Yaşam Öyküsünde İradenin Belirleyiciliği: Antonio Gramsci

Asım Öz

“Friedrich Hebbel gibi ‘yaşam taraf tutmaktır’ lafına inanıyorum. Tarafsızlık tarihte güçlü bir kuvvettir. Edilgen fakat etkili iş görür... Olaylar karanlıkta olgunlaşır, kimsenin bilmediği eller toplu yaşamın ağlarını örerler ve kitleler ne olduğunu bilmez, çünkü aldırmazlar… Ben partizanım önem veririm. İçimde kendi tarafımın yiğitçe bilgisinin vuruşunu hissediyorum. (…) Ben canlıyım, taraf tutarım. Bundan dolayı da tutmayandan hoşlanmam, tarafsızlıktan nefret ederim.”

Antonio Gramsci (1891-1937)


Bir anla(t)ma türü olarak uzun ve edebi yaşamöyküsü çalışmaları tür olarak özellikle Batı’da yaygın ve gelişmiş bir tür olarak karşımıza çıkar. Kuşkusuz burada karşımıza çıkan ilk soru/n şudur: Yaşamöyküsüne neden gerek/sinim duyalım? Yaşam öyküsü yazılacak kişinin eserleri, mücadelesi ve bütün bir yaşamı gözler önündeyken yani temel malzeme öylece dururken yaşamöyküsü yazarı bunlara ne/ler ekleyebilir ki? Kişilerin yaşamlarına odaklanarak onların hayatları hakkında bilinmeyen yeni ipuçlarına ulaşmanın mümkün olduğunu belirtmeliyiz hemen başta. Çünkü iyi bir derleyici dağınık ve birbirinden kopuk gibi duran, gözüken ya da bizim öyle algılamaya yatkın olduğumuz malzeme yığınından oldukça farklı ve bütünlüklü bir yaşamöyküsü anlatımı ortaya çıkarabilir. Çok satanlar listesinde pek sık görmesek bile şaşılacak sayıda çok ve uzun örnekleri üretiliyor yaşamöyküsünün.

Unutulmuş, ihmal edilmiş ya da daha doğru bir tabirle ifade edersek ülkemizde başarılı örneklerine nadiren rastlayabildiğimiz çok önemli bir yazı türü olan biyografinin dünyadaki en büyük ustası tartışmasız Stefan Zweig’dir. Zweig’in, edebiyatın tüm diğer alanlarında verdiği çok önemli eserleri bir yana, son yıllarda art arda Türkçelerini okuduğumuz Rotterdamlı Erasmus, Macellan, Amerigo gibi biyografileri bile sözcüğün tam manasıyla birer başyapıttı. Her biri muhteşemdi. Stefan Zweig tarzının Türkçedeki karşılığı tartışmasız Beşir Ayvazoğlu’dur. Ayvazoğlu’nun, denemelerinin yanında, son yıllarda gözden geçirilmiş son hallerini okuma imkânı bulduğumuz Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak: Tarık Buğra; Yahya Kemal: Eve Dönen Adam; Peyami: Hayatı, Sanatı, Felsefesi, Dramı; Ömrüm Benim Bir Ateşti: Ahmet Haşim’in Hayatı, Sanatı, Estetiği, Dramı adlı eserlerini bu çerçevede anabiliriz.

Oldukça yaygın bir tanımdan da yola çıkılabilir: Bir hayat demek bir dünya görüşü demektir öne çıkan kişilerde. Bu tanım yaşam öyküsünün, aynı zamanda insanın dünyayı anlamlandırmasını bu doğrultuda yapıp etmelerini de kuşatır. Özellikle Gramsci üstüne dünyada bilemem ama Türkiye’de yayımlanmış doyurucu ve kapsamlı bir yaşam öyküsü yayımlandı: Giuseppe Fiori’nin altmışlı yılların sonunda yayımlanan Antonio Gramsci: Bir Devrimcinin Yaşamı1 adlı biyografisi, oldukça gecikmeli olarak Türkçede yayımlandı. 1960’lı yıllarda yayımlanan eser Gramsci’nin çalışmalarının, ölümünden uzun süre sonra 1960’lardan itibaren yayımlanmaya başlanmasıyla birlikte büyük yankı uyandırdığının da bir kanıtıdır. Eser, Gramsci ve çağına da ışık tutmayı amaçlamış. 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl ortalarına değin sosyo-politik, ekonomik ve toplum yapısı Gramsci merkezli olarak çok derinden ve ayrıntılı biçimde incelenmiş. Öyle bir yaşam öyküsü ki, toplumbilimciler, tarihçiler kaynak olarak yararlanabilirler bu yapıttan.

Bir İnsan, Bir Toplum ve Hayat

İnsan, toplum, tarih, dünya üzerine az çok derli toplu biçimde belli sayıda fikirleri olan ve düşünsel etkinliğini yaşamının bütün zorluklarına karşın sürdüren Antonio Gramsci, 1891’de Sardunya’da Ghilarza adlı bir kasabada doğan ve eğitim hayatının ilk yıllarında başarılı bir öğrencidir. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olan Antonio, babası Francesco Gramsci’nin –haksız sayılabilir- hapse girişi ile zor bir dönem yaşamaya başlar. Sırtındaki kamburu, fiziksel ve dolayısıyla psikolojik bozukluğu onu derinden etkilemiş, babasının da hapiste oluşu nedeniyle kardeşleriyle birlikte çalışmak zorunda kalmıştır: “Fiziksel koşullarım o kadar kötüydü ki, o kadar fedakârlık yapmaya zorlanıyordum ki, bir yabancı olduğuma, aileye sonradan girdiğime inanmaya başlamıştım. Bunlar kolay unutulan şeyler değildir, sanıldığından daha çok iz bırakırlar.”2 Yoksulluk içinde geçen çocukluğunda kültürel gereksinimlerini karşılamak amacıyla yiyeceklerini satacak kadar öğrenmeye tutkulu olan Gramsci’nin lisede iken babasına yazdığı mektubun şu satırları bunu doğruluyor: “Sevgili Baba, benim hiçbir şeyi idare edemediğim izlenimine kapılmış görünüyorsun. Nannaro benim için zaten çok şey yapıyor, çünkü Cagliari’de yaşamak için sizin gönderdiğiniz paranın ancak ekmek yemeye yeteceği gerçeğini gerçekten kavramalısınız; ekmekten bile az yemeli aslında, zira kilosu 50 santim.”3

Antonio Gramsci burs almadan üniversite öğrenimini ailesinin karşılamasının zor olduğunun farkındadır. 1911 sonbaharında Carlo Alberto Koleji’nin fakir ve yetenekli çocuklara 70 liretlik burs verdiğini öğrenip 39 kişiye verilecek bu bursu alabilmek için uzun sözlü ve yazılı sınavlara girerek bursu almaya hak kazanır. Gramsci’nin Torino’daki ilk kışı geçirdiği en kötü dönemlerdendir: “Kışı paltosuz geçirdim, bütün sahip olduğum Cagliari’ye göre işe yarayacak hafif bir ceketti. 1912 Martı’na doğru öyle kötü oldu ki, birkaç ay konuşamadım. Konuşmam gerektiğinde sözcükleri karıştırdım. Daha kötüsü Dora kıyısında yaşıyordum, donan ırmak suyunun buharı beni buza çeviriyordu.”4 1916’dan itibaren makaleleri, kültürel notları, denemeleri Il Grido ve Avanti! gazetelerinde düzenli olarak çıkmaya başlar. Devrimci Gramsci’nin doğuşu 1916 başlarıdır diyebiliriz. 5Aralık 1918’den itibaren Gramsci, Avanti! için tek başına çalışmaya başlar. Artık Yirmi sekiz yaşında birkaç yıl önce adadan gelen çekingen, acıyla dolu çocuğa hiç benzemiyordu; soğuk şehir yaşamına karşı ürkek, yabancı davranan çocuk değildi.”5 Siyasal bir lider olarak “ciğerlerinden değil beyninden” geldiği hemen anlaşılan etkili konuşmaları ile de tanınır. Giuseppe Fiori, Gramsci’yi benzeri düşünürlerden farklılaştıran koşulların panoramasını kitabın başlarından itibaren ayrıntılı olarak gözler önüne sermeyi başarıyor. Anlatım kimi zaman sadece birey-odaklı kimi zaman toplumsal odaklı olarak zamanı ve içine doğduğu koşullar içinde Gramsci’nin kararlı iradi yönelimini sergiliyor. Böylece, yazarın kaleminden, onun dönüştürücü toplumsal iradenin geliştirilmesi doğrultusunda ortaya koyduğu çabayı anlaşılır kılan bütüncül bir Gramsci portresi ortaya çıkıyor. Bir anlamda Giuseppe Fiori; Gramsci’nin yaşamını, Gramsci’nin düşüncelerine uygun yöntemlerle çizmiş oluyor bir anlamda.

1924’te Roma’da İtalyan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi, genel sekreteri, parti gazetesinin editörü olarak birçok sorumluluk altındadır ve partinin kötü durumunun toparlanması için daha fazla çalışmak ister. Bir yandan da -sağlık sorunlarından vb- bunu yapacak gücü bulamadığını hissetmektedir. Gramsci, İtalya’da faşizmin niteliğini çok önceden fark etmiş, tehlikeyi sezmiş ve bu yüzden Enternasyonal’in birleşme taktiğini, solun antifaşist mücadelede birliğini savunmuştur. İtalyan Komünist Partisi’nin özerk ama birleşik cepheci lideri olur. İtalya’da Mussolininin iktidarında faşist baskı sürerken muhalefetin yetersizliği ortadadır. Julia’ya 12 Ocak 1924’te şöyle yazmış: “Burada, İtalya’da, hiçbir ülkenin bilmediği, önceden yaşamadığı ve öngörmediği bir tarihsel aşamadan geçiyoruz sanıyorum. Çünkü faşizm şimdi bütün örgütlenmeleri yıktı…”6 Tüm Avrupa’yı sarsan faşist dalganın hedefi olan Gramsci, parlamenter dokunulmazlığı olduğu halde 8 Kasım 1926’da tutuklanır. Dava 1928 Haziran’ına kadar sürer; zira tutuklanması için delil bulmakta ‘kararlıdırlar’. Bunun için olmadık yolları denerler ve hapse atarlar Gramsci’yi. Onun birleşik cepheye yaptığı vurgu daha sonra Almanya örneğinde Spartakistler’in ve Rosa Luxemburg’un sosyal demokratları yalnız bırakmalarının ardından iktidara gelen Hitler döneminde daha iyi anlaşılmıştır. Teori ve pratiğin birliği Gramscigil Marksizm yorumunun temel kavramıdır çünkü. Gramsci’nin davasının görüldüğü mahkeme sırasında savcı, “Bu beynin yirmi yıl boyunca işlemesine engel olmalıyız!” şeklindeki ünlü talebini dillendirerek Gramsci’yi hapishaneye gönderirken, Gramsci’nin Hapishane Defterleri’ni yazmasına engel olamadı. Fiori’nin çok çeşitli kişisel, kültürel ve bilimsel kaynakları değerlendirerek oluşturduğu Gramsci’nin yaşam öyküsü yerel deneyim ve duyarlığı göz ardı etmeyen bir düşünce ve eylem adamının sadece doğumunu, gelişimini ve yaşama veda edişini anlatmakla kalmıyor, en verimli yıllarını hapishanelerde geçirmek zorunda kalan Gramsci’nin mirasının ‘asıl ne olduğu’ sorusuna da açıklık getirilmesi için sağlam bir zemin oluşturuyor. Gazeteci ve politik bir aktör olarak Gramsci’nin ‘eylemleri’ kadar olgun Gramsci’nin hapishaneden yazdığı mektuplarda dile getirdiği çeşitli düşünsel sorunlara ve temalara da eğilerek Gramsci’ye üst yapılar teorisyeni sıfatını kazandıran eserlerini daha iyi anlamamıza imkân tanıyor. Aydın kimliğinin araştırılması ve aydın kimliğinin felsefi, sosyolojik tahlilinin yapılması, karşılaştırmalı dilbilim araştırmaları, Pirandello tiyatrosu çalışmaları, tefrika romanlar ve edebiyatta halk zevki üzerine denemeler, tarih yazımı kuramı, hegemonya kavramının işlenişi, çeviriler, Katolik hareketin gelişim kuramı, Güney sorunu; Amerikancılık gibi sayısız konuda eserler veren, son derece kötü hapishane koşullarına karşın ardında, düşünsel pahası biçilemeyen, dört bin sayfalık Hapishane Defterleri’ni bırakan bir düşün adamının ‘yaratıları’dır.7

Gramsci’nin Güncelliği

Antonio Gramsci’ye göre Marksizm’in felsefesi nedir, temel sorusuna verilebilecek yanıtlar içinde onun özgün kavram ve yorumları ile pozitivist indirgemeci sosyalist kültürün ısrarlı ve yaratıcı bir sorgulamasını sosyalist kültürün temel kazanımlarına sahip çıkarak yapan düşünürlerden biri olduğu ilk akla gelenidir. Yeni bir toplumun kuruluşuna yönelik dönüştürücü toplumsal iradenin oluşturulması sürecinde insani yapıp etmelere yaptığı vurgu ile tarihin/ekonominin belirleyiciliğinin kaba materyalizminden kurtulabilmiştir. Giuseppe Fiori, bu noktada biyografi çalışmasında 1938’de yazan Giuseppe Ceresa’dan şu alıntıyla pekiştirir: “Bazı yoldaşlar (... ) faşist diktatörlükten kaçınılmaz olarak ve doğrudan proletarya diktatörlüğüne geçileceğini söylüyorlardı. Gramsci bu mekanik, soyut anti-Marksist tutumla mücadele etti; ekonomik ‘sefaletin’ yığınları proleter devrime götüreceği düşüncesinden temellenen bu görüşe karşı çıktı. Sefalet ve açlığın ayaklanmalar, isyanlara, mevcut toplumsal düzenin dengesinin bozulmasına yol açabileceğini, fakat kapitalizmin yıkılışından önce başka bir sürü koşulun sağlanması gerektiğini gösterdi.”8

Siyaset kavramını, zaman ve mekân sınırlarının dışında soyut ve normatif olarak görmeyi reddeden Gramsci’nin, derinden etkilendiği ve sonuçlarına bağlılık duyduğu Bolşevik Devrimi’ne dair Kapital’e Karşı Devrim başlıklı yazısında geliştirdiği özgün ve özerk bakışı daha iyi anlarız böylece. Avrupa’dan ve Leninist devrimden dersler çıkarır ama İtalyan toplumunun ve sınıf savaşımının somut tarihsel koşullarını değerlendirme isteği, yani ‘özerk’liği, yazılarında apaçık ortaya çıkar. Rus devrimine derinden bağlılık duymasına karşın Rusya ile İtalya arasındaki toplumsal yapılanmaların farkındaydı. Sonuçların birebir taklit edilemezliğinden hareket ediyordu ve bu nedenle Gramsci, hem kendi bölgesel geçmişini yok saymadan ve yok etmeden hem de Bolşevikliği birebir uygulama düşüncesi taşımaksızın sosyalist pratiğini geliştirir. Ona göre Batı Avrupa ülkelerinde daha farklı bir toplumsal yapı vardır; gelişmiş diyebileceğimiz bir sivil toplum söz konusudur. Burjuvazinin ahlâksal ve entelektüel yönetimi güçlü bir sivil toplum yaratmıştır. Devlet ‘önsiper’dir, arkasında ise güçlü bir ‘kale’ vardır. Bu kale, “yaşama ve düşünme biçimi, istekler, yönetici burjuva sınıfın geçerli weltanschauung (dünya görüşü) yoluyla geniş yığınlara kabul ettirdiği ahlâk ve geleneklerden” oluşur. Yani kültürel egemenlik olmadan siyasal egemenlik tek başına yetersizdir. Bu yüzden kurulu düzenin (statükonun) ahlâk, âdet, gelenek gibi kurumlarına karşı alternatif bir hegemonya, yani karşı hegemonya mücadelesinin gerekliliğini savunur. Gramsci’nin bir Marksist entelektüel olarak en özgün taraflarından biri kültürel olana yaptığı bu vurgudur.

Sosyalist bakış açısı ona içinde doğduğu Sardunya protesto hareketinin zayıflıklarını ve sınırlarını gösterirken, Sardunyalı geçmişi de doğal olarak, ona Güney’i gelişimin engeli olarak gören işçi sınıfının ideolojik eksikliklerinin bilincini kazandırır. Kırsal sorunu, sosyalist devrim sorunundan ayırmaz. Gramsci’nin kimi analizleri İtalya/n yerelliğinin içinde anlamlıydı kuşkusuz. Bundan dolayı bu yaklaşımların her zaman kullanılabileceğini düşünmek yanlış olur.

1970’lere kadar çok fazla tanınmayan Gramsci’nin eserleri ve kavramları üzerindeki tartışmalar, 1973-1975’lere gelindiğinde tüm dünyayı kapladı. Hemen bir-iki yıl sonra da 1970’lerin sol dergisi Birikim ile Türkiye’ye ulaştı. Sovyet Devrimi’nden etkilenmiş ve savunucusu olmuş olmakla birlikte ülkesi İtalya’da Bolşevik stratejisinin geçerli olmadığına inanarak daha çok üstyapısal mücadelenin önemini vurgulayan Gramsci, Türkiye’de hem sosyalizm tartışmalarını hem de güncel siyasi ve kültürel gelişmeleri analiz eden tartışmaları anlamak bakımından da önemli bir figürdür. Murat Belge, Türkiye, Sosyalizm ve Gelecek kitabında söze Gramsci’den başlar; Türkiye’de gelecek için sosyalizm mücadelesi verenlere Gramsci’nin geçerli bir çerçeve öne sürdüğünü ve bu nedenle de ona özel bir dikkat kesilmenin gerekli olduğunu söyler.9 Diğer yandan Serdar Turgut, AKP üzerine yazdığı yazılardan birinde Gramsci’nin, siyaset bilimi disiplininin ve siyasal parti kuramının henüz emekleme aşamasında olduğu bir dönemde ortaya koyduğu düşüncelerin, yönetici sınıfın hegemonyasının kuruluşunda siyasal ve kültürel (ideolojik) süreçlerin önemini vurgulaması açısından büyük önem taşıdığına dair yaklaşımlarından hareketle Gramsci’nin güncel değeri noktasında cumhuriyetçi refleksini harekete geçirerek statükonun muhafızlığına soyunur.10 Gramsci’ye göre Serdar Turgut örneğinde de gördüğümüz gibi aydınlar özerk, bağımsız bir toplumsal sınıf oluşturmazlar. İster bunun bilincinde olsunlar ister olmasınlar mutlaka bir tarafın sözcüleridir. Bu açıdan Gramsci, sadece AKP konusunda değil aydınlar konusunda da önemli açılımlar sağlamaktadır.

Gramsci’nin temelde iki “düşmanla” savaştığını söyleyebiliriz: Bir yandan İtalyan idealizminin soyut, etsiz, kemiksiz yapısına karşıdır, öte yandan mekanist ve metafizik materyalizmle mücadele eder. Özellikle metafizik materyalizmle mücadelesinde Marksizm’in kaderci ve mekanist yönde saptırılmasına karşı çıkıyordu. Kültürel ve siyasal praksisi kenara iten bu yaklaşımlar karşısında kültürün ve düşüncelerin oynadığı rolü gösterme gayreti içinde olmuştur. Siyasal ve ekonomik mücadelenin zorunlu tamamlayıcısı olarak kültürel alanda yürütülen hegemonya savaşını kazanmanın gerekliliğine ve zorunluluğuna yaptığı vurgu onun güncelliğini sağlayan hususlardan biridir. Bu açıdan Gramsci, yaşamı ve yapıtı ile gerçekten çok önemli bir örnektir.