar yüzünden o zamanki ünlü 163. maddeden mâruz kaldığım mahkûmiyetler ve yargılamalar devam ederken..

Ülkemizin kurtarılması iddiası adına önceki nice askerî darbeler gibi ’12 Eylûl 1980’  tarihinde de bir kez daha gerçekleştirilen ’Askerî Darbe’ sonrasında, ihtilalcilerin pençesine kendi rızâmla düşmemek için yurt dışına çıkmak zorunda kalmış ve arkasından General Kenan Evren’in diktatörlük rejimi tarafından vatandaşlıktan çıkarılmıştım. Bu durumum 10 yıl kadar sürdükten sonra vatandaşlık sıfatım 1993’lerde iade edilmişti. Ama, yığınla dâvâlar ve cezai tehdidler yine sürüyordu. Bu yüzden, yine dönemiyordum doğduğum topraklara.. Here tarafı Rabbimizin olan geniş yeryüzünde on yıllarım geçti, böylece..

Üstelik,  önceki suçlamalarla yetinmeyen kemalist-laikler, 28 Şubat 1997 Darbesi ortamında, yeni suçlamaları da yüklemişlerdi, sırtımıza.. ’Kudüs Kurtuluş Ordusu’ ve benzeri gibi bir takım örgütler kurmakla ve onların yöneticiliğini üstlenmekle suçlanmıştım. Yalanı ve hayali güzel olsa bile, sahib olmadığımız meziyetleri sahiblenmemiz elbette düşünülemezdi. Ancak, laikliğin bin yıl süreceğini iddia eden kemalist generallerin elinde bir cendereye dönüşen laik yargı sistemi, hakkımda, bir terör örgütü yöneticisi suçlaması yaptı, interpol aracılığıyla yakalanıp iadem için hakkımda kırmızı bülten bile çıkardı..

İki sene kadar önce, o günlerin Hükûmet Başkanı’na, ’tutuksuz yargılamam için hukukî bir imkan varsa, gelip yargılanmak istendiğimi’ duyurmuştum. Ama, bir takım acaib eller devrede olduğundan, bu imkân bulunamadı.

Ama, o odakların gücü bugünlerde kısmen de olsa, zayıflatılır gibi.. Bu cümleden olmak üzere, 12 Aralık 2014 günü, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi, ’ülkeye dönüp ifade vermem halinde, tutuksuz yargılanacağıma dair bir güvence belgesi verilmesi’ne karar vermiş..

Bu durumda, dönüşüm için gerekli olan işlemlerin yapılmasından sonra, doğduğum topraklara, ayrılışımdan 34 sene sonra, önümüzdeki günlerde dönmüş olacağım, inşaallah..

Ancak, bu kararın meydaya yansıtılması benim bilgim dışında olmuştur ve gürültülü ve gösterişli hareket etmek, uslûbuma da uygun değildir.

Yurt dışında da olsa, bulunulan her meşrû imkanla yerine getirmeye çalıştığım, kalem ve söz söyleme siperlerindeki vazifelerimi, doğru olduğuna inandıklarımı, bundan sonra, doğduğum topraklarda, cismen de hazır bulunarak tekrar dile getirmeye devam edeceğim, inşaallah..

Merhûm Muhammed İqbâl’in diliyle:

’Bizim için İslam’dan başka sınır da yoktur, vatan da..’