Barış yolunda aidiyet krizi

Serdar Demirel

Türkiye Kürt meselesi başta olmak üzere sosyal meselelerini kendi tarih tecrübesine, bölge halklarının ortak değer sistemine, kültürel ve tarihî derinliğine yaslanarak çözebilir ancak. Bunun önündeki engel ise; solcu, liberal ve hasseten ulusalcı vb. kesimlerin İslâm karşıtı psikolojik bariyerlerini aşamamaları ve dolayısıyla yaşadıkları psikolojik kopmanın varettiği aidiyet krizidir.

Ben idrakimizin yayını ne kadar tarihin derinliklerine çekebilirsek, onu misliyle geleceğin derinliklerine fırlatabiliriz, buna kuşkum yok benim. Ufuk sıçraması yapabilmek için köklerin derinliğine inmek gerekmektedir çünkü.

Tarih tecrübemiz bize, farklı etnik kimliklere ve dillere sahip Müslümanların birarada, Müslüman ve gayrimüslimlerin de yan yana barış ve huzur içinde nasıl yaşadıklarını fazlasıyla anlatıyor.

İslâm’ın ürettiği birlikte yaşamaya dair Müslüman tarih tecrübesi, bu tecrübenin referans alınmasına şiddetle karşı çıkan kesimlerin kahir ekseriyeti tarafından bilinmiyor. Bir manada bilmediğine düşman olma hâli bu.

Batı tarih tecrübesinde ortaya çıkmış kanlı mezhep ve etnik savaşlardan yola çıkarak aynısının bu coğrafyada da yaşandığı varsayılıyor. Batı’da Kilise egemenliğinden seküler düzene geçişte bu kavgaların önemli rolü vardır elbette. Batı dini siyaset dışı bırakarak bu kavgalardan kurtulabileceğini sanmıştı. O tecrübede bu ayrıştırmanın tutarlı mantıksal izahları da vardır.

Lâkin, bu büyük paradigma değişimine rağmen Batı kanlı mezhep savaşlarını hiç aratmayacak Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan kurtulamadı. Faşizmin tuzağına düştü. İdeolojik kavgalara tutuştu. Bu kavgayı bütün dünyaya da ihraç etti. Cumhuriyet sonrası devşirdiğimiz ulus devlet projesi bin yıllık beraberliğimizi çürütmeye başladıysa bunun temelinde oradan ihraç ettiğimiz, belki de bize dayatılan ulusalcılık illeti yatmaktadır.

Kök değerlere yaslanarak çözümü düşünemeyen diğer bir kesim ise, ideolojik önyargılarının esiri olmuş kesimdir. Ya meseleleri kategorize ederek değerlendirmekte ya da Müslüman tarih tecrübesine yaslanarak başarılacak bir barışın Müslümanlığı güçlendireceği varsayımıyla buna uzak durmayı tercih etmekteler.

Hz. Peygamber (sas) Medine’ye hicret ettiğinde 10 bin civarında nüfusa ulaşan bu şehirde Müslümanların Yahudiler ve putperest Araplarla yan yana barış içinde yaşayabilecekleri bir anlaşma metni imzalamıştı. Yahudiler ihanet edene kadar da bu anlaşmaya sadık kaldı Müslümanlar.

Müslümanların en büyük ortak değeri olan Hz. Peygamber’in (sas) farklı Müslüman kavimleri bir potada kaynaştıran, Müslümanları gayrimüslimlerle yan yana ve huzur içinde yaşamasını sağlayan tecrübesi, acaba bugüne ne anlatıyor diye merak bile etmiyor bunlar.

Kuşkusuz Hz. Peygamber’in (sas) irşatları ışığında şekillenmiş Müslüman tarih tecrübesinde vücut bulan beraber yaşamanın en güzel örnekleri toplumu bağlayan ve toplumun referans aldığı meşru kaynaktır. Bu bizim tarihî hakikatimizdir.

Müslümanların yönetiminde olan Yeni Delhi, Tahran (eski adıyla Rey), Bağdat, İstanbul, Kahire, Saraybosna tecrübeleri bize bir ufuk işaretlemez mi? Fanatik Hıristiyanların yok ettikleri Endülüs medeniyeti bize bir yol haritası sunmaz mı? Birlikte barış içinde yaşamak için illâ da Paris ve Londra’ya mı bakmamız gerekiyor?

Müslüman şehirler camilerin, sinagog ve kiliselerin yan yana yaşayabildiği tecrübeler üretirken Paris ve Londra’da cami olmamasını bir tarafa bırakın bu şehirler karanlık çağı yaşıyordu.

Bugün bile Müslümanlara karşı önyargının had safhada olduğu, cami açılmasının önüne binbir engel konduğu, minarelerin parlamento kararlarıyla yasaklandığı ve ötekinin dışlandığı  bir vasat var Avrupa’da. Kuşkusuz başka tecrübelerden de istifade etmeliyiz biz, ama köklerle ilişkimizi kesmeden.

YENİ AKİT