Atatürkle Yüzleşmek - 7

YILMAZ BİLGEN

 

Sekülerlik M. Kemal ve yandaşları için hep ucuz bir ambalaj olarak kalmıştır. Kemalistler için sekülerizm, İslamı bu coğrafyadan kovmak ve İlahi olan ne varsa sövmek için ithal edilmiş basit bir argüman olmaktan öte hiçbir değer taşımadı. Mitosların büyülü ortamında muhayyel ve aşkın! niteliklerle imal edilen M. Kemal efsanesi hiç uyanmak istemedikleri bir rüyanın nihayetsiz keyfini sunuyordu bu kesime.

Başlarda kutlu kurtarıcıydı ama sonra terfi ettirildi mütemadiyen. Peygamber’di, İlah’tı, yaratıyordu, yaşatan O idi öldürende.

“Görünmezi görür,

Bilinmezi bilir, duyulmazı duyar,

Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer,

Beni sen yaratmadın balçıktan kerpiçten!

Beni benden yarattın, kendini bana kattın Atam, Atam

Atatürk, en büyüksün, en büyük

Elimizi yüzümüze

Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.

Biz sana tapıyoruz!

Her yerde... Her şeyde... her işte, her gidişte... hep (O)!

Hep (O)! Hep (O)! Hep Atatürk!

Bu Dizeler Aka Gündüz’e aitti.

 Seller gibi coşan bir başka Atatürk meftunu da Nurettin Artam’dır

Koca bir güneşin akşam olmadan

Dağların ardında sönüşü gibi

Millete can veren, vatan yaratan

Tanrının göklere dönüşü gibi.

Her zaman ırkıma büyük baş atam

Tanrılaş gönlümde, tanrılaş atam!

Yusuf ziya Ortaç’ ta koroda bende varım diyenlerden:

Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği

Yoktan var ediyor Tanrı gibi her şeyi’

Bir diğer şaheser! ise Halil bedii Yönetken’e ait şu dizelerdi

Tanrı gibi görünüyor her yerde

Topraklarda, denizlerde, göklerde

Gönül tapar, kendisinden geçerde

Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.

Ata tapıcılığına dönük yaptığımız alıntılar, özünde kadim bir geleneğin 19. yüzyılda biraz daha abartılmış örneklerinden başka bir şey değildi. Zira tarihi kesitte iktidar sahibi tiranların kadrolu soytarıları her daim olagelmiştir. Elbette bu devirlerin ‘Ulu Önderleri’!de bu yağcıları ödüllendirmekten geri durmadılar. Eski zamanların ulufe ve ihsanları da doğal olarak yeni dönemde ‘ihaleler’ şeklinde  Ulu Önder soytarılarının emrine amade kılınıyordu..

Atatürk’e hayran bir dönem yazarı bakın bu konuda neler söylüyor:

“Çankaya ve Dolmabahçe’de Atatürk’ün çevresinde yer alan sefahat düşkünü insanlara İsmet paşa çok az ilgi gösterirdi. Bu adamlar iki şeyin peşinde koşarlardı. Para ve mevki. Atatürk’te çevresindekileri iyi tanır hiç kimseyi yüklendiği sorumlulukları başaramayacaksa, önemli bir yere atamazdı. Ağızlarını kapatmak için, kendilerini inşaat işlerinde serbest bırakır, sanayi girişimlerinde biraz çalıp çırpmalarına göz yumar ve ortada skandal tehlikesi belirmedikçe, varlıklarını hangi yoldan edindiklerini inceden inceye araştırmazdı… (Lord Kinross, Atatürk - Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitaplar, 1994, İstanbul. 12. Baskı. s.f. 559)

Yazdığı eserde M. Kemal’e methiye düzmekten hiç geri durmamış bir yazar olan Lord Kinross o günün manzarasını bu sözlerle resmediyor. Kırpılmış anlatımda ATA’ya yakınlığın getirileri bu kadar anlatılmaktadır. Gerçek durumun ise çok daha vahim olduğu her objektif araştırmanın teslim edeceği bir hakikattir.

Yukarıda yer verdiğimiz incileri döktürenler acaba hangi saikleri öncelemiştir de bu numune övgüleri dile gelmiştir. Bu başlı başına bir inceleme konusudur. Sadece seküler bir cezbenin ‘tamamen romantik’! yansımaları olabilirdi bu söylenenler…

Susmuyordu M.Kemal’in seküler meczupları kimin haddineydi:

"Atatürk ekber! Atatürk ekber! Ancak O var: Atatürk!

Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk.

Bu şiirin menba-ı da yine asıl mesleği maden mühendisliği olan Behçet kemal’dir. Bu mühendis şahısta, cevheri sofrada bulanlardan. Behçet Kemal’de kısa sürede zengin edilerek asalak sofra müdavimleri arasındaki yerini alan bahtiyar! Kemalistlerdendir...

Asker şair M. Vahdet Sungur’da Ata’sını insanlıktan çıkarıp doğrudan ilahlığa yükseltiyor.

İnsan değil canlı bir tarihti o

Dünyayı yıldıran bir fatihti o

Et, Kemik ve kandan bir heykeldi o

Şimdi ilah oldu ve yükseldi o

Hani nerede “Ben size hiçbir dogma, hiçbir değişmez kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.’’ diyen Ulu Önder…

Yukarıda yer alan zırvaları fani ve en basit zaaflarıyla (Alkol v.b) bile yüzleşemeyerek ölümüne dek bağımlı bir hayat yaşayan birine ithaf edenlerin, bilim, akıl ve insanlıktan nasibi olduğunu nasıl düşünebiliriz.

Bu noktada ayartan-ayartılan ilişkisini de irdelemek gerekmektedir. Mevcut durumda işin bu kadar abartılarak putlaştırmada sınırların zorlanmasını hazırlayan taraf hangisi idi? Yegane övünç ve tapınç kaynağımız Ulu Gazimiz diyerek Atatürk efsanesini azdıran avaneler mi?.. Yoksa hepsi sofradan beslenen bu zatları tedricen tekamül ettirip (eğiterek) şahsiyetsiz meth-u senacılar (övücüler) kıvamına getiren Atatürk mü bu sürecin belirteni oldu.Bu konu üzerinde inceleme gerektiren bir mahiyet arz etmektedir.

Bütün sıradanlığıyla sırıtan birinden yegane ilah türetenlerin yürüttüğü faaliyetlere daha rasyonel bakıldığında üreten ve üretilen denkleminin değişkenliğine de hükmedilebilir. Etrafındaki seçkinler Atatürk ekseninde bir yücelik kültü icad ederken aynı zamanda kendi ayrıcalıklı statülerini de sağlamlaştırmış oluyorlardı. Yüceltirken yücelen bir zümrenin kendisini üretme biçimiydi bu aynı zamanda. Seçilmiş ilaha yakın dairede bulunmak başlıbaşına sıradan insanlardan sıyrılma sebebiydi…

Türkiye Cumhuriyetin de  başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar: “Atatürk’ü sevmek milli bir ibadettir” diyor.. (Atatürk: Büyük Şefin Hususi Siyasi Askeri Hayatı… Ülke Yayınları, 1938) (ayrıca bakınız: www.kultur.gov.tr)

Aynı Celal Bayar 27 Mayıs 1960 darbesinde cuntacılar tarafından Atatürk ilkelerine ihanet ettiği için idama mahkum edilip yaş haddinden dolayı cezası müebbet hapse çevrilen zattır.

Gönülden taptığı Atatürk’üne ihanetle yargılanıyor ve işkence ediliyordu Celal Bayar’a.

O günlerin izleri hatıralarına bakın nasıl yansıyor.

“-İnsanın haysiyeti tektir. Onu kaybetti mi bir daha bulamaz. Yedeği yoktur çünkü. Yassıada’da beni figüran gibi kullananlar bende tek olan şeyi haysiyetimi elimden alıyorlardı… .ben haysiyetsiz yaşayamam” (Bilinmeyen Atatürk, İsmet Bozdağ, Celal Bayar Anlatıyor. S.f 157)

Celal Bayar tüm ömrü zigzaglarla  dolu bir kişiliktir. Jön Türklük, İttihatçılık, Teşkilatı Mahsusacılık, bir dönem Komünist Parti Sekreterliği derken en son Mustafa Kemal’e mutlak kullukta karar kılmıştır. Onun 1961 Yassıada’da haysiyetimi alıyorlar diyerek şikayet ettiği  aslında iktidar ve imkanlarımı kaybediyordum çığırtkanlığından başka bir şey değildi. Atatürk’e alenen ve çılgınca tapınan Celal Bayar geriye dönüp bakma zahmetinde bulunsa belki de kadro olarak haysiyetlerini nerede kaybettiklerini anlayabilecekti. İnsanlık dışı Yassıada işkencelerini onlar Türkiye halkına 1923 yılından başlayarak sistemli olarak uygulayan ekiptiler. Onu o günlerde süründüren 27 Mayıs cuntasının kudretli Generali Cemal Gürsel’de iflah olmaz bir Kemalist idi.Ve ihtilal gerekçesini açıklarken:

“-Bizi hareket geçiren Mustafa kemal’in ruhu ve eylemleri olmuştur.” (H.C. Amstrong. S.f 228). demekteydi.

“Unutulmuş veya inkar edilmiş olan Atatürk İnkılabının prensiplerini tekrar ele alarak devrin ihtiyaçlarına göre geliştirmek” (Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları 1. Baskı, Nisan, 1991 S.f 26) cuntanın kendisine asli görev addettiği hususlar arasındadır. Kendi putunu kemiren aynı ideolojinin ‘Atatürk’ü sevmeyi ibadet bilen’ iki gönüllüsü iktidar ve menfaat çatışmasından dolayı karşı karşıya idiler. Birisi hakimdi öteki mahkum.

Birisi 1951 yılında ilk icraat olarak ATA’sının çıkardığı kanunla koruma ve kollamaya adayan Celal Bayar, diğeri de Atatürk devrimleri unutuluyor ve unutturuluyor diye ihtilal yapan Cemal gürsel..