Atatürkle Yüzleşmek -2

YILMAZ BİLGEN

Ey Büyük Atatürk!

‘Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, durmadan yürüyeceğime ant içerim’

Bu yemin her gün, her sabah, açtığı yol, gösterdiği hedef  nedir bilmeseler de masum çocuklara keyfi idare (Kemalist otorite) tarafından zorla okutturuldu ve okutturulmaya devam ediliyor.

26 Mart 1928 tarihli İkdam gazetesinde Mustafa Kemal’e Büyük müncinin (kurtarıcı) resmini kitaplardaki besmele yerine sahife-i ihtirama geçiriyoruz.’’1  deniliyor. Ve öyle de oluyor.

Meydanlarda ihtişamlı heykeller, dillerde Atatürk’e adanma ‘and’ları, kitapların baş sayfalarında otoriter bakışlı  Atatürk resimleri… Hep o zatın efsanesini dimağlarda kökleştirmek içindi.

İhtiyar köylü, Atatürk’ü, Allah’ın evliyası bilip ona dualar etmekteyken etrafındakilerin gerçek Atatürk’ü anlatma girişimini engelleyen M. Kemal’in tavrı ile bugünkü örgün ve yaygın eğitim politikaları arasında hiçbir fark yoktur. 21. Yüzyılın gelişmiş bilgi ve iletişim araçlarına rağmen Türkiye halkına reva görülenler 1920’lerin köylüsüne karşı takınılan tavırdan farklı değildir.

Kusursuz Kahraman’ın (M. Kemal) görevini mükemmel şekilde icra ettiğini ve yaptıklarıyla ölümsüzleştiğini bilmek sıradan vatandaşlara yetecek hatta artacaktır bile. Bilinmezliğin kesif dehlizlerinde hayat bulan Kemalist ideoloji koyu taassupların gölgesinde bugüne dek varlığını işte bu yöntemlerle  sürdürmüştür. Her şeyin sorgulandığı modern zamanlarda dahi, M. Kemal söz konusu olduğunda uygun görülen klişe bilgi ve anlatımlara dönük ‘acaba’ demek bile  başlı başına bir ihanet  olarak telakki edilmiştir.

O Atatürk ki herkese, her şeye hükmetme heveslisi, herkesi ve her şeyi değiştirmeye kendisini görevli bilen bir mutlakıyet (tek adam idaresi) sevdalısıdır. Ancak aynı adam, kendisine itaati mutlaklaştırırken sürekli mutlakıyete (Osmanlı'ya ve saltanata) küfretmeyi de adet edinmiştir. 

Doğum tarihiyle ilgili belirsizliği o dönemin şartlarında anlayabildiğimiz Atatürk’ün bugün dahi gizlenen ölüm saati gerçeğini de  zikretmekte fayda var. Atatürk’ün 1881’de doğduğu şüphelidir ama Atatürk’ün 10 Kasım günü saat dokuzu beş geçe ölmediği herkesten gizlenen bir gerçektir. Tören prosedürüne uygunluk arz etmesi için uydurulan bu dokuzu beş geçe yalanı aradan geçen onca yıla rağmen bir sürü insanı o dakikada ayakta sabit anlamsız duruşa sevk eden resmi dezenformasyonun da kaynağıdır.

Bu minvalde Çetin Altan, köşesinde defalarca ölüm anının bilinen şekliyle 09.05 olmadığını sabah 05.30'da Atatürk’ün son nefesini verdiğini yazmıştır. Ayrıca araştırmacı-yazar Ali Yürük ‘Batı Masası’ isimli eserinde aynı iddiayı tekrarlamaktadır.2

Türkiye’de övgü ve itaatte resmi sınırların kalktığı tek konu Kemalizm, kişi de Atatürk’tür. Tam da bu noktada önümüzde sorulması gereken birçok soru durmaktadır:

Gerçekten Atatürk’ün çok boyutlu olarak bilinmesi ve anlaşılması, kurucusu olduğu cumhuriyetin geçmişi, bugünü ve geleceği adına hayati bir önem taşıyor iken neden hakikatlerin etrafı kalın surlarla, yasaklarla örülmüştür?

Türkiye’de ‘tarih’  neden hep Atatürk’ü daha fazla efsaneleştirme adına "derinleşme’’ faaliyeti olarak sürüp gitmektedir?

Neden eleştirel aklın tek iflas ettirildiği alan Atatürk’ü objektif anlama ve tahlil etme sahasıdır?

Hangi amaçla var olan ve kabul gören kutsallar bu toplumdan kovulmuş ve yerine kişi kültüne (Atatürk) dayalı bir ikon ve ondan mülhem yeni kutsallar üretilmiştir?

M. Kemal’in İslam’a ve onun müesses nizamına (kurulu düzen) karşı sürdürdüğü savaş o gün ve şimdi neden bin bir maharetle maskelenmektedir?

Kurtarıcı edebiyatı tüm azgınlıklara meşruiyet sağlayan bir zırha nasıl dönüşebilmiştir?

Her şeyden önce Atatürk’ü anlama adına sürdürülecek her çalışmanın tüm verilerini yine Atatürk’ü kutsayan kaynaklara müracaat etmekle elde edilebileceği bilinmelidir. Bu konuda yeni kaynak üretme veya farklı/aykırı görüş seçeneği neredeyse yoktur.

Enver Behnan Şapolyo, Şevket Süreyya Aydemir, Falih Rıfkı, Lord Kinross, Andrew Mango, Sabahattin Selek, Enver Ziya Karal, Sadi Borak vb. resmi söylem sahiplerine ve kısmen muhalif duran Rıza Nur ve klasik övücülükten uzak Armstrong’u da saymazsak Atatürk’ü ve dönemini bilen ve de yaşayanların sınırlı hatıratlarından başka başvuru kaynakları yok denilebilecek kadar azdır. Her alanda olduğu gibi o günlerde yaşananlara erişebilmek kapalı devre iktidar yapısının ürettiği kısırlık ile iktifa etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu sahada herhangi bir araştırmacının önüne konulan seçenek  ise “Ya öv/yücelt ya da sus!” despotizmidir.

Devletin sopası ya da kasası Atatürk’le ilgili yazılıp söyleneceklerin en temel belirleyicisidir.

Kısaca hem erken dönemde hem bugün muhalif en küçük bir neşriyata dahi tahammülü olmayan, tek boyutlu ve resmi bir söylemin acı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Korkuları, zaafları, heyecanları, hırsları, hata yapma asgarisi, ihtiyaçları, abartıları, eksiklikleri, hasılı insana has hasletlerden arınmış ya da arındırılmış bir Atatürk gerçeğine şüphesiz iman etme şartı getirilmesi nedendir?

Örneğin ‘Ben bütün dinlerden nefret ederim, isterim ki tüm dinler denizin dibine girsin.’3 diyen, Hazreti Peygamber’e el yazmasıyla (medeni bilgiler) bir yığın hakaretler eden, Kur'an’a zırva diyen vs. bir Atatürk’ün varlığından habersiz, yığınla insana camilerde M. Kemal’e Allah’tan rahmet ve mağfiret dilettirme hangi tatmin duygusunun ürünüdür?

-------------------

1-      Hayat ve Hatıratım, cilt: 4, Sf. 1421 

2-      Ali Yürük, Işık Eğitim Kültür Hizmetleri Yayınları, 3. Baskı, Sf. 155, Ankara 2007

3-      Andrew Mango, Modern Türkiye’nin Kurucusu Atatürk, Remzi Kitabevi, Sf. 532, 4. Baskı, 2006