Ya "Savaşa Hayır" Demenin Onuru, Ya İşbirlikçilik Günahına Ortaklık!

Haksöz

ABD'ye yardım ve yataklık tezkeresinin Meclis'te reddedilmesinin ardından Türkiye kamuoyu kesif ve ahlaksız bir propaganda savaşına tâbi tutulmakta. Emellerine kolayca ulaşabilecekleri inancıyla oylama öncesinde kısmen rehavete kapılan savaş lobisi, tezkere şokuyla birlikte seferberlik ilan etmiş durumda. Adeta eldeki tüm asker ve silahlar cepheye sürülmüş; yalan, demagoji ve şantaj unsurları devreye sokulmuş; hükümet genelkurmay, sermaye çevreleri ve onların azgın tetikçisi medya dört bir koldan harekete geçmiş halde. Tezkereye red oyu veren milletvekilleri başta olmak üzere, "savaşa hayır" diyen herkes eleştirilmekte, suçlanmakta, adeta pişmanlık konumuna sokulmaya çalışılmakta. Müthiş bir dezenformasyon kampanyası eşliğinde tüm dünya halklarının karşı çıktığı ahlaksız, hukuksuz bir savaş adeta "kaçınılmaz bir gereklilik" şeklinde sunulmaya gayret edilmekte.

Görünen o ki, tezkerenin reddinin ülke genelinde kitleler arasında büyük bir memnuniyet havası oluşturması ve günlerdir süren ahlaksız pazarlıklarla bir hayli örselenmiş, itibar kaybına uğramış bağımsız kimlik ve şahsiyet duygusunun yeniden öne çıkması düzen çevrelerini zora soktu. Önce medya aracılığıyla yoğun bir felaket tellallığı yapıldı. Tezkere onuru "piyasa ve borsa ilahlarına" kurban edilmeye çalışıldı. Ardından hükümetin dayatması gündeme geldi. İlginç bir zamanlamayla yeni vergi yükü tam da tezkerenin reddinden sonraki ilk iş günü ilan edildi. Sanki ilk defa yapılıyormuş gibi yeni zamlar ve vergiler Maliye Bakanınca "barışın bedeli" olarak sunuldu. Bu şekilde "savaşa hayır" diyen vekiller, alınan bu kararlarla daha da yoksullaştırman kitlelere açıkça hedef gösteriliyordu. ABD'den geleceği varsayılan paraların zaten savaşta karşılaşılacak zararların tazminine yönelik olduğu, ortada henüz savaş olmadığına göre savaş kayıplarının tazmini için paraya da ihtiyaç olmadığı gerçeği ise atlanıyordu. Bu arada yeni bir tezkere için kampanya yürüten savaş lobisi kurnazca bir çabayla Ak Parti'nin bölünebileceğinden, Tayyip Erdoğan'ın karizmasının sona erdiğinden söz ederek dolaylı olarak Ak Partilileri yeni bir tezkereyi kabul etmek suretiyle partilerinin bütünlüğünü göstermeye çağırdılar.

Meclis İradesine Kışla Disiplini!

Savaş planlarının bozulması karşısında estirilen propaganda terörü yeterli görülmemiş olmalı ki, ardından Genelkurmay Başkanı'nın açıklaması gündeme geldi. Uyanıkça bir hesapla daha önce konuşmayarak "savaş çamurunu" hükümetin eline bırakan ordu savaş planlarının tavsamaya başlaması karşısında mecburen öne çıktı ve ABD ordusuna bir anlamda kefil oldu. İlkokullardaki eğitim müfredatından, gazetelerin yayın politikasına kadar her konuda hiç durmadan yönlendiren, tehdit eden, talimat veren MGK'nın savaş gibi doğrudan doğruya güvenliği ilgilendiren bir konuda görüş dahi belirtmemiş olmasını, Genelkurmay Başkanı'nın Meclis iradesine saygı ile açıklaması ancak kara mizah örneği sayılabilecek bir durum. Nitekim Meclis iradesine saygının boyutları Genelkurmay Başkanı'nın açıklamasının hemen ardından üs ve limanlarda başlayan hareketlilik ve Amerikan yığınağının hızlanması ile birlikte gayet net biçimde ortaya çıkmış oldu! Genelkurmay Başkanı'nın sözleriyle Meclis'in tezkereyi reddetmiş olması adeta hükümsüz kılınırcasına oylamadan sonra durdurulan Amerikan askeri sevkiyatının önü açıldı ve fiili bir durum yaratılarak Türkiye, sömürge ülkesi konumuna düşürüldü; belki de daha doğrusu şimdiye kadar örtülmeye çalışılan olgu ifşa edilmiş oldu.

Bir yandan bu gelişmeler yaşanırken, bir yandan da kamuoyunda hala tezkere tartışmalarının sürdürülüyor olması ise tam bir utanmazlık. Açıkçası bu ülke yerli işbirlikçilerinin yardımıyla emperyalist Amerikan ordusunun tecavüzüne uğramıştır. Yeniden tezkerenin kabul ettirilmesi bir anlamda nikah formalitesiyle tecavüzün meşrulaştırılmaya çalışılmasına benzemektedir. Oysa dün tezkereye red vermeyi gerektiren şartlar bugün çok daha belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. İlk tezkere oylamasının konusu belki münhasıran Irak idi; bugün Türkiye'nin de işgali gündemdedir. Dün red oylarıyla Irak'ın işgaline hayır diyenler, oylarında ısrar etmekle artık Türkiye'nin de işgaline hayır demiş olacaklardır. Meclis'e yeni bir tezkere gelmesi durumunda eğer kendilerine bir nebze saygı duyuyorlarsa milletvekillerinin yapması gereken bellidir. Yok eğer tahmin edildiği üzere 2. defa getirilebilecek tezkere kabul edilecek olursa, bu düpedüz Meclis'in ve milletvekillerinin konu mankeni olmaktan öteye gidemediklerinin bir göstergesi olacaktır.

Büyük Demagoji: "Savaşa Biz de Karşıyız, Ama...!"

Savaş çığırtkanlarının sıkça başvurduğu yalanlardan biri herkesin ve tabi herkesle birlikte kendilerinin de savaşa karşı oldukları yalanıdır. Özünde demagojik bir taktik içeren bu söylemi Bush'tan Blair'e, Şaron'a kadar tüm tescilli katillerle birlikte ülkemizdeki savaş lobisinin sözcülerinin ağızlarından da hep duymaktayız. Biz de karşıyız diye başlayıp "ama"larla devam eden bu sözler aslında Türkiye'de sıkça başvurulan "hepimiz demokrasiden yanayız, ama" kalıp ifadelerine çok benzemektedir. Cumhurbaşkanından orduya, Anayasa mahkemesinden YÖK'e, MHP'ye ve dahi baskıcı, totaliter resmi ideoloji savunucusu tüm kurum ve çevrelere kadar herkesin ağzından duyduğumuz bu sözlerin bir gerçeği yansıtmaktan ziyade zulme kılıf oluşturma gayretinin bir parçası olduğunu biliyoruz. Bunca baskı ve diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir vasatta statükoyla özdeşleşen herkesin demokrasiden yana olduğunu ilan etmesinin biricik sonucunun demokrasinin boğulması olacağı baştan bellidir. Aynı şekilde gerek ideolojik-siyasi pozisyonları itibariyle, gerekse de işbirlikçi karakterleri itibariyle ABD'ye taabbud derecesinde bağlı çevrelerin savaşa karşı olduklarını söylemesi de savaşı meşrulaştırma taktiğinin bir uzantısıdır. İnsanları aptal yerine koyan bu tiplerin yüzlerine her fırsatta yalan söyledikleri ve savaş yanlısı oldukları gerçeğini haykırmak gerekir.

Savaşa karşı çıkmak savaşın ardındaki emperyalist hedeflere de karşı çıkmayı, bunları onaylamamayı gerektirir. Savaşa karşı çıkmak savaşın getireceği acı ve yıkımları kendi acımız bilmeyi gerektirir. Irak'ı hedef alan bir savaşa, daha doğrusu emperyalist saldırganlığa karşı olmak öncelikle zihin dünyasında saldırganla değil, mağdurla özdeşleşmeyi gerektirir. Bu her şeyden önce inanç işidir, akidevi bir temele oturmak zorundadır; asgari olarak insaniliğini yitirmemiş olmayı gerektirir. Peki, "savaşa biz de karşıyız ama" diye başlayıp, müdahil olmanın gerekliliklerini sıralayanların nesine inanacağız? Masum insanların katledilmesine suç ortaklığı yapmayı ülke çıkarları adına onaylayabilen bir kafa yapısı savaşa karşı çıkabilir mi? Irak'ın gedeceğinde söz sahibi olmak; masada yer almak; Musul, Kerkük'ün geleceği ve benzeri emperyalist, sömürgeci hesaplar içinde olanların ABD'nin emperyalist savaşına karşı olduklarına kim inanır?

Kuzey Irak'taki birkaç yüzbin Türkmen dolayısıyla bu bölgeyle irtibat içinde olmayı haklı gören zihniyet bu ülkede yaşayan milyonlarca Kürdün sınırın öbür yakasındaki kavimdaşlarıyla irtibatının ise keskin bir kılıçla koparılmasını savunuyor. Kuzey Irak vesilesiyle yeniden azgınlaşan ırkçı, yayılmacı anlayışın bir yandan bu ülkenin vatandaşı olan milyonlarca Kürdü aşağılamaktan, tahkir etmekten, suçlamaktan kaçınmadığı; bir yandan da başka bir ülkenin içişlerine müdahale etmeyi Türkmen kartı adıyla meşrulaştırmaya çalıştığı görülüyor. Peki ya aynı şekilde Irak, Türkiye'de yaşayan Arap nüfus için benzeri söylem ve girişimlerde bulunursa ne diyeceksiniz? "Türkiye'de yaşayan herkes Türktür!" mü? Veya "ya sev, ya terket" mi? Bir kere daha vurgulayalım ki, ırkçı, şoven zihniyetle savaşa karşı çıkılmaz. Çünkü zaten kendisi savaşı yayılmacı, tahakkümcü hedefleri için bir yöntem olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla zihinsel arka planında bir biçimde bu tür kirlilikler yatan anlayışların "savaşa biz de karşıyız" demesinin hiçbir manası yoktur.

Neden ABD'nin Tezlerini Esas Almak Zorunda Olalım?

Savaş çığırtkanlarının savaşa karşı çıkanları tahkir etmek, mahkum etmek için kullandıkları bir başka söylem de "savaşa hayır demekle bir şey olmaz, somut önerileriniz yok!" söylemi. Bu tezi özellikle tezkerenin reddinden sonra daha da yoğunlaştıran çevreler savaşa karşı çıkanları rasyonel değil, duygusal olmakla; dünya ve bölge gerçeklerine yüz çevirmekle; ülkenin ve halkın karşılaşabileceği ağır sorunları görmezlikten gelmekle ve nihayet "Saddam sorunu" hakkında hiçbir şey önermemekle itham etmekteler.

Öncelikle, son günlerde rasyonellik-duygu-sallık karşılaştırmasına sıkça başvuranların birçoğunun sözlerinin satır aralarında insan fıtratına aykırı, menfaati ön plana çıkartan ve gerektiğinde zulmü ve vahşeti savunabilen bir çirkinliği barındırdığını' belirtmekte yarar var. Duygusal olmamak ile duygulardan arınmış olmak farklı şeyler olsa gerek. Duygusallığa karşı çıkma adına neredeyse insanilik mahkum edilmeye çalışılıyor. ABD'nin Irak'a saldırısına karşı çıkanların dünya ve bölge gerçeklerini algılayamadıkları iddiasına gelince; bir kere dünya ve bölge gerçekleri denilen şeyi kim neye göre belirliyor? Bu başlık altında çoğu kez ABD'nin zihinlere kazımaya çalıştığı kirli imajlar ve düşünme biçimleri aynen benimsetilmeye çalışılıyor. İşte savaşa karşı çıkanların en çok hassas olmaları gereken husus da burası.

Savaşa karşı çıkanlar ABD'nin dünya ve bölge üzerinde on yıllarca sürecek bir tahakküm ve sömürü planlarına karşı çıkıyorlar. Yeryüzüne bugünkünden de adaletsiz, güvenliksiz ve vahşi bir ortamın egemen olmaması için çaba sarf ediyorlar. Savaşa müdahil olunarak kardeş ve komşu halklarla yeni boğazlaşmaların kapısını açacak bir fitnenin fitilinin ateşlenmesi tehlikesine karşı uyarma ve uyanık bulunma sorumluluğu ile hareket ediyorlar. Tüm bu çabalar gerçeklere göz yummaksa, sizin gerçeğiniz size kalsın, biz o kirli ve kanlı "gerçeğinize" alet olmayacağız!

O meşum gerçeklerinizin utanç yükünü bu halk on yıllardır sırtında taşımaktan yoruldu ama siz bir türlü utanmıyorsunuz! Bu ülke egemenlerinin tarihe geçen ihanetler dizisine yeni bir halka daha eklenmemelidir. Biliyoruz ki, bugün ileri sürülen zorunlulukların benzerleri geçmişte de başka ihanet kararlarının mazeretleri olarak sıralanmıştı. Ama ihanetin mazeretinin olamayacağı açık değil mi? Dikkat edilirse tarihte mazeretlerin değil, ihanetlerin izinin kaldığı görülecektir. Siyonist devletin kurulmasını onaylamak; ABD'nin hazır kıta askeri olarak Kore halkına karşı savaşmak; İncirlik'in Ortadoğu'ya yönelik bir saldırı üssü kılınmasına cevaz vermek; Libya'nın Amerikan uçaklarınca bombalanmasını haklı saymak; Körfez savaşında Irak halkına karşı ABD'nin yürüttüğü katliamlara lojistik destek vermek; stratejik ittifak adı altında Siyonist İsrail'in katliamlarına ortak olmak ve benzeri bir dizi suç nasıl mazeret kabul etmezse, Irak'a karşı yeni bir saldırıya hazırlanan ABD'ye destek olmanın da mazeretinin olamayacağı anlaşılmalıdır.

Niçin Bush Değil de, Saddam Sorunu?

Yine altını çizelim ki, ABD'nin dayattığı anlamda bir "Saddam sorunu" bizim sorunumuz olamaz. Elbette Irak halkı üzerinde on yıllardır diktatörlük kurmuş bir rejimi tasvip etmemiz, ona destek vermemiz düşünülemez bile. Mamafih bu sorun öncelikle Irak halkının sorunudur ve çözüm de Irak halkına aittir. Yoksa bu belayı on yıllardır Irak halkının başına musallat etmiş, kirli işlerinde onu kullanmışların değil! Dün Saddam'ın varlığıyla kendilerine çıkar sağlayanlar, bugün de onun yokluğu üzerinden sömürgeci hedeflerine ulaşmayı hedeflemektedirler. ABD'nin asıl derdinin Irak halkını diktatörlükten kurtarmak olduğuna televizyon kanallarından yapılan propagandalarla beyinleri iğdiş edilmiş Amerikalılar hariç dünyada hiç kimse inanmıyor. Halkın tepesine bombalar yağdırmak, masum insanları kitleler halinde katletmek suretiyle bir "kurtarma" faaliyetini Afganistan'da zaten görmüştük.

Kaldı ki, herhangi bir ülkede rejimin diktatörlük olduğuna, halkın iradesini temsil etmediğine ve değişmesi gerektiğine kim karar verecek? Başkanlık seçimi bile uzun tartışmalara konu olmuş ve ancak mahkeme kararıyla kesinleşmiş Bush mu? Yoksa halkının kahir ekseriyetinin savaşa karşı olmasına ve milyonlarca vatandaşının protestolarına rağmen ısrarla ABD ile birlikte savaşçı politikalar izleyen Tony Blair mi? "Saddam diktası ne olacak, bunun değişmesi için ne öneriyorsunuz?" diye soranlar Bush diktasının nasıl devrileceğini niye sormazlar? Irak halkını felakete sürüklemekle suçlanan Saddam'ın oluşturduğu tehlikeyle dünyayı felakete sürükleyen Bush'un yol açtığı tehlike hiç kıyas-ı kabil midir?

Güya ABD savaş sonrasında Irak'a demokrasi getirecekmiş! Kiminle, hangi kadroyla? Banka yolsuzluğundan dolayı mahkum edildiği Ürdün'den araba bagajında kaçmak zorunda kalan Ahmed Çelebi gibi İşbirlikçilerle mi? Barzani ve Talabani gibi feodal ağalarla mı? Yoksa Halepçe katliamı ve benzeri bir dizi insanlık suçunun faili yeni muhalif Iraklı general eskileriyle mi? Irak'a "demokrasi" getirmek için gecesini gündüzüne katan ABD ne gariptir ki, halkın oyuyla seçilmiş Arafat'ı devirmek için Filistin halkına açıkça şantaj yapmakta. Sonra Irak'ta gerçek anlamda halkın iradesine ABD'nin razı olacağı düşünülebilir mi? Bir yandan Iran yönetimine de tehditler savururken, Irak halkının çoğunluğunu teşkil eden Şiilerin ağırlıkta olacağı bir sisteme ABD'nin onay vermesi mümkün olabilir mi? Aynı şekilde halkın iradesinin doğrudan yansıması durumunda Irak'ın Filistin'den yana tavır alacağı kesinken, İsrail terörünün hamisi ABD'nin buna göz yumması düşünülemez. ABD bölgeye demokrasi getirmeye çok meraklıysa önce Türkiye'nin yarı demokrasisine bir parça tahammül etmeyi denesin de, tezkere dayatmalarıyla hepten katletme yoluna gitmesin!

Savaş çığırtkanlarının iddiaları ne ahlaki, ne insani, ne de normal bir akılla düşünüldüğünde makul sayılabilecek iddialardır. Bu tür tezleri ellerinde tuttukları propaganda gücüyle bir bombardıman şeklinde sürekli gündemde tutarak savaş karşıtlarını adeta "utanılacak tezlere sahip" düşüncesiz kimseler şeklinde sunanlar canavar ruhlu piyonlar olarak tarih sayfalarında yerlerini alacaklardır. Savaş karşıtları onurlu bir çağrıyı dillendirmekte, ete kemiğe büründürmektedirler. Bu toplumun yarınlarda kabus dolu günler ve gecelere uyanmaması, vicdanında sürekli bir kanama yaşamaması için ellerindeki kıt imkanlarla ve sürekli kısılmaya, bastırılmaya çalışılan sesleriyle haykırmaktadırlar. "Barışın bedeli varsa öderiz!" demekte ve nitekim demekle de kalmamakta ödemektedirler. Aynı şekilde biyonik robotlar gibi ruhsuz, vicdansız, akılsız davranmaktan, ısrarla işbirlikçilik onursuzluğunu taşımaktan, ABD'nin insanlık suçuna ortak olmaktan vazgeçmeyenler de işledikleri savaş suçunun bedelini ödemeye hazır olmalıdırlar!