Akkad’ın Çağrı’sı 35 Yaşında!

SÜLEYMAN CERAN

Tarihin belli kesitini konu alan, büyük bütçeli ve bir mesaj etrafında örgütlenmiş filmlerden oluşur epik sinema. Bu türün gelmiş geçmiş en güzel örneği elbette “Çağrı” (The Message/ Mohammad: Messenger of God) filmidir. 1977 yılında türlü zorluklarla tamamlanan bu yapıttan, doğusundan batısına kuzeyinden güneyine dünyadaki tüm Müslümanlar öyle ya da böyle, derinlikli ya da yüzeysel ama mutlaka bir şekilde etkilenmiştir. Sinema tarihinde böylesine çarpıcı, etkisi kitlelere ve yıllara yayılan başka bir eser yoktur. Öyle ki Müslümanların siyer algısı kitaplardan, kaynaklardan ziyade Çağrı filminden beslenir. Evet, bir dine mensup insanların peygamber algısı büyük oranda kitaplardan ziyade bir film etrafında öbeklenmiştir.

Çapı ve sınırlarının genişliği nedeniyle kuşatılması, öne çıkacak karakterlerinin seçilmesi başlı başına zor olan “Çağrı”nın senaryo yükünü, “Trendeki Derviş”ten tanıdığımız Tevfik el-Hekim, “Bilal”in yazarı H. A. L. Craig ve “Özgürlük Peygamberi”ni kaleme alan Abdurrahman Şarkavi gibi seçkin isimlerin taşıdığını belirtmeliyiz. Yazarların, Hz. Muhammed’i ve halifelik yapan dört seçkin arkadaşını (Hulefa-i Raşidîn/Çehar Yar-ı Güzîn) göstermeme tercihinin daraltıcı etkisini aşabilmeyi ve farklı karakterleri öne çıkarmayı başarabilmeleri, muazzam bir kalem işçiliğidir.

Film, başlar. Çölün ortasında rahvan koşan atlar üzerinde elçinin mesajını taşır ulaklar. Ata doğru eğilmeden dik duruşla sürerler yoldaşlarını. Vakurdurlar. Temizliklerine, duruluklarına beyaz elbiseleri tanıklık etmededir. Hamza deyince Antony Quinn, -isimleri bilinmese de- Bilal-i Habeşî denince Johnny Sekka, Cafer b. Ebi Talip denince Neville Jason’ın görüntüsü zihne düşer dünyanın her yerinde.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği öğretmen, öğrenci ve velilere dönük umre programına bu bakışla gittik. Kral İbn Suud’un otomobille Riyad’a gitme teklifine Muhammed Esed’in “Mekke’ye Giden Yol”da verdiği cevabı okuyoruz: “Bunun bana ne yararı olur? Otomobille uçarcasına gidip, çölde birkaç kum tepesinden ve belki de ufkun oralarda gölgede konaklayan insanların dışında, ülkenizin başka hiçbir yanını görmeden beş altı gün içinde Mekke’den Riyad’a varmanın benim için ne anlamı olabilir? Eğer sizce bir mahzuru yoksa derim ki, benim için bir hecin devesi, sizin bütün otomobillerinizden daha iyidir.”

Uçakla Cidde’ye oradan otobüsle Mekke’ye. Steril bir gezi bizimkisi. Kafile başkanımız Kayseri Kocasinan İl Müftüsü olan Galip Koçer’in bir turistik gezi kıvamında duygudan arındırılmış anlatısıyla yavanlaşan ziyaretimizi düşününce, daha bir üzülüyoruz. Grupla gezmek yerine seçkin dar birlikteliklerle hareket etmenin daha sağlıklı olacağını keşfetmemiz çok sürmüyor. Bürokrasi denen illet, Ankara’dan çıkıp Mekke’deki kafile ve grup başkanlarının yakasına yapışabiliyor ya, hüzünle seyrediyoruz.

Kâbe ile karşı karşıyasınız. Özgür Kudüs’ü, Kahire’yi, Şam’ı, Beyrut’u, İstanbul’u görmek için duaya deveran ediyor dudaklarımız. Sonrası, Medine… Ecved hurmasının asaletini, Mabrum’u, Sogay’ı, Amber’i ve Hudri’siyle “ora” hurmalarını tatmanın zaman ve mekân üstü kıymeti nasıl anlatılır. Bir meyve ile bir dinin özdeşleşmesi ne kadar ilginçtir. Mescid-i Nebevî’nin bahçesinde yer alan ve açılmadan önce hurma çekirdeğine, açılırken hurma ağacına benzeyen şemsiyeler ne kadar zariftir. Doğu tarafında Kadem-i Saâdet, batı tarafında Ravza-i Mutahhara, kuzey tarafında ise Hücre-i Fâtıma har an mü’minlerle doludur. Kubbetü’l-Hadrâ (Yeşil Kubbe), Altın sarısı kapılar, nefis revaklar ve baştan sona simetri, sembollerle ama baştan sona sinematografik öğelerle kurgulanmıştır.

   Tarihin ve sayfaların derinliklerinde tasvir edilen, muazzam bilgeliği ve basiretiyle göz dolduran Arabistan yok artık. Bu durumu Muhammed Esed, nefis anlatır: “Issızlığı ve bütünlüğü, kuvvetle fışkıran petrol ve petrolün getirdiği altın sayesinde dağılıp gitti. O sınırsız yalınlığı, insanlık için eşsiz ve değerli pek çok şeyle birlikte yitip gitti. Değerli bir şeyini ebediyen kaybetmiş birinin duyduğu acıyla hatırlıyorum şimdi o son, uzun çöl yolculuğunu; hecin develeri üzerinde iki adam, bir ışık seli içinde gidiyor, gidiyorduk.” (s.17)

Kırık dökük hikâyeler “ora”yı anlatır. Bu anlatıların içinde en özeli “Çağrı”dır.  Bir kum denizi. Rahvan giden atlar. Hurma yaprağı gölgesinde bekleşen sükût. Mekke’nin bitmeyen enerjisi ve yakıcılığı. Hira’nın dinginliği. Sevr’in endişesi. Medine’nin serinliği. Bedir’in ilhamı. Uhud’un hüznü. Beyazperdede ete kemiğe bürünür bu sahneler. Sinemaya güneyden yükselen çığlıktır O. Çölü, dünyaya anlatandır Mustafa Akkad. Tam 35 sene evvel 25 Mart 1977 tarihinde ABD’nin Chicago kentindeki Oriental Sineması’nda gösterir destansı eserini. Sinemanın dilinin kuşatıcılığının ve etkisinin sınırlarını tespit etmek mümkün değil ama Çağrı, bugünden geriye hiç kıymetini yitirmeden bir başyapıt olarak öylece durduğunu ve İslam’ı tanımak ve anlamak isteyenler için bir kaynak niteliği taşıdığını buraya kayıt düşüyoruz. 2005 yılının Kasım ayında hayatını kaybeden ve Halep’e defnedilen Akkad’ı rahmetle ve minnetle anıyoruz.