Ara Nağme (İntermezzo): Başkanlık Tartışmasının Neresindeyim?

Halil Berktay

Eski Taraf’ta da bazen böyle ara nağmeler (intermezzi) kaleme aldığım oldu. Çünkü ben hayatta hep büyük projeler düşleyip tamamlayamadığım gibi, yazarken de gene uzun, tafsilâtlı, mükemmelliyetçi alt-diziler planlarım ve sonra pek azını bitirebilirim. Mutlaka güncellik zorlar, şurasından burasından. Ya araya (daha doğrusu, kısa bir “ara” olacağını sandığım bir yere) sokuştururum, ya da dizinin arkasını getiremiyeceğimi kabullenir ve başka konulara geçerim.

Bu sefer, geçtiğimiz günlerde Cengiz Kapmaz’ın Trump ve Trump aleyhtarlığı hakkında, bugün ise Atilla Aytemur’un başkanlık sisteminin yanlışlığını ispatlamak için başvurduğu argümana takıldım. Bana göre, her ikisinde de ciddî mantık ve yöntem hatâları söz konusu. Yarın (3 Şubat) Aytemur’un statik indirgemeciliğini; korrelasyon ile sebep-sonuç ilişkisini birbirine karıştırmasını; parlamenter sistem  ile göreli refah ve göreli sosyal adalet, buna karşılık başkanlık ile göreli yoksulluk ve göreli eşitsizlik arasında son derece sathî bir ilişki kurup, buradan hareketle başkanlık kötüdür, parlamentarizm iyidir (buyurun size asıl bilimsel çözümleme) diye kestirip atmasını; böylece, kamuoyunda o kadar çok eleştirdiği analiz yetersizliği ve yüzeyselliği tuzağına kendisinin düşmesini ele alacağım. Öbür gün (4 Şubat) Kapmaz’ın güya anti-sistemik, ultra-radikal havalardaki maksimalizmini; Trump karşıtlığına vurmak için hayalî yel değirmenleri inşa etmesini; “yiyin birbirinizi” nihilizminin bir başka türüne sığınmış Trump apolojisini; böylece, “sol”dan gelip hükümet medyasında esen dar milliyetçi Trump’çılık cereyanına su taşımasını eleştirmek niyetindeyim.

Fakat bunlara ve özellikle Atilla Aytemur eleştirisine başlarken (başlamadan) hemen belirtmeliyim ki, Aytemur’a net “hayır”cı olduğu için çatıyor değilim. Kendim en azından şu anda net “evet”çi bir konumda bulunmuyorum. Bir yandan, prensip olarak başkanlık sisteminden yanayım. Yürütmenin güçlendirilmesi ve daha etkili (efficient) kılınmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan, (teknik/spesiyalist değil) “politik” bakanlıklara da, (liyakate ve verimliliğe dayalı olmayan) mevcut bürokrasinin “aşırı politize” karakterine de olumsuz bakıyorum. Ve bunların parlamenter sistem içinde kolay kolay düzeltilemiyeceği; Türkiye’nin  ancak başkanlık sistemi çerçevesinde bu kamburdan, geçmişin bu ölü ağırlığından kurtulabileceği; rasyonel bir bürokrasi ve yürütmeye kavuşabileceği kanısındayım. Bunu başaramamasının, önümüzdeki dönemde gerek güvenlik, gerek büyüme ve kalkınma açısından Türkiye’ye çok pahalıya patlayacağından korkuyorum.

Yeri gelmişken, bir ön-saptama olarak belirteyim ki bu tür kaygılar -- benim de, Atilla Aytemur’un da içinden geldiğimiz -- eski sol geleneğin ufku dışında kalır. O kültür kıtası veya alt-kıtasında, tabii (Cengiz Kapmaz’ın şimdi küçümser havalara girdiği) sistem veya düzen içi ölçülerde, ülke yararı, toplum yararı, hele devlet yararı gibi konularla ilgilenilmez. Sol devleti bilmez ve tanımaz zaten. “Hakim sınıfların baskı aracı” der, biter. Hükümet etmek ne demektir, iyi yönetim nasıl olur/olmalıdır, pek kafa yormaz buna. Ruhen reformcu değildir. Hattâ yürütme ve bürokrasi ne kadar hantal, zayıf ve kötüyse “tek yol devrim”ciliğin o kadar yararınadır noktasına bile gider. Gene bu yüzden, parlamenter sistem içinde yürütmenin hantallığını (meselâ bakanlar kurulundan basit bir yarar veya yönetmeliğin dahi en az bir ayda çıkabilmesini) ya da bürokrasinin farklı kesimlerinin sekter yetki kavgalarının zaman ve kaynak olarak nelere mal olabileceğini, birer problem olarak algılamaz bile. Maalesef ben artık algılıyorum, acısını hissediyorum, zararını hissediyorum ve bu yüzden, bu ve benzer gerekçelerle, tekrar edeyim, prensip olarak (iyi tasarlanmış, denge ve frenleri dikkatle kurulmuş) bir başkanlık sisteminden yanayım.

Ancak madalyonun diğer yüzünde, mevcut anayasa değişikliği teklifinin sözünü ettiğim, arzuladığım o iyi tasarlanmış, denge ve frenleri dikkatle kurulmuş başkanlık sistemi olduğundan oldukça şüpheliyim. Bu bağlamda, birkaç önemli gözlem ve itirazım var. (1) Cumhurbaşkanının kendi yardımcıları ve kabinesinden başlayarak bütün üst kademe tâyinlerinde (örneğin ABD’deki Senato komisyonu sorgulamaları ve sonra genel kurul oylamalarına karşılık gelebilecek) hiçbir denetime tâbi olmamasını yanlış ve aşırı buluyorum. (2) Meclis bütçeyi reddetse dahi bir önceki yılın bütçesinin değerleme oranı üzerinden hesaplanacak bir tür geçici bütçenin gene de Cumhurbaşkanı tarafından kullanılabilir kılınması yoluyla, Meclisin bütçe üzerindeki denetiminin başkan karşısında etkili bir fren ve denge unsuru olmaktan çıkarılmasını çok yanlış buluyorum. (3) Daha önemlisi, (a) partili cumhurbaşkanlığı; (b) Türkiye’deki parti genel başkanlarının genellikle çok güçlü ve teşkilâtları üzerinde mutlak otoriter sahibi olması; (c) başkanlık ve parlamento seçimlerinin aynı gün, birlikte yapılacak olması… koşulları birlikte düşünüldüğünde, (X) partisinin cumhurbaşkanı adayının, gene (X) partisinin milletvekili adaylarını tek tek belirleme yetkisi yoluyla, yürütme ve yasama erklerini ayırma yerine tek elde birleştirme olanağına kavuşmasını (yüksek yargı ve yargı idaresi üzerindeki atama yetkilerinin de bunun cabası olmasını) kaçınılmaz görüyor, vahim bir sakatlık olarak algılıyorum.

Ancak benim için hepsinden kötüsü (4) “evet” kampanyasının hükümet, daha doğrusu hükümet medyası tarafından yürütülüş tarzı. Bir kere, şu ana kadar hemen hiçbir AK Parti sözcüsü veya yetkilisinden, yukarıda sıraladığım üç temel eleştiriye karşı düzgün, rasyonel, ikna edici bir açıklama veya savunma duyabilmiş değilim. Başlı başına bu hususu, içeriğe ilişkin önemli bir zaaf işareti olarak değerlendiriyorum. İkincisi, AKP’nin ikinci halkası diyebileceğimiz bir kısım hükümet medyasının, daha spesifik olarak “en öz hakiki reisçiler” (veya, genişletilmiş Pelikan Ekibi) diye tarif edilebilecek bir yazarlar şebekesinin, (i) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanılmazlığı iddiasına ve her zaman halkının ne istediğini özel ve mistik bir iletişim yoluyla en iyi bilen “organik lider” teorilerine sarılması; (ii) aynı kadronun, taslağa (veya AKP liderliğinin, özellikle de Erdoğan’ın carî politikalarına) en küçük eleştiriyi ihanet sayan, “millî ve yerli” olmamakla suçlayan, alelacele susturmaya çalışan sözel saldırganlığı… bana tahammül edilmez geliyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın Atatürk ve İnönü dönemlerine, 1921 ve 1924 anayasalarına dönüş sözde-savunması da bunlarla birleşmekte. Hepsinin toplamı, enikonu bir “kişi kültü” demek. Bu da bana 20. yüzyılın ister sağda, ister soldaki en karanlık veçhelerini çağrıştırıyor. Aklımın ve ruhumun her zerresiyle, bu tür kişi kültleri veya kişiye tapma kültlerine karşıyım. Benim için hepsi demokrasiye ve demokrasinin olmazsa olmaz siyasal kültürüne ters. Onun için, aynen Pretoria’daki konuşmamda belirttiğim gibi, bağımsız bir aydın olarak “başkanlık, evet, olabilir; hattâ belki, şimdiki aşırı güçlü başkanlık sistemi önerisiyle dahi yaşayabilirim; ama bir kişi kültüyle ya da ikisiyle birden, yani hem aşırı güçlü bir başkanlık sistemi ve hem de her türlü eleştiriyi terörize  edip susturan hegemonik bir kişi kültü olacak; işte bununla asla yaşayamam” (yes to a presidential system, and I could even live with the present draft, but absolutely no to an accompanying doctrine of presidential infallibility or to a personality cult) noktasında duruyorum.

Bu da herhalde şimdilik “kararsızlar” arasında yer alıyor olmam demek. Kırılgan bir konum, kuşkusuz. “Evet” veya “hayır” lehine araçsallaştırılmamış bütün kamuoyu yoklamaları, iki tarafın birbirine çok yakın olmasının yanısıra, ortada (merkezde) yüzde 6’lık bir “kararsız kesim”in yer aldığına işaret ediyor. Bir analize göre, bunların hepsi “hayır” dese sandıktan yüzde 53-47 red, hepsi eşit dağılsa şu veya bu yönde yüzde 1’den az farkla belirlenecek bir sonuç, hepsi “evet” dese yüzde 47-53 kabul çıkabilir. Bunda biraz olsun gerçek payı varsa, galibiyet halinde bile farkın bu derece az olması (ihtimali), hükümet kanadının üzerinde ciddiyetle düşünmesini gerektiriyor.

Her neyse; meraklısı için ve dürüstlük adına, benim şu andaki pozisyonum aşağı yukarı böyle. Meselenin “hayır”cılıkla kavgalaşmak olmadığını, umarım anlatabilmişimdir. Şimdi, yöntem açısından, Atilla Aytemur’un çok yanlış bulduğum argümanının eleştirisine geçebilirim.

Serbestiyet