Ağır yük

SÜLEYMAN CERAN

6 Şubat depremiyle en az 45 bin kardeşimizi yitirdik. Yas tutan yüz binlerce insanımız, hastanelerde tedavi gören binlerce hastamız var. Yeri yurdu yerle bir olan yahut oturulamayacak olan milyonlar da söz verilen vakitte evlerine geçme umuduyla yaşamaya devam ediyor. Bakılması, iaşelerinin sürdürülmesi gereken çadır kentler, yavaş yavaş kurulan konteyner kentler sürekli ilgi ve alaka bekliyor.

İktidar, deprem öncesi yaşadığı ekonomik, askeri ve siyasi blokajın üzerine depremin de sorumluluklarını taşımaya çalışıyor. 11 ilde eş zamanlı iki kere yaşanan depreme gücü, imkânı ve üst düzey iradesi ile müdahale eden devlet erki, kimi yerlere vaktinde yetişemese de eksikleri, kusurları, koordinasyon zaafları olsa da biliyoruz ki deprem anı olan 04.16’dan beri gözlerini kırpmadan çalıştı tüm devlet erkânı. Yaşanan felaketten beri milyonlar yardım bekliyordu, el uzandı; aş bekleniyordu kazanlar kuruldu; ev bekleniyordu temeller atılıyor. İktidarın üzerinde bulunan yüklere, tarihimizde görmediğimiz düzeyde oluşan ağır deprem yükü de eklenmiş oldu.

Halkımız da bu süreçten sadece psikolojik olarak etkilenmedi. Deprem bölgesine binlerce tır dolusu yardım adeta akıtıldı. Milyarlarca lirayı bulan yardımlar toplandı. Bir gecede tüm varlıkları yerle bir olan ve depremden etkilenen milyonlar kendi ülkelerinde bir anda “muhacir”e dönüşerek yurdumuzun dört köşesine savruldular. Devletin yurtlarına yerleşenler, akrabalarının yanına sığınanlar, kendi imkânlarıyla ev tutup düzen oluşturmaya çalışan bu insanlar öyle ya da böyle yardıma ihtiyaç duyuyorlar; kiminin ihtiyacı üst baş olurken kiminin ihtiyacı yalnızca ilgi ve alaka olabiliyor. Bölgeden gelen herkes, bir şeye ihtiyaç duyuyor.

Sade vatandaştan devletin en üst düzeyine kadar herkesin aklı bölgede. Açılan yaralar, kırılan kalpler, üşüyen eller hiçbirimizin aklından çıkmıyor. Türkiye, kendi acısıyla meşgulken Dünya da dönmeye ve zalimler de buldukları fırsatta Müslümanlara saldırmaya ne yazık ki devam ediyorlar. Türkiye’nin önüne döndüğü her an arkada bir şeyler oluyor. Böylesine bir ortamda Türkiye’nin, tarihten gelen misyonu çerçevesinde dikkatini yalnızca kendi içine vermemesi gerekiyor.

Şubat ayının son günlerinde Filistin’de Nablus şehri çok hareketlendi. Nablus'a bağlı Huvvara beldesinde bir araca düzenlenen silahlı saldırıda 2 yasa dışı yerleşimcinin öldürülmesinin ardından bölgede olağanüstü olaylar yaşandı. Silahlı ve azılı yerleşimciler Filistinlilere ait evleri ve arabaları ateşe verdiler. Yüzler araba ve onlarca ev kullanılamaz hale geldi. Olaylar esnasında Nablus’a bağlı Zetera beldesinde Semih Aktaş adlı bir Filistinli, yerleşimciler tarafından katledildi. Semih Aktaş, daha bir hafta öncesinde Filistin Kızılayı ile birlikte ülkemizde yardım çalışmalarına katılıyor, hayat kurtarıyordu.  Olaylar öyle büyüdü ki, bir gün içinde 11 Filistinli katledildi. Huvvara’da işgalci kuşatması günlerdir devam ediyor. Yaşanan cinayetlere Türkiye’de Dış İşleri Bakanlığı yazılı metinle kınama yaparken, işgalci İsrail’e ait büyükelçiliklerin önü bom boş idi. Sosyal medya üzerinden verilen tepkiler bile önceki olayların yanında cılız kalıyordu. Herkes kendi derdiyle meşguldü.

Hindistan’da ise Müslümanlar yıllardır diken üstünde yaşıyorlar. İslamofobi’nin günden güne arttığı ülkede uluslararası tepkilerin zayıflığı Hindu iktidarı adeta cesaretlendiriyor. Her ne kadar Uttarakhand eyaletinin Haridwar şehrinde Hindu din adamlarınca 17-19 Aralık 2021'de düzenlenen etkinlikte, ülkedeki Müslümanlara "soykırım" çağrısında bulunan Jitendra Narayan Tyagi adlı bir kişiyi tutuklandığını duyursa da ülke çapında “soykırım” çağrıları alenen yapılmaya devam ediyor. Yeni Delhi'de düzenlenen ayrı bir etkinlikte, iktidar partisine yakın Hindu liderler, Müslümanları hedef göstererek "Hindistan'ı Hindu bir ulus yapmak için ölmek ve öldürmek" için yemin ettikleri basına yansımıştı. Uzanan bir mikrofonla birlikte “Bir saatliğine Hindistan Başbakanı olsan ne yaparsın?” sorusuna “Müslüman soykırımı yaparım.” diyen kişinin, Hindu din adamı Acharya Maharaj olması ülkede kimseyi şaşırtmıyor artık. Mumbai’de Naziler gibi yemin ederek Müslümanları katledeceklerini söyleyip yürüyüş yapan Hindutva üyelerinin görüntüsü rutine dönüşüyor ne yazık ki.

14 Şubat 2023 günü akrabalarına gitmek için evlerinden ayrılan ve iki gün sonra yakılmış cesetlerine ulaşılan iki Müslüman Nasır ve Cüneyd’in katillerine hâlâ ulaşılamadı. Müslümanlar, katillerin bulunması için gösteri yaparken; Hindutva üyeleri failleri desteklemek için sokaklara çıkıyor. Çocuk evliliği yasasıyla erken yaşta evlenen ve çoğu Müslümanlardan oluşan binlerce Müslüman erkek, tutuklanıyor, işkence görüyor ve aileleri mağdur ediliyor. Ülkenin her yerinden şiddet görüntüleri hem medyaya hem de sosyal medyaya yansıyor. Evine tek başına giderken kalabalık bir Hindutva grubu tarafından hedef alınan Abbas Ensari’nin linç edilerek katledilmesi kameraya çekilip rahatlıkla servis edilebiliyor. Benzer gruplar Nasır Han’ın gözünü çıkarıp, öylece bırakabiliyorlar. Delhi’de camiden çıkan Muhammed Zübeyir’in Müslüman olduğunu anlayan Hindutva üyeleri, öldüğünü zannederek bıraktıkları için hayatta şu an. İşler o kadar çığırından çıkmış durumdaki Evliya Camii’ne el yapımı roket fırlatılma görüntüleri ve camiyi kuşatan binlerce Hindutva üyesinin yaşanan tahribatı çılgınlar gibi sevinerek izlediklerine şahitlik ediyoruz. Hindistan’ın pek çok eyaletinde yaşanan bu vahşet tabloları güvenlik güçlerinin adeta gözetiminde yaşanıyor.

Yaşanan gerilimler 3 bin Müslümanın öldürüldüğü, binlerce Müslüman Hanımefendiye tecavüz edildiği Gujarat olaylarının 21. Yıl dönümü sürecinde oluyor. Gujarat katliamlarının azmettiricisi olan Hindistan Halk Partisi Bharatiya Janata Party (BJP) başkanı Başbakan Mondi’nin yönetiminde Hindistan, dünyada azınlıklar için en tehlikeli ülke olma yolunda adımlarını hızla atarken yurdumuz, kendi derdiyle meşgul. 220 milyon Müslümanın yaşadığı Hindistan’da, topyekûn bir soykırımından ziyade Gujarat Katliamı benzer büyük kitlesel cinayetler tekrar edebilir. Hindistan’da yaşanan insanlık dışı manzaraların uluslararası arenada muhakkak gündem yapılması ve sosyal medya baskısı oluşturulması gerekir.

Türkiye, depremden kaynaklı sorunları aşarak bölgesel denklemlere yeniden konsantre olmalı, seçimi de zamanında yaparak var olan istikrarı sürdürülebilir düzeye getirerek bölgesel denklemlerdeki oyun kurucu rolüne geri dönmelidir. Bölgemizin ve dünyamızın buna olan ihtiyacı deprem sürecinde belirgin hâle gelmiştir.