Aksa Tufanı ile İsrail Ne Kaybetti?-I
Mehmet Rakipoğlu / Fokus+
7 Ekim 2023’te başlayan ve etkileri birçok farklı alana tesir eden Aksa Tufanı savunma taarruzu operasyonu İsrail’e birçok açıdan zarar vermiştir. Her ne kadar Filistin ve Filistin’i destekleyen direniş güçleri kadar maddi bir kaybı olmadığı iddiası genel kabul olsa da İsrail başta güvenlik zafiyeti olmak üzere birçok noktada büyük kayıplar verdi. Ayrıca İsrail’in 7 Ekim sonrası karşı karşıya kaldığı tablo, yalnızca askeri ve güvenlik boyutlarıyla sınırlı değildir.
Yaşananlar, eş zamanlı olarak İsrail’in ekonomik kapasitesini zayıflatmakta, toplumsal refahını aşındırmakta ve İsrail’in özellikle ABD’de uzun yıllardır sahip olduğu “istisnai” siyasal ve ahlaki konumunu sorgulanır hale getirmektedir. Bugün ortaya çıkan kriz, geçici bir savaş maliyeti değil; yapısal, çok katmanlı ve uzun vadeli sonuçlar üretmektedir. Dolayısıyla 7 Ekim sonrası dönemde İsrail ekonomik olarak ciddi kayıplar yaşamış, bu kayıplar neticesinde somut maliyetler ödemiş ve aynı zamanda ABD ve Batı nazarındaki istisnai pozisyonunu kaybetmeye başlamıştır. Ortaya çıkan tablo, İsrail’in yalnızca sahada değil, küresel siyasal-ekonomik sistem içerisinde de kaybedenler kulübüne yaklaşmakta olduğunu göstermektedir.
Ekonomik yıkım
7 Ekim sonrası İsrail ekonomisi, birbiriyle ilintili üç temel kayıp yaşamaktadır. İlk olarak, işgücü piyasası ağır bir darbe almıştır. Güneyde Gazze sınırına, kuzeyde Lübnan sınırına yakın bölgelerden yaklaşık 250 bin kişinin yerinden edilmesi, tarım, küçük sanayi ve hizmet sektörlerinde fiili durgunluğa neden olmuştur. Ayrıca Gazze’den gelen ‘ucuz iş gücü’nün de kesilmesi İsrail’in iş gücü piyasasına olumsuz yansımıştır.
Aynı dönemde yaklaşık 300 bin yedek askerin uzun süreli seferberliği, ekonominin nitelikli çekirdeğini oluşturan orta sınıf profesyonellerin işgücünden çekilmesine yol açmıştır. Bu durum yalnızca üretim kaybı değil, yıllar içinde yapılan eğitim ve uzmanlaşma yatırımlarının askıya alınması anlamına gelmektedir.
İkinci olarak, işletmeler düzeyinde büyük bir çöküş yaşanmaktadır. Resmi ve yarı resmi kaynaklardan elde edilen veriler, savaş sürecinde 46–50 bin arasında işletmenin iflas ettiğini göstermektedir. Bu, savaş sonrası “normalleşme” beklentisinin ekonomik karşılığını zayıflatmaktadır. Zira işgücüne geri dönecek yüz binlerce kişinin dönebileceği işlerin önemli bir bölümü artık mevcut değildir.
Üçüncü ve belki de en kritik kayıp, kamu maliyesinde yaşanmaktadır. İsrail, savaş süresince onlarca milyar dolarlık silah alımını büyük ölçüde borçlanma yoluyla finanse etmektedir. Bu harcamaların önemli bir kısmı, savunma bütçesinde henüz tam olarak görünmemektedir. Sonuç olarak kamu borcunun 2025 itibarıyla GSYH’nin yüzde 70’ine yaklaşması beklenmektedir. İsrail tarihinde ilk kez “borç tuzağına” girme riski bu kadar açık biçimde tartışılmaktadır.
Bu tablo, hane halkı düzeyinde de somutlaşmaktadır. İsrail’in ekonomik durumuna dair basında yazılanlara ve yapılan hesaplamalara göre savaşın iki yıllık maliyeti hane başına yaklaşık 111 bin şekel düzeyindedir. Sivil toplum kuruluşu Latet’in verileri, ailelerin yaklaşık yüzde 27’sinin, çocukların ise üçte birinden fazlasının gıda güvencesizliği yaşadığını ortaya koymaktadır. Dikkat çekici olan, yardım alanların yaklaşık dörtte birinin “yeni yoksullar” olmasıdır; yani savaş, orta sınıfı doğrudan aşağı çekmektedir.
Borsa ve şekelin görece güçlü görünümü ise bu tabloyu maskelemektedir. Yedek askerlere ödenen aylık 29 bin şekellik ücretler, üretken faaliyetten değil borçlanmadan kaynaklanmaktadır. Bu gelirlerin harcanamayıp borsaya yönelmesi, yapay bir piyasa şişkinliği oluşturmaktadır. Bu durum, ekonomik direnç değil; askeri harcamalarla ayakta tutulan ekonomist Shir Hever’in tanımıyla bir “zombi ekonomi” görüntüsüne işaret etmektedir.
İmaj kaybı
Ekonomik aşınma ile eş zamanlı olarak İsrail’in dış imajı, özellikle ABD’de tarihsel bir kırılma yaşamaktadır. Uzun yıllar boyunca İsrail, ABD dış politikasında hukuki, ahlaki ve siyasi açıdan istisnai bir konuma sahip olmuştur. Ancak Gazze soykırımı, bu istisnayı hem kamuoyu hem de kurumsal siyaset düzeyinde aşındırmaktadır.
Kamuoyu verileri bu dönüşümü açık biçimde ortaya koymaktadır. 2025 sonbaharında yayımlanan anketler, Amerikalıların yarısından fazlasının İsrail’e ek askeri ve ekonomik yardım yapılmasına karşı olduğunu göstermektedir. 30 yaş altı Amerikalıların yaklaşık yüzde 70’i, İsrail’e yeni yardımlara açıkça karşı çıkmaktadır. Daha da çarpıcı olan, genç Amerikalıların Filistinlilere duyduğu sempati oranının İsrail’e duyulan sempatiyi belirgin biçimde aşmasıdır.
Bu dönüşüm yalnızca sol veya ilerici çevrelerle sınırlı değildir. Cumhuriyetçi tabanda da belirgin bir kırılma yaşanmaktadır. YouGov ve IMEU tarafından yapılan bir ankete göre, Cumhuriyetçilerin yüzde 42’si, İsrail’e yönelik 38 milyar dolarlık askeri yardım anlaşmasının uzatılmasına karşıdır. 18–44 yaş arası Cumhuriyetçilerde bu oran yüzde 53’e çıkmaktadır. Dikkat çekici bir başka veri ise şudur: Cumhuriyetçilerin çoğunluğu, silah satışına prensipte karşı değildir; ancak ABD vergi mükelleflerinin bu silahları finanse etmesine açıkça itiraz etmektedir.
Bu bağlamda AIPAC’in dokunulmazlığı da sarsılmaktadır. ABD siyasetinde İsrail yanlısı lobinin mutlak hakimiyetine karşı ilk kez hem soldan hem sağdan örgütlü itirazlar yükselmektedir. Anti-Zionist America PAC (AzPAC) gibi oluşumlar, açık biçimde “ABD’nin İsrail için bir ATM ve mühimmat deposu olmadığı” söylemini merkezine almaktadır. Aynı şekilde “Reject AIPAC” koalisyonu, Demokrat Parti içindeki ilerici aktörleri korumaya yönelik kolektif bir savunma hattı kurmaktadır.
Bu gelişmeler, İsrail’in ABD iç siyasetindeki mali ve siyasal manevra alanını daraltmaktadır. Uzun vadeli askeri yardım anlaşmalarının yenilenmesi artık otomatik bir süreç olmaktan çıkmakta, kamuoyu baskısı ve parti içi bölünmelerle karşılaşmaktadır. Bu durum, İsrail açısından somut bir maddi risk anlamına gelmektedir: askeri yardımın koşullandırılması, gecikmesi veya azaltılması artık teorik değil, pratik bir ihtimal haline gelmektedir.
Sonuç olarak 7 Ekim sonrası İsrail’in karşı karşıya olduğu kriz ne yalnızca askeri ne de yalnızca ahlakidir. Bu kriz, ekonomik sürdürülebilirlik, toplumsal refah ve uluslararası meşruiyetin aynı anda aşınmasından kaynaklanmaktadır. İsrail ekonomisi borçlanma ve askeri harcamalarla ayakta tutulmakta; toplum yoksullaşmakta, nitelikli insan sermayesi ülkeyi terk etmektedir. Aynı anda, İsrail’in ABD’deki “istisnai” konumu çözülmekte, bunun maddi ve siyasi sonuçları görünür hale gelmektedir. Dolayısıyla bu tablo, geçici bir dalgalanma olmaktan ziyade daha çok Siyonist rejim için yeni döneme işaret etmektedir. Bu dönemin temel özelliği, ekonomik kırılganlık ile dış imaj kaybının birbirini besleyeceği, Siyonizm karşıtlığının artacağı bir döneme kapı aralıyor. ABD’deki destek erozyonu, ekonomik maliyetleri artırma ihtimalinin yanında ekonomik zayıflama İsrail’in diplomatik manevra kapasitesini daha da daraltacağa benziyor. Bundan ötürü Siyonizm’in yaşadığı yıpranma veya aşınma süreci, İsrail’i tarihsel olarak alışık olmadığı bir konuma, yani sorgulanan, koşullandırılan ve maliyetli bir müttefik konumuna sürüklemektedir.