Yeni Dünya Düzeni

Şuayb Mekeç

Emperyalist güçler koalisyonunun bir üçüncü dünya ülkesine haddini bildirmek için başlattıkları savaş biteli neredeyse üç aya yaklaştı. Savasın emperyalizmin tüm dünyada egemenliğini pekiştirici bir yönde sonuçlanması, müslüman halkları derin bir sessizliğe ve üzüntüye şevketti. Teslimiyetçiliğe ödün vermeyen duyarlı müslümanlar, saldırgan haçlı sürüleri karşısında bir tavır bütünlüğüne girerken, bunu bir diktatör ve ordusunun bekası için değil bir halkın uğratıldığı zulmün karşısında yer aldıkları ve bölgedeki fiili sömürü düzenine karşı oldukları için yapmışlardı. Bugün kaygıyla izlediğimiz gelişmeler, yakın tarihte yaşanmış benzer olayları hatırlatıyor. Sonuçlarının bölge halklarının aleyhinde gerçekleşeceği, büyük tehlikelerle dolu ve uzun süreceği tahmin edilen bir döneme girildiğini gözlerimizle görüyoruz. Yaşanan gerçekler, I. ve II. Dünya Savaşlarından sonra gerçekleşmiş değişikliklerin emsali ışığında değerlendirilmelidir. Bugün girilen süreç, dünyanın, yeni güçler dengesiyle kurulacağı ve yeni egemenlik alanlarına bölüneceği" sonucuyla karşı karşıya olduğunu ortaya koymuştur.

l. Dünya Savaşı'nın sonucunda Osmanlı İmparatorluğumun bölünmesi ve SSCB'nin yeni bir devlet olarak sahneye çıkması, Orta Doğu'nun bugünkü sınırlarının çizilmesinde önemli rol oynamıştı. Sonuçta oluşan ulusal devletlerin sınırlan, kayda değer değişiklikler olmaksızın günümüze kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. II. Dünya Savaşı ile bu tabloya Yahudi devletinin eklenmesinin ardından bölgede yeni sorunlar devreye sokmuştur. Bunun dışında genel işleyişte statüko korunmuş ve güçlü devletler, kimi zaman çatışmamak, kimi zaman da ortak çıkarları uğruna dengelerin bozulmamasına özel itina göstermişlerdir.

Körfez'de yaşanan kriz ve savaş halini gerekli kılan sebeplerle ilgili çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştü. Bunların tutarlılığını veya tutarsızlığını tartışmak istemiyoruz. Ayrıca, bunları yeniden sıralamanın da bir anlamı yok. Ancak öneminden ötürü bir noktaya değinmek istiyoruz.

Son yıllarda ülkeler arası ilişkilerde bazı köklü değişikliklere gidildiği gözlenmekteydi. Bunlar siyasi, ekonomik, askeri ve sosyal alanlarda gerçekleştirilen değişikliklerdi. SSCB'deki global çözülme ve bir çok ülkenin bir araya gelmesini gerekli kılan yeni iktisadi yapılanmalara gidilmesi, tüm dünyada yeni bir dönem başlatmıştı. SSCB'nin böyle bir sürece girmesinin ardından dünya dengelerinin ABD-SSCB ekseninden çıkarak Doğu-Batı geriliminin ortadan kalkması, dünya çapında yeni güçler dağılımı sorununu gündeme getirdi. Dünyada oluşturulacak yeni sistem, Orta Doğu'da da yeni sistem anlamına gelmektedir. SSCB'nin geleneksel politikalarının değişmesiyle bağlantılı olarak Doğu Avrupa ülkelerinin esaslı bir değişime uğrama zorunluluğu Avrupa'da yeni bir konjonktür ortaya çıkarmıştır. Yeni Avrupa projesinin ilk aşamasında iki Almanya'nın tek Almanya'ya dönüşmesi, başlangıcı gösteren ilk adımlardı. Bugün Doğu Avrupa pazarları tümüyle serbest kalmıştır. Avrupa yeni bir süper güç olarak örgütlenmektedir. Bu örgütlenme, salt iktisadî birliğin ötesinde siyasal ve kültürel bir güç olmayı da beraberinde getiriyor.

Doğu Avrupa ülkelerinin hristiyan kültür dünyasının üyeleri olmaları, bu birliğin Hıristiyan-Batı kültürü ekseninde yapılanmasına güç vermektedir, Hıristiyan-Batı kültürü temeline dayanan bu birliğin ideolojik karşıt gücü ise artık Komünizm değil, başta İslam olmak üzere Üçüncü Dünya Ülkelerindeki kontrol dışı ve egemen güçlere entegre olmamış tüm rejimlerdir. Kendi aralarında uzun vadede öze! çıkarlarının ve çeşitli hesaplarının birbirlerini farklı kümelerde toplayabileceği ihtimaline rağmen, nesnel çıkarları için aynı zeminde ortak politikalar üretebilen ABD ve Avrupa yeni düşmanlara gereksinim duymuşlardır. Kızıl tehlikenin yerine ikame edilecek bu yeni düşman, onlar tarafından terörist devlet kavramıyla tanımlanıyor. Körfez Savaşı'nın da ortaya koyduğu gibi ABD ve Avrupa'nın çıkarlarını tehdit eden Üçüncü Dünya Ülkeleri, devlet felsefeleri ve sistemleri ne olursa olsun potansiyel olarak terörist devlet sınıflamasına dahil edileceklerdir. Tabiatıyla yeni düşman tanımlaması, Batı'yla kurulacak dostlukların yeniden tanımlanmasını da gerekli kılmıştır.

Önceden soğuk savaş koşullarında özellikle üçüncü dünyalı dost-işbirlikçi rejimler açısından demokrasinin gelişmemişliği, genellikle Sovyet yayılmacılığı ile izah ediliyordu. Bugün söz konusu mazeretin ortadan kalkmasının ardından, Doğu blokunun kapitalizme entegrasyonunu kolaylaştırmak için özellikle demokrasi ve insan hakları konularına vurgu yapılması, müttefiklik statüsünün kazanılmasının amentüsü haline gelmiştir.

Uluslararası ilişkilerde, önceki klasik döngünün, hükmünü yitirmesiyle yeni bir döneme girilmiştir. Orta Doğu bunalımının, Irak'ın Kuveyt'i ilhakıyla iyice düğümlenmesi, deforme olmuş kalıpların yeni sömürü planlan ve projeleriyle tasfiye edilmesini zorunlu kılmış, kısaca ABD ekseninde askeri-iktisadi kast sisteminin peydahlanmasına sebep olmuştur. Körfez'de emperyalist cephenin galibiyetiyle ulaşılan sonuç, ABD'nin askeri gücünü kanıtlaması açısından istediği imajı oluştururken, müttefik üyelere de nesnel menfaatlerine yönelik yaptırım avantajı sağlamıştır. Bu sonuç, özelde kendi kategorilerinde eşitler arasında birinci unvanına sahip olan, ekonomik açıdan Almanya ve Japonya karşısında gerilemiş ABD'ye bundan böyle ekonomik faydalar da temin edecektir. Kısaca, girilen dönemde sömürgeci güçlerin kazandıkları imkanların bölüşülmesi ve korunması ABD öncülüğünde gerçekleşecektir.

Geçmişte uluslararası ilişkilerini komünist tehlikeye karşı kalkan olma rolünün belirleyiciliği ile kuran Türkiye'nin, savaş boyunca gösterdiği performansın, girilen süreçle kendisine ne gibi avantajlar sağlayacağı hakkında değişik görüşler söz konusudur. İçte, devlet-toplum ilişkilerinin uyumsuzluğu ülkeyi belli aralıklarla bunalıma sürüklemişti. Bugün ülkede, iç siyasal dengelerin hangi zeminde kurulacağı hala tartışılan bir konudur. Savaş boyunca kesif bir halde nükseden bu belirsizlik kotarılan politikalarla bastırılmaya çalışıldı, iktidarın savaş süresince tavrı müttefiklik vasıflarına" katıksız riayet etmesi şeklindeydi. Burada Türkiye'nin, savaşı aktif biçimde desteklemesini gerektiren aktüel nedenler ve geride dayandığı temel faktörleri izah etmek gerekiyor.

19. yy.'da yaşanmış büyük savaşlarda, halkları farklı devletlere ayıran bir ideoloji olarak karşımıza çıkan ulusçuluk anlayışı, o günün coğrafyasını şekillendiren asıl etkendi. Özellikle emperyalist güçlerin üçüncü dünya olarak adlandırdıkları bölgelerde yaşayan halklar arasında dayatmalar neticesinde yaygınlaşmış olan bu anlayış, emperyalizmin bölgedeki tesisini ve seyyaliyetini kolaylaştırmıştı. Neticede ulusçuluk kimliklerinden yola çıkarak devletleşme yolunda kurtuluş ve özgürlük mücadeleleri veren bölge halkları, özelde birbirleriyle savaşarak küçük parçalara bölünmüşlerdi, İslam coğrafyasında o dönemde ortaya çıkan ve varlıklarını günümüze kadar sürdüre gelen bir çok ülke, esasen Osmanlı Devleti'nin uyruğundaki halkların yaşadıkları topraklar üzerinde, ulusçuluk kışkırtması sonucunda kurulmuşlardı.

En genelde İslamcı siyaset mantığına dayalı politikalar izlemiş ama tevhidi islam sistemi'ni temsil edememiş Osmanlı Devleti, başta iç çözülmesi neticesinde çökmeye başlayınca, bunu fırsat bilen İngiliz ve Fransız emperyalist güçleri, Osmanlı tebası içinde ırkçılık propagandalarını hızla yaygınlaştırmışlardı. O döneme kadar Osmanlı'nın idamesi için gayret sarf eden ve topraklarını işgal etmek isteyen saldırgan güçlere karşı bilfiil mücadele etmiş bölge halkı, kendi içlerinde öncülük rolüne talip batıcı-laik aydınların güdümüne girmişler ve onların belirlediği stratejileri benimsemişlerdi.

Türkiye Cumhuriyeti, dağılan Osmanlı İmparatorluğu üzerinde ulusal bir devlet olarak doğdu. Etnik yönüyle karışık insan gruplarının yaşadığı bir ülke olan Türkiye'de anayasaya göre her T. C. vatandaşı Türk'tür. Kurulan sistem, Türk olmak şartını teoride her ne kadar etnik kökene bağlamayıp vatandaşlık prensibine dayandırsa da esasen devlet ideolojisinin temel felsefesi ulus bilinç üzerine oturmaktadır.

Bu olgu, toplumun ırkçı bir temelde örgütlenmesine yol açmıştır. Sosyal, siyasal, kültürel alanlarda oluşturulan eğitim programları hep bu ana düşünce ekseninde hazırlanmıştır. Körfez Krizi sonrasındaki somut gelişmelerden ötürü üzerinde en çok konuşulan Kürt sorunu meselesi, kökleri çok derinlere uzanan boyutlarda gündeme gelmiştir. Artık Kürt sorunundaki çözüm Türkiye açısından, askeri yöntemlerle değil, politik yöntem arayışlarıyla çözümlenme dönemine girmiştir.

Türkiye Körfez Krizi boyunca ABD'nin yeni müttefik tanımlamasındaki bütün maddelere eksiksiz riayet etti. Soğuk savaş sürecinde NATO şemsiyesi altında özel bir konuma sahip olan Türkiye, bu dönemin miadını doldurmasıyla sarsılan prestijini yeniden kazanmak için bu fırsatı değerlendirme yolunu izledi. Uluslararası ilişkilerde ABD merkezli politikalar üretme yolunda özel çabalar sarf eden Türkiye'nin, yeni döneme hazırlıklı girmesi gerekiyordu. Yanı Batıcı misyonu temsil etmek yolunda oluşturulacak yeni kimlik için vitrinde bazı düzenlemelere gitmek zorunlu bir hal almıştı.

Bu aşamada, izlenen politikalar ve temel dayanaklar üzerinde yapılan bazı değişiklikler, çeşitli tartışma ve çekişmeleri beraberinde getirdi. Dolayısıyla Kürt sorunu'na yaklaşımda gerçekleştirileceği ileri sürülen yeni kültürel düzenlemeler, eski ceza yasasında 141, 142 ve 163. maddelerinin kaldırılıp yerine terörle mücadele yasası adıyla yeni bir hükmün konulması, cezaevlerinin boşaltılması, askeri mekanizmada gidilecek bazı değişiklikler; içte güç odaklarının tepkilerine yol açarken, bazı kesimler tarafından da gerçek demokrasi, özgür yaşam hakkı olarak algılanmaktadır. Bu tartışmalar sürerken, belli zamanlarda darbeci kimliğiyle Ön plana çıkan ordunun mevcut iktidar karşısındaki konumu ne olursa olsun, ABD desteği olmaksızın iç işleyişe müdahale edemeyeceği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aktif ABD dostluğuna dayanan ve Batı'nın nisbi yardımlarından güç alan iktidarın önü, şimdilik açık gibi. Ülke ekonomisinin, halkı zor şartlar altında yaşamaya mahkum eden ağır müeyyidelerle ayakta tutulmaya çalışılması, çığ gibi büyüyen işsizlik problemi, uzun süren ve istenmeyen biçimlerde sona eren grevler, halkla iktidarın birbirlerine olan uzaklığını iyice pekiştirmiş durumda. Bir yandan ülkeye yakıştırılmaya çalışılan yeni kimlik arayışı sürerken öbür taraftan halkın içinde bulunduğu olumsuz koşullar ağırlaşmaya devam ediyor.

Türkiyeli ve tüm dünya müslümanlarının, girilen yeni dönemde dünya siyasetindeki yeni gelişmeleri iyi tahlil ederek kendilerine dışarıdan ve içeriden gelebilecek dayatmaları yerinde ve zamanında farkedip, tedbirli olmaları gerekmektedir, İnsan olarak yaşamaya talipsek, Allah'ın istediği İnsan tipi Örnek almalıyız. Görevlerimizi, sorumluluklarımızı kavramış, ilahi mesajı anlamış ve onu hayata geçiren kullar olabilmeliyiz.

"Bir toplum kendi içindekini değiştirmedikçe, kuşkusuz Allah da o toplumun bulunduğu durumu değiştirecek değildir." (13/Ra'd,11)