“Arap Baharı” Dolayımında

Sait Alioğlu

 

Arap baharı tanımlaması tartışılmaya açık bir seyir takip etmektedir. Önce bu tanımlamayı kim koydu; bu tanımlama, uyanışın ve direnişin ilk günlerindeki havaya uyuyor muydu, uymuyor muydu, bunlar bir tarafa, ama koyu tabloya baktığımızda; ne batılı, ne doğulu güçlerin, ne bizzat Arapların ve ne de bizlerin bir öngörüsü yoktu ve böyle bir sonuç da beklenmiyordu, üstelik…

Yukarıda ironik olarak serdettiğimiz cümlelere döndüğümüzde kısmi bir iyi niyetlilik Müslüman camiayı umutlandırıyor olsa da genel anlamda milliyetçilikle ve yabancılaşmayla malul halkın muhayyilesinde yer etmiş olan Arapların hali pürmelâli hiç değişmeyecekti. Ama buna rağmen esas görüş bu iyi niyetliliği muhafaza eden Müslüman camianın idi, işin arka planına baktığımızda…

Aydınlık sabahların habercisinin, sabaha yakın bir zamanda alabildiğine oluşan koyu karanlıkların bizzat kendisi olduğu tecrübelerle sabittir. Buradan yola çıktığımızda hiç umut gibi görünmese de Hama katliamının –her türlü umutsuzluğa rağmen-   bilediği ve diri tuttuğu direniş ruhu;  Tunus’ta, Libya’da, Suriye’de, Filistin’de öteden beri verilen gizli açık mücadele, mukatele ve bir zamanlar Arap halklarının, ümmetin ve ‘antiemperyalist’ dünya  kamuoyunun onuru sayılan Hizbullah’ın özellikle de 2006’da İsrail karşısında somutlaşan gücü, haliyle monarşilerin ve batıcı Arap diktatörlerinin koyu baskısı altında yaşayan halkların mücadele azmini kamçılamıştı…

Bir de bunlara koşut yürüyen ‘One munite’ çıkışı da hem onlar açısından İslamcı politikalar icra edip kendilerine umut veren ve hem de batıya yakınlığı olan Müslüman bir Türkiye’nin Başbakan Erdoğan’ın şahsında somutlaşan çıkışlar derde derman, onur elde edip onu korumada ferman olmuştu, bir açıdan…

Bu umudun oluşumunda şunu unutmamak lazım ki, batılı bir formatla kendini ümmetten soyutlayıp o formasyonda bir nevi ‘fenâ’ olan Türkiye, kaderin cilvesine bakınız ki, sistemin onlarca yıldır yok etmeye çalıştığı İslami damar İslamcı bir formla karşısına çıkıyor ve iktidara geliyordu. Bu iktidara geliş şekliyle ilgili olarak bir yığın şehir masalı anlatılıyor olsa da, bu iktidarın bizlere bir faydası olmadığı def’atle söylense bile, bize nazaran aşırı bir baskı sistemi içerisinde olan Arap halkları için ‘iyi’ bir anlamı vardı, mutlaka…

Hani derler ya; “İçi beni yakar, dışı ise, başkasını…” kabilinden içimiz yansa, ‘cız’ etse de Ak parti’nin, liderinin ve Başbakan Erdoğan’ın dışa dönük icraat ve icraatları belli bir saatten sonra anlam kazanmakta; işin esprisini az çok kavramış biz İslamcılardan ziyade, vasat ve muhafazakâr Türkiye halkının hem kendileri açısından ve hem de ümmet ve özellikle de Arap halkları açısından bir hayli anlamlı ve bir o kadar da realiteye uygunluğu orta yerde durmaktadır!

Erdoğan ve Davutoğlu gibi hem İslamcı kimliği olan ve hem de halkların çıkardan ziyade kardeşliğini baz aldığı vurgulanan siyasi söylemlerinin sonucu olarak baştan beri Suriye’yi NATO konsepti dâhilinde bir ‘Şer Ekseni’ içerisinden çıkartıp koruma çalışmalarına ve bundan dolayı da uluslar arası arenada yalnızlaştırılıp bir blokaja mahkum edilmesini engellemeye yönelik çabaları Arap baharı çerçevesinde oluşan, Esed’in hiçbir ‘insani’ ölçü tanımadan yaptığı katliamlar ve temel insan hakları ihlalleri sonucunda derin bir kesintiye uğramıştı.

Ak Parti hükümeti bir zamanlar Suriye gibi, Osmanlı toprağı olan ve aynı zamanda da gerek intifada ve gerekse de devrim süreçlerini yaşayan diğer ülkelerden ziyade Suriye’ye yukarıda da zımnen vurgulamış olduğumuz gibi büyük önem veriyordu.

Bu önem, Suriye’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmeye yönelik dışarıdan dillendirilen çabalardan ziyade, halkının Müslüman, aynı zamanda da Türkiye ile diğerlerine nazaran yakın akraba olmaları gibi insani gerekçelere dayanıyordu.

Bu böyle olmakla birlikte Erdoğan hükümetinin İslami bir geçmişine rağmen ‘Müslüman’ formu içerisinde dine ve diyanete saygılı bir dil ve üslup kullanıp özellikle de kendi halkını önemli bir ayırım olan laiklik unsuruyla barıştırma girişimini, bir ara Kuzey Afrika halklarına da fısıldamasına bir nevi kaynaklık teşkil etmişti.

Bu durum onlarca yıldır uygulanan laiklik politikalarından bıkıp usanan, büyük oranda muhafazakâr forma sahip Türkiye halkı için cazip gelebilirdi belki, ama laikliği bizim algımızın hilafına ve aslına uygun olarak din dışılık olarak gören ve bulundukları ülkelerde iktidara yakın İslamcı hareketleri haklı olarak rahatsız etmişti. Bu bir gaf, ya da yanlış bir tercüme hatası mıydı veyahut ta sözde TC adına bir danışman dayatması mıydı; bu oldukça kapalı kaldı; sonradan dile getirilen özre rağmen…

Türkiye faktörü

Erdoğan ve ekibinin gelecekte nasıl hareket edeceğini şimdiden kestiremesek bile; şimdilik bildiğimiz bir şey var ki, o da dinin çimento vazifesi görüp(!) hem batılı değerlere haiz ve hem de geçmişten tevarüs ettirile gelen “mili ve dini” değerleri kaynaştıran ve onları aynı potada eritmeye çalışan bir görüntü söz konusu…

Bu görüntü, indirgemeci bir dil kullanmadan söylerken, batının her zaman oluşması için yoğun çabalar sarfettiği ‘ılımlı İslam’ politikalarıyla örtüşmektedir.

Daha, Tunuslu Buazizi’nin kıvılcımını yaktığı Arap intifadası öncesi dönemlerde şekillenen ılımlı İslam söylemi ve akabinde oluşan politikalarına bakıldığında Erdoğan’ın Kuzey Afrika turunda dile getirdiği laiklik vurgusu, aslında sistem açısından iğreti durmamakta, laik sistemin esbab-ı vücudunu, yani varlık sebebini de içermekteydi!

Bu ‘esbab’ ne idi? ‘Din ayrı, devlet ayrı’ esprisine dayanan seküler-modern sistemin mevcut devlet açısından bir kurucu felsefe olan, Kemalist sistemin en belirgin kırmızı çizgisi olmazsa olmazıydı…

En başta Türkiye’ye biçilen rol açısından bu iş bir dış kurgulama dayanmaktaydı. Dayandığı tarihi, kültürel ve dini dayanakları söküp atması, onları inkâra yeltenmesi, gerek içeride ve gerekse de dışarıda taşeronluk yapması isteniyordu. İmparatorluklar sonrası ulusal devletler döneminin bizlerce iyi anlaşılmasına yardımcı olacak olan çift kutuplu soğuk savaş döneminde icra edilen bu taşeronluk, insanları iyiden iyiye sarmış olmalı ki, eksenimizden hareketle(!) kendi var olduğuna inandığımız politikalarında dışımıza yansıtılmasına işaret ediyordu(!) besbelli!

Bu politikaların ülke siyasetine yansımasına baktığımızda sözde “yurtta sulh, cihanda sulh” fenomeni söz konusu ise de içeride sisteme karşı oluşabilecek her tür muhalefetin oluşmasını önlemek, muhalefeti mümkün mertebe birbiriyle savmak, üzerlerine aldıkları batıcı politikaları sürdürebilme çabası sahnedeydi, her zaman. Hatta sağ-sol ikilemi bunun en belirgin batı kaynaklı emperyal bir kurgulamıydı. 

Soğuk savaş döneminin bu heyulası, dönemin akabinde düşman ilan edilen İslam’a karşı ortaya konulmaya çalışılıyordu. Ama daha ilginci, hiçbir şart altında kalıp indirgemecilik  yapmadan da söylersek; ne tesadüf ki, dünyanın tek kutuplu bir arenaya dönüştüğü günümüzde Ak Parti gibi her iki dili bilen, onun talimini yapan ve mevcut politikalarını o minvalde refüze eden bir bölgesel iktidardan kalkıp intifada ve devrim süreci yaşayan ülkelere salt İslami bir söylemi ve söyleme dayanan bir yol ve yöntemi önermesi, en azından bu süreçte beklenemezdi!

Ak Parti’nin diğer partilerden belirgin farkları vardı; en başta laik, seküler bir anlayışa karşı çıkmasalar da, İslam’ı bir toplumsal birleştirici unsur olarak görüp değerlendirmesi, ilham kaynağını büyük oranda ondan almaları ve bunun yanında da cumhuriyetin ilk gününden buyana iktidar olmuş ve salt batılı değerlere haiz, ama yer yer o değerleri kendi batıcılığına tehlike(!) sayan ‘yerli’ bir anlayışa sahip olmaları, bu batıcı güçleri dünyanın yeniden dizayn edilmesinde önemli kılmıyordu. Ki, bu partiler Ak Parti kadar bir öngörüye sahip olmadıklarından dolayı batıcı olup yeni batıya karşı çıkıyorlardı.

Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz; Ak Parti söz konusu olmadığında, batıcıl saiklerle görev bu adamlara tevdi edilmiş olsa idi, farklı ve çapraşık bir dizge ile karşılaşırdık! Ne kendi yerel politikalarını, ne bölgesel ve küresel politikalarını orta yere koyabilirlerdi ve ne de mevcut sıkıntıları def edebilirlerdi! Zira yaklaşık yüz yıllık meşrutiyet, cumhuriyet ve ‘demokrasi’ dönemlerinde pespayelikleri her şeyi ele vermektedir!

Her şey değişmekte, dönüşmekte ve belki de başkalaşmaktadır. Bu bir açıdan mukadderattır, aynı zamanda. Değişim ve dönüşüm olgusu insanla alakalıdır en başta, o değişince, her şey değişir, dönüşür, akıp gider, olumlu, ya da olumsuz açılardan. Bizde olduğu gibi Arap halkları da bu fenomene uygun olarak değişmekte, dönüşmekte, kendini yenilemekte, mevcudun dökümünü yapıp onu sorgulamakta, onu aşmaya çalışmakta ve kendine uygun bir başka dili kuşanmakta ve sisteme doğru yönelmekte…

Birinci dünyayı paylaşım savaşı sonrasında büyük oranda –ki, her iki blokta ‘batıcı’ olduklarından dolayı emperyalistti/r/ler-doğu(sosyalist) ve Batı(kapitalist) bloğunun kendi ideolojik ekseninde kalıp o eksene göre tavır ve politikalar geliştirip ona uygun bir dil kullanma sonucu diktatoryal yönetimler oluşmuştu. Bunlar ya salt batıcı –Tunus, Suriye- ya da yine, salt batı yanlısı, sözde İslami yönetimler –Suudi vs.- şeklinde örgütlenmişlerdi; astıkları astık, kestikleri kestikti! Ama hem bu halkların gına gelip ‘artık yeter!’ demeleri ve hem de bu sese Sünnetullah çerçevesinde karşılık veren Allah’ın o zaman dilimi içerisinde tarihe ve topluma müdahale tarzı eklenince adına çok açıkça ve gönül rahatlığıyla ‘Arap baharı’ demesek de bir intifada ve İslami ‘insani’ bilinçlenme süreci husule geliyordu.

Şimdi esas mesele işin ardında, sonunda, ortasında vs. komplo arayarak veya aramadan kapımıza kadar gelip dayanmış olan bu topu tutup taca mı atacağız, ya da sürecin tamamlanmasını hem bekleyerek ve hem de o sürece bağımsız İslami kimliklerimizle bir yön verip hayırlı bir şekilde sonuçlanmasına katkı mı sunacağız?