Zulmün Kırbacı Mazlum Halkın Sırtında, Gözü Lokmasında

Haksöz

Yarım asır evvel yazdığı '1984' adlı ünlü kurgu -romanında G. Orwell, teknolojinin yardımıyla insanları evlerinin içine kadar gözetleyip, tüm yapıp etlikleri ile kontrol allına alan bir heyulayı, korkunç bir dikta düzenini tasvir etmekteydi, Orwell'in kehaneti henüz tam manasıyla gerçekleşmedi belki, ama 'Abi sizi izliyor' sloganında ifadesini bulan o boğucu totaliterizm Türkiye'yi kuşatmayı, toplumu pençesi altına alma çabasını ısrarla sürdürüyor. Yetmişbeş yıllık kuşatmanın zayıf düşme sinyallerinin alındığı devrelerde, kimi kez açık, kimi kez ise örtülü darbelerle kuşatma tahkim ediliyor. Tahkimat çabalarının aşındığı ya da aşındırıldığı emarelerinin gözükmesiyle birlikte ise 'zindeyiz', 'uyumuyoruz', 'gözümüz üzerinizde' mesajları sıklaştırılıyor. Son dönemlerde başta Demirel olmak üzere, egemen çevrelerin ve bunların sözcülüğünü yapan kişi ve kuruluşların daha bir ısrarla altını çizme ihtiyacı hissettikleri '28 Şubat bitmedi' uyarıları, tam da Orwellvari 'Abi sizi izliyor'un yerli versiyonunu temsil ediyor.

Bu ülkede, insana her defasında 'biz bu filmi daha önce görmüşlük' dedirtecek şekilde herşeyin bir geleneği var. Türkiye'de nasıl bir darbe geleneği mevcutsa, aynı tarzda bir de darbe sonrası geleneğinden söz etmek mümkün. Aynen şimdiki süreçle olduğu gibi, gerek 27 Mayıs, gerek 12 Eylül'ü izleyen günlerde de zinde güçler ve onların zindeliğinin ürünlerini paylaşanların, benzeri uyarıları sik sık yapma gereği hissettikleri biliniyor. Her seferinde aynı hal yeniden tekrarlanıyor. Zaten kendileri çözümsüzlüğün birer sonucu olan darbeler kısa bir müddet sonra, daha büyük çözümsüzlükler doğurarak tıkanma sürecine giriyorlar. Darbeci cephe ise inandırıcılığı ve etkisi her defasında biraz daha aşınan bir tonla tehdit yağdırmayı sürdürüyor. "27 Mayıs bitmedi; 12 Eylül geçici değil; kimse bu sefer hemen çekip gideceğimizi zannetmesin; kalıcı düzenlemeler yapılmadan süreç tamamlanmış sayılmayacak" vs. vs. Darbenin sıcaklığının azaldığı ve hem genel olarak toplumun, hem de kimi politikacıların kafalarını yavaş yavaş kaldırmaya başladıklarının görüldüğü noktada benzeri uyarılar sık sık gündeme getirilmekte.

Son hükümet bunalımı ve seçim tartışması ile birlikte, 28 Şubat süreci tam bir batağa saplanmış halde. Sürecin mimarları ve uygulayıcıları ise çaresizlik içinde bu kokuşmuş, iflas etmiş programı sürdürme gayreti içinde çırpınmaktalar. Tekne karaya oturmuş ama onlar hala ısrarla küreklere asılmayı sürdürüyorlar.

Çankaya merkezli bunalım senaryoları, sistemin kronik bunalımını daha ileri safhalara taşıyor. Krizi çözme adına atılan adımlar krizi derinleştiriyor, kalıcılaştırıyor. Olmadık ayak oyunları deneniyor, türlü cambazlıklar sergileniyor. Bu arada tehditler, şantajlar gırla gidiyor. "Geri gelir, tekrar yaşanır' vb. hatırlatmalar eşliğinde 28 Şubat öcüsü ile halk korkutulmaya, ayak uyduramayanlar iyice sindirilmeye, kıstırılmaya çalışılıyor. Ne hukuk, ne kural hiçbir şey geçerli değil. Zaten siyasî teamül ve ahlakın, 'ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü durum' gerekçesiyle tam üç çeyrek asırdır esamesi bile okunmuyor. Buna rağmen, siyasi geleceğini 28 Şubat programının geleceği ile tevhid etmiş Demirel'in attığı her adım, 'bu kadarı da olmaz' dedirtiyor. Resmen tüy dikiyor!

Aslında mevcut tablo her şeyiyle tam bir iflas tablosu. Hani 'neresinden tutsan elinde kalacak' denilir ya, durum aynen bu! En tepedeki zat, süresinin sona yaklaştığını gördükçe adeta ecel sıkıntısıyla akıl almaz hamlelere girişiyor. Bizans entrikalarına taş çıkartacak oyunlar kuruyor. Yolsuzluk suçlamasıyla düşürülmüş sabık hükümetin başı, televizyon kanallarından ellerini sağa sola sallayıp (bu izleyenler üzerinde çok inandırıcı bir etki sağlıyor imiş!) çeteleri nasıl dağıttıkları ile övünüyor. Ülkede sağladıkları inanç özgürlüğü ortamından söz ediyor. Enflasyon canavarını nasıl yendiklerini; dış politikada kaydettikleri başarıları; terörü nasıl bertaraf ettiklerini o mağrur ve metalik ses tonuyla birbir sıralıyor. Bu müthiş pişkinlik karşısında izleyenlerin yapabileceği tek şey ise muhtemelen 'Allah'ım sen aklımıza mukayyed ol!' demek olmalı.

Bunun Adı Çetelerle Mücadele Değil, Çeteler Arası Rekabettir!

Yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen başbakan adayının sözleri ise, neredeyse öncekini bile mütevazi kabul etmemizi gerektirecek boyutlarda. Bu seçkin zat herhalde son üç hükümette de kabinede yer almayı becermiş olmanın tecrübesiyle, -ki bunlar doğal yollarla birbirini izleyen hükümetler değil, üçü de birbiriyle yoğun suçlama, kavga dövüş neticesinde kurulmuş taban tabana zıt hükümetler idi- 30 günde işleri yoluna koyacağını iddia ediyor. Şüpheye mahal yok. 30 küsur aylık bakanlık döneminde gerekli tecrübeyi kapmadığı ne malum? Üstelik bu kibir abidesi zatın, öğlen yemeğinden birkaç saat sonra iftar açmak gibi, imkansızı gerçekleştirme yeteneğine sahip biri olduğu da unutulmamalı!

Düzen tepeden tırnağa tam bir kokuşmuşluk içinde. Sabık hükümetin başının mafyayla, çetelerle mücadelede kaydettikleri başarılarıyla övündüğü bir zamanda 'Emniyetken yine bir ceset çıkıyordu. Uyuşturucu-polis bağlantısına ilişkin bildiklerini anlatmak üzere, kendi isteğiyle polise teslim olmuş bir şahıs battaniyesinin bilmem nesiyle intihar etmişmiş! Ne hikmetse bu ülkede intihar etmek isteyen şahısların Boğaz köprüsünden sonra en çok rağbet gösterdikleri mekan 'Emniyet'. Boğaz köprüsü genelde ya şov amaçlı kullanılıyor, çoğu kez de müdahale yaşanıyor. Ama 'Emniyet' sonuç almaya çok daha müsait. Ne de olsa adı üstünde; insanlar burada emniyet içinde intihar edebilirler!

Söz konusu 'intihar' vakıasının yaşanmasına yol açan gelişmeler de çok dikkat çekici. Aslında polis ve mafya ilişkisi halkın hiç bilmediği bir konu değil. Bilakis bu tür ilişkilere dair çoğu gerçek anlamda bilgi ya da belgeye dayanmayan sayısız rivayet, hatla tepedeki siyasi bağlantıları da içeren bir tarzda, halk arasında uzunca bir zamandır anlatılır, durulur. Ama Narkotik Şube Müdürü Ferruh Tankuş'un suçlamaları, kamuoyunun uzunca zamandır bildiği bu ilişkinin yetkili bir ağızdan ve ayrıntısıyla ortaya saçılması anlamında, oldukça çarpıcı ve bir o kadar da fonksiyonel oldu.

Konu tabii ki bir süre sonra unutulmaya terk edilecek. Her zaman yapıldığı şekliyle, 'soruşturma sürüyor' nakaratının ardına sığınarak pislik örtülmeye çalışılacak. Devletin zarar görmemesi için, sorumlular sorumluluklarının gereğini yapacaklar. Mehmet Eymür'ün Ağar hakkındaki suçlamalarının akibeti ortada değil mi? Kendisi de en az suçladığı zevat kadar pisliğe batmış bir devlet görevlisi olan Eymür, bir dönem Ağar'ın giriştiği pislikleri ifşa etmiş ve Dursun Karataş'ın öldürülmesi işini tezgahlamak için Avrupa'ya devlet eliyle eroin yollandığını açıklamıştı. Ne oldu diye sormaya gerek var mı? Muhtemelen 'soruşturma sürüyor'dur. Bu ifşaatların büyük bir kısmı, devlet içindeki farklı ekiplerin aralarındaki rekabetin çatışmaya dönüşmesinin sonuçlan olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla asıl büyük çetenin alt tarafta patlayan lağım kanallarını kapatıp, pisliği örtmeye çalışması, devlet sorumluluğunun doğal gereği. Ama bunca yayılan kokuyu gizlemek mümkün mü?

Sömürü Düzeninden Pay Kapma Yarışı da Hiyerarşi Esasına Göre İşliyor!

Uyuşturucudan tefeciliğe, devlet ihalelerinden medyaya kadar her alanda çeteleşme olgusu açığa çıkmış bir halde. 28 Şubat bu ilişki ağını güçlendirmiş, bu rezilliğe bir de ideolojik bir kılıf sunmuştur. Banka yağmasından, orman talanına; ihale tekelinden, plaka çetesi oluşturmaya kadar bir sürü kirli işte hep bu laik dikta düzeninin egemen çıkar çetesini görüyoruz. Bir taraftan yoksul halk her gün biraz daha yoksullaşırken Aydın Doğan'lar, Kamuran Çörtük'ler, Sabancılar, Koçlar her geçen gün büyüyor, azmanlaşıyorlar, Kimi sırtını Çankaya'ya, kimisi hükümete dayamış; kimisi beşli insiyatif adı verilen darbe lobisinin rantını yemekle meşgul.

Arada kasetler patlıyor da halk talanın boyutlarını daha yakından müşahade imkanını yakalıyor. Hürriyet'in yayın yönetmeni Ertuğrul Özkö(ş)k'ün, yolsuzluk suçlamasına binaen gensoruyla düşürülmüş sabık bakan Güneş Taner ile yaptığı konuşma, medyadaki kepazeliğin bir göstergesi. Yağdanlığa dönüştürdükleri gazetelerinin manşetleri karşılığında teşvik hortumlama işini nasıl kıvırdıklarının bir belgesi olan bu kaset, tabii ki kartel medyasını rahatsız ediyor. Telaşla veryansın ediyorlar. Neymiş, özel hayatın gizliliği ilkesi çiğnenmişmiş! Suçüstü yakalanınca, nasıl dinlersiniz, ne hakla bunu yaparsınız feryatları. Ama aynı işi kendileri yapınca, 'yakışıyor da haspaya' pişkinliği!

Bu son kaset mevzuunda dikkat çekici bir nokta da, Doğan Holding adına enerji ihalelerini takip eden şahsiyetin konunun hükme bağlanacağı ilgili Danıştay daire başkanına tavassutta bulunması için bir Yargıtay üyesi ile kurduğu bağlantı. Bu görüşme 'yüce Türk yargısı'na karşı halkın duyduğu güvenin ne kadar 'gerçekçi' olduğunun bir delili adeta. Hani şu meşhur 'Vicdan-cüzdan' muhabbeti! Bahsi geçen Yargıtay üyesi Haksöz okuyucularının hatırlaması gereken bir isim: İstanbul DGM eski başsavcısı Ahmet Koksal. 1993 yılında İstanbul'da gerçekleştirilen bir operasyonda gözaltına alınan müslümanların polisle kendilerine dayatılan suçlamaları kabullenmemeleri üzerine, bizzat kendisi polise İşkence etme talimatı vermekle itham edilmişti. A. Köksal'ın bu icraatına ilişkin olarak, işkence mağdurlarından Hüsnü Yazgan ile yaptığımız röportaj nedeniyle, DGM tarafından para cezasına çarptırılmıştık. A. Köksal'ı Yargıtay üyeliğine seçenler, mutlaka onun geçmişindeki bu tür icraatlarını ve laik cumhuriyete bağlılığını gözönünde bulundurmuşlardır. Ne kadar isabetli bir tercihte bulundukları ayan beyan ortada.

Devlet-holding-çete-ihale vs. ilişkilerinin 28 Şubat sürecinde hız kazandığını, geliştiğini vurgulamıştık. Bu noktada düzen çevrelerinin başta hükümet ve medya aracılığıyla kamuoyunda tam tersi yönde bir kanaat oluşturma çabasına da değinmek gerekiyor. Büyük ölçüde askere yalakalık yapma endişesinin de katkısıyla belli çevreler, 28 Şubat süreci ile birlikte MGK'nın ve dolayısıyla askerlerin çete ilişkilerinin üzerine gidilmesi için düğmeye bastıkları yorumlarını bolca yapıyorlar. Tüm bu çete mafya haltlarını ise sivil politikacı ve bürokratların hanesine yazıyorlar. Bu yıkama yağlamacılara aslında çok fazla bir şey söylemeye lüzum yok. Sadece 28 Şubat paşalarının şu anda nerede, ne yaptıklarına bakmak tabloyu ortaya çıkarmaya yeter de artar bile.

Deniz Kuvvetleri eski komutanı ve 28 Şubat'ın mimarı, BÇG'nin kurucusu Güven Erkaya maaşını Korkmaz Yiğit'ten; Jandarma eski komutanı ve yine MİT eski şefi Teoman Koman ise Cavit Çağlar'dan almakta. Yine 28 Şubat kararlarının altında imzası olan bir diğer kuvvet komutanı Hava Kuvvetleri eski komutanı Ahmet Çörekçi ise bir süre Park Holding'in sahibi Turgay Ciner'in danışmanlığını yaptıktan sonra, söylentilerin yoğunlaşması üzerine bu işlen ayrıldığını açıklamıştı. İsimleri yan yana koyup bir daha düşünelim; Korkmaz Yiğit, Cavit Çağlar, Turgay Ciner. Bu isimlerin ortak paydası ne? Hepsinin de şaibeli bir servete sahip olmaları ve şaibeli ilişkiler içinde bulunmaları. Tablo ortada. Fazla söze ne hacet!

Fakat olay yanlış yorumlanmamalı. Bu sadece 28 Şubat paşalarına özgü bir durum değil. Bu da bir gelenek. 28 Şubat paşalarının farklılığı, nisbeten daha gözükara gitmeleri, bu tür ilişkilerde daha rahat davranmaları yalnızca. Ne de olsa topyekün bir savaş yürütmüş kahraman komutanlar oluyorlar, kendileri. Bunun getirdiği bir kendine güven ve ayrıcalıklılık duygusu içinde olmalılar. Yoksa bugünün muvazzaflarını yarın emekli olduklarında benzeri mekanlarda görmeye devam edeceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın! Burada bir alıntıya yer vermek uygun düşecek:

"...Orduda generallikten sonra gelen rütbe eskiden mareşallikti, şimdi banka ve şirket yöneticiliği! Birkaç istisna dışında emekli generallerin hepsi büyük sermaye kurumlarının koltuklarında. Daha ordunun başındayken kendilerini TÜSİAD patronlarına beğendirmeseler, kim getirir onları bankaların, şirketlerin başına? Beşinci yıldızı özel sektör takıyor..."

Bu sözler orduyu 'içinden' tanıyan birine, Doğu Perinçek'e ait (İkibine Doğru, 27 Ekim 1991). Elbette şimdilerde söylenmemiş. 1991 Ekim seçimleri döneminde edilmiş laflar bunlar. Bu sözlerin sahibi bugün çok farklı telden çalıyor. Ama söz konusu tespitler, bugün hiç şüphesiz, dünden daha doğru, daha yerli yerine oturuyor.

Aynen düzenin işbirlikçi kimliğinin daha bir netleşmesi gibi. Dış politikada şahsiyetlilik laflarının bolca edildiği, sözde Batı'ya karşı daha mesafeli bir tulum takınılıyormuş pozlarının verildiği bir ortamda, düzen Büyük Şeytan'ın Irak'a yönelik vahşice saldırılarının yanında yer alarak işbirlikçi yüzünü bir kez daha açıkça göstermiş oldu. Üstelik bu kez neredeyse bütün dünyanın karşı çıktığı, bölgedeki uşak rejimlerin hiçbirinin Amerikan saldırganlığına destek verir pozisyona düşmemeye çalıştığı bir vasatta, İncirlik'teki işgal merkezinin Irak halkına bomba yağdırılmasında kullanılması düzenin, Ortadoğu'ya yönelik emperyalist politikalarla ne kadar pervasızca örtüştüğünü açığa çıkardı. İçeride halka karşı konumlanmış silahların gerçek efendileri olan emperyalistlerin hizmetine sunulmaları garip değil elbette. Garip olan ABD ve İsrail'in çıkarları ile yerli zulüm ve sömürü çarkının bu içiçeliğine rağmen hala birilerinin utanmadan düzen güçlerinin kimisine anti-emperyalistlik, bağımsızlıkçılık, milliyetçilik nişaneleri dağıtmaları.

28 Şubat süreci halkın gözünde baskı ve zulüm ile özdeşleşmiş bir durumda. Bu baskıcı ve zalim uygulamaların talanla, yağmayla içice geçmesi ise tabloyu netleştiriyor, pekiştiriyor. Süreçten nasiplenmeyen, çıkarı olmayan herkes, bu dönemin en büyük başarısının çete-soygun düzeninin restorasyonu olduğunu idrak etmekte. Müslümanlar açısından bu dönemin en kalıcı sonucu ise, bu gerçeğin belirginleşmesi ile halkın zulüm ve sömürü düzenini daha bir bütünlük içinde tanıması, kavraması ve şimdilik çok cılız da olsa mücadele zeminine doğru adımların sıklaşmasıdır. Geleceğimizi ve özgürlüğümüzü ancak kendi ellerimizle ve direnerek elde edebileceğimizin her geçen gün daha geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlanmasıdır. Bursa'nın kafa koparıcı valisinin şahsında somutlaşan zulme karşı, çocuk yaştaki İmam-Hatip öğrencilerinin sürdürdüğü direniş, yarınlara dair umutlarımızı artıran bir örnek sadece.