Başörtüsü: Derin eşitsizlikler

Yıldız Ramazanoğlu

9 Kasım 2010'da çok önemli bir araştırmanın müzakeresi yapıldı. Çalışmanın başlığı 'Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık: Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar'. Müzakereci olarak katıldığım toplantıda tartışmaya açılan, iş yaşamındaki başörtülü kadınlardı.

Columbia ve Bilkent üniversitelerinde sosyoloji profesörü olan Dilek Cindoğlu bu araştırmayı Ankara, İstanbul ve Konya'da 79 kadın ve 25 erkekle yüz yüze görüşerek gerçekleştirmiş. Başörtüsünün kamu kurumlarında yasak olduğu, başörtülü kadınlarınsa dinî inançları gereği taktıkları örtüden vazgeçmedikleri durumda, bir şekilde üniversiteyi bitirmeyi başarmış meslek sahibi kadınların çalışma hayatlarında ne yaşadıkları sorusunun, bugüne dek bir araştırma hatta tartışma konusu bile olmaması dikkatini çekmiş. Öncelikle hayatında hiç başörtüsü takmadığını ve başörtülü kadınlarla aynı inançları taşımadığını söyleyerek söze başlayan bir kadının bu çalışmayı yapmış olması, kadınlar arasında önemli bir dayanışmanın göstergesi. İkinci olarak yıllardır kısır bir döngü içinde sadece eğitimdeki hak ihlalleri ve bu alanda uğradıkları ağır ayrımcılıkla gündeme gelen kadınların sonrasını da yakın takibe alarak bu meselede önemli bir sıçrama yapması takdire şayan. Araştırma başörtüsü yasağının sadece devletin ya da kurumların değil, aynı zamanda toplumun insan kadın ve vatandaşlık haklarına bakışını da ele veriyor.

Başörtülü kadınların çalışma hayatına katılmaya karar verdikleri andan itibaren başlarına gelenler gözler önüne serilmiş. Bir kısım ayrımcılıklar başı açık da olsa karşılaşılan doğrudan kadına yönelik dışlamalar iken, birçoğu doğrudan başörtülü olmalarından kaynaklanan dışlanmalar. AK Parti iktidarında hafiflediği hatta başörtülü kadınlar lehine çevrildiği ileri sürülen ayrımcılıklar ve hak ihlalleri tersine özel sektörde bile keskinleşerek devam etmekte.

Araştırma her şeyden önce başörtülü meslek sahibi kadınların hemen hepsinin çalışmak istediğini ortaya koyuyor. İslam'a göre kadının çalışmaması gerektiğini düşünerek ya da konuyu hafife alarak bugüne kadar bu meseleler hakkında fikir üretme gereği görmeyen, tartışmayan, kadınların koşullarını düzeltme üzerine kafa yormayan İslamî entelektüel çevreler rahatsızlık duyabilir. Çünkü araştırmaya katılan kadınlar çalışmanın sadece para kazanmaktan ibaret bir iş olmadığını, kendilerini kamusal alanın bir parçası olarak görmenin önemini vurgulamış, faydalı ve üretken olma arzusunun altını çizmişler. Cindoğlu birçok kadının bu eğilimi Hz. Hatice örneğiyle temellendirdiklerini ve fıtratın kadının evde oturmasını gerektirdiğine inanmadıklarını belirtiyor. Tersine dindarlıklarından kaynaklanan bir sorumluluk bilinciyle mesleklerini icra etmeyi tercih ettiklerini, bunu aile içi sorumluluklarla dengelemeye çalıştıklarını söylemişler. Kadının toplumsal hayattan geri durmasını kabul edilemez olarak görüyorlar. Zaten veriler gösteriyor ki "çalışmıyor" kategorisindeki kadınların birçoğu aslında STK'larda, siyasi partilerde, yardım kuruluşlarında bir şekilde çalışıyor, dışarıda da mesai sarf ederek toplumun inkişafı, dayanışması için enerjilerini zaten harcıyorlar.

DİĞER BİR AYRIMCILIK: BİZİM EVİN KIZI

Mesleğini icra etmeye gelince ayrımcılık daha iş başvurularında başlar. Ne kadar donanımlı ve yetkin olursa olsun başörtülü kadınlara kamu kurumları kapalı olmakla kalmaz, özel istihdam alanları da ses vermez bir duvar olur. Hiçbir şekilde kabul etmeyen, başvurulması mümkün bile olmayan laik ve ayrımcılıkta radikal olan özel sektör kuruluşları, içeride başörtüsünü çıkarmak ya da peruk takmak gibi koşullarla işe almayı kabul edenler ve bir de muhafazakâr ve dindar olup da işe alan ve bu durumu az ücretle çalıştırarak istismar eden kurumlar. İşte önlerine çıkan üç ayrı yol. Bunun dışında kalan hakkaniyetli kurumlar tamamen istisna olarak görülüyor.

İşe girildiğinde ise en çok rahatsızlık yaratan tutumlardan biri "evin kızı" olarak görülmek ve meslek sahibi olmanın getirdiği saygınlığı, hak edilen saygıyı görememek. Bu da mesleki statünün kabul edilmemesinin bir göstergesi olarak abla, bacı gibi hitapların kullanılmasında tezahür edebiliyor. Başı örtülü olmayan birinin mesela mühendisliği öne çıkarken, aynı işyerindeki başörtülü bir mühendisin "mahallenin kızı" statüsü öne çıkabiliyor. Zaten işe alınmalarını bile bir lütuf olarak görmeleri gereken kadınlar için her türlü koşula boyun eğmek kaçınılmaz hale geliyor. İşi ürettiği halde sunumunda görünür olmama, az ücret, uzun çalışma saatleri gibi. "Sen kadınsın otur evinde" söylemi "sen başörtülüsün daha düşük ücretle çalış"a dönüşmüş araştırmanın sonuçlarına göre. Kadınlar aynı yetkinlikteki bir erkeğe ya da başı açık bir kadına teklif edilemeyecek ücretlerin kendilerine teklif edilmesinden yakınıyorlar.

Yasak, işveren açısından bir fırsata dönüşüyor böylelikle. Başörtülü kadınların caydırılmaları, başörtülü olmayan kadınların da kadın olarak iş hayatında yaşadıkları ayrımcılıkla mücadele yürütmelerinde eksik parçalar bırakacaktır Cindoğlu'na göre.

Aslında müzakerecilerden Alev Erkilet'in ifade ettiği "sembolik olarak susturulma" işin en can alıcı noktası. Dinlemeye değer bulunmama meselesi. Başörtülü Müslüman kadınların dinlemeye değer bulunmaması iş verilebildiğinde hatta milletvekili olsalar bile hemen çözümlenemeyecek bir mesele. Dışlama ve yok sayma ayrımcılıktan daha yaygın Erkilet'e göre. Yasakla mücadele giderek sönükleşiyor ve artık sorgulamadan yasağın yarattığı koşullar içinde davranmak benimsendi, eşitsizliği, adaletsizliği kanıksadık ki bu en tehlikeli durum. 'Yasağın bu denli içselleştirilmesi kimin işine yarıyor?' sorusuyla bir başlık daha açılabilirdi diye düşünüyorum.

Bir de etnisite ile ilgili ayrımcılıkların başörtüsü yasaklarına eklenmesiyle oluşan katmerli dışlanmalara bakılabilir. Mesela kadın başörtülü ve Kürt olmak. Yasakçı ve dışlayıcı yaklaşımın bazı Kürt entelektüelleri arasında da destek bulduğu biliniyor. Başörtüsünün sınıflandırılması ve konuya devletin tanımları ve statü kaybettirici söylemleriyle paralel bakılması dikkat çekici.

Aslında Cindoğlu'nun çalışması mücadelenin solmaya yüz tuttuğu, bazı şeylerin derine indiği bir zamana denk geldi. Zaman gazetesine verdiği mülakata göre, araştırmaya başlamadan evvel, başörtülü kadınların, müşterisinin çoğu başörtülü olan alışveriş merkezlerinde bile istihdam edilmek istenmediklerini gözlemlemiş. Sadece tekil mağazalarda tezgahtar olarak çalışabildiklerini söylüyor ki istisnalar hariç benim de gözlemim bu yönde. Daha da tuhaf bir izlenimimi dile getirmek istiyorum bu noktada. Başörtülü tezgahtarlar, başörtülü müşteriler geldiğinde "Ne bakmıştın?" diye hitap ederler genellikle, başı açık bir müşteriye ise "Size nasıl yardımcı olabilirim?" derler. Bu durum suçlu ve kötü algısı içinde tanımlanma şiddetinin sonuçlarını verdiğinin göstergesi. Başını örten tezgahtar kız farkına varmadan kendini ikinci sınıf görmekte ve benzeri olduğunu düşündüğü, aynı düşük statü kutucuğunda yer aldığına inandığı kadınlara da doğallıkla ikinci sınıf davranmaktadır.

Özgürleşmenin biricik yolu olarak çalışma hayatına katılım gösterilmemeli demek hiç kolay değil. Çünkü ev içi emeğin hiçe sayıldığı, sinsice hor görüldüğü bir ortamda İslamî bir aile ütopyamızın olması ve zihinlerin yeniden buna göre yapılanması kolay görünmüyor. Klişeleşmiş "iyi aile" söylemleri yaşanan gerçeklikleri ve yeni ihtiyaçları karşılamaktan, çağa cevap vermekten çok uzak. Zaten Cindoğlu ile aile üzerine yeni başlıklarda konuşmanın çalışmanın gereğinde mutabık kaldık.

Bu araştırma ile bir kez daha görülüyor ki ataerkil aile yapısı kadınların eğitimi ve çalışması önünde bir engel değil. Asıl engelleme tutucu laik çevrelerden geliyor. Çok dindar olarak bilinen aileler arasında bile beklenmedik bir şekilde, gerekirse kızlarının başını açarak okumasını ve sonra da çalışmasını isteyenlerin varlığı şaşırtıcı. Hatta bu yöndeki baskılar kadınların baba, ağabey gibi erkeklerin baskısıyla örtündükleri tezini de tamamen çürütecek boyutta. Tersine kadınlar aksi istikametteki baskılara rağmen örtünmeyi sürdürebiliyorlar.

Beni en çok etkileyen Düşler başlığında Hülya'nın söyledikleri oldu. Büyük kızım annesinin hukuk fakültesi mezunu olup da neden çalışmadığının, niye kendisinin Türkiye'de okuyamayacağının farkında diyordu, kanıksama ve kabullenme izlenimi vererek. Henüz beş yaşındaki kızı için ise umarım on sekiz yaşına geldiğinde sorun çözülmüş olur dileğinde bulunuyordu. Aynı dileği 1987'de kızım dünyaya geldiğinde ben de tutmuştum. 2010'da hâlâ aynı yerde olmamız nasıl acıtmasın.

ZAMAN