Vesayetçiler Değil Meşruiyet Kazandı

Bahadır Kurbanoğlu

Seçim sonuçları hiç şüphesiz pek çok mesaj taşımakta idi. 17 Aralık, hatta Gezi’den bu yana oluşan tüm birikim ve cepheleşme, iddia, propaganda, algı operasyonu ve yönlendirme politikalarına karşı en net cevap da yine seçim sonuçlarının içinde saklı idi.

Gezi ve ardından 17 Aralık’la birlikte hedeflenenlere karşı olanlar açısından bakıldığında en temelde kazanan “meşruiyet” olmuştur denebilir. ‘Meşruiyet’i, tıpkı Mısır’da darbeciler karşısında oluşturulan darbe karşıtı meşruiyet cephesi gibi algılayabiliriz. Ya da Fas’tan Endonezya’ya “ümmetin vicdanı” olarak niteleyebiliriz. Üzerine üç yıldır söylenmedik söz, yapılmayan propaganda kalmayan Suriye politikaları açısından düşündüğümüzde “milyonlarca Suriyeli mazlumun” ve “direniş cephesinin” maslahatı olarak niteleyebiliriz. (Ahraruş Şam içerisinde mücadele veren bir grup Türkmen kardeşimizin telefonumuza ‘sonuçların tüm ümmete hayırlı olması’ şeklinde mesajı çekmesi, meselenin boyutlarının hangi minvalde görüldüğüne ilişkin zikredilmeye değer ufak bir örnektir.) Seçim sonuçlarının açıklandığı gece meydanlara inen, arabalarıyla caddelerde turlayan Gazzelilerin ya da Balkan halklarının özlem ve beklentileri olarak da görebiliriz. Ortada çok açık bir biçimde bir Temerrüd (isyan) hareketi var ise eğer, bu cephenin karşısında olmayı, ümmetin iradesine, meşru tercihlerine, gelecek beklentilerine, değişim umutlarına, kendi kanatlarıyla havalanabilmeyi öğrenme arzularına sahip çıkmayı ifade eden bir “meşruiyet cephesi” de var demektir. İşte seçim sonuçları, aslında bu meşruiyet cephesinin haklılığının pekiştiğini, halkların bu cephede yer alma ferasetinin, tüm algı operasyonlarına rağmen geliştiğinin de bir göstergesi olmuştur. Ve şüphesiz, bu sadece yüzde 45’le değil, yüzde 55’in içerisindeki tercihlerle de kendisini ifade etmektedir.

Çok Tehlikeli Bir Darbe Sürecinden Geçtik, Nihayetlenmiş de Değil!

Çok ciddi badirelerden geçtik. Ümmetin en önemli skalası olan “ahlak”, yolsuzluk genellemesi ve alt başlığıyla darbecilerin yegâne propaganda malzemesi olarak, tüm gayrı ahlaki siyasetlerin payandası kılındı. Üstelik buna bir de “İslami muhalif retorik” de eklendi. Ümmetin maslahatı bir karşı dinî söylem ile vurulmak istenmekteydi adeta. Bu durum, bildik siyasi ayrışmaların üzerinde bir alana tekabül etmekte, İslami kavramları siyaset arenasının seküler dehlizlerine kurban vermekte, zihinleri iğdiş etme potansiyeli taşımakta idi. Küresel dostlarla birlikte girişilen darbeye katılan bu İslam sosu, En-Nur ve benzerleri üzerinden düşünürsek Mısır gibi coğrafyalar açısından tanıdık idi. Böyle olmaklığıyla da aslında kaybetmeye de mahkûm. Çünkü bir şeyin etiketinin, kabuğunun İslam olması, onun aklının, ferasetinin, basiretinin, ahlakının, itikadının, meşruiyet umdelerinin de İslam olduğu anlamına gelmemekteydi. Çünkü İslami-samimi-muhalif bir dil ile CHP, İslami-samimi-muhalif bir dil ile TÜSİAD, İslam ile Kemalistler, İslam ile Suriyelisevmezler ve mücahidsevmezler, İslam ile Batıcıl otoriteler, İslam ile İslamofobik sol ve liberaller görüntünün ne olduğunu ortaya koyuyordu.  Çok şükür ki halkımız öyle ya da böyle, o çok eleştirilen “yandaş medya” sayesinde Mavi Marmara’nın ne anlama geldiğini, Gazze’nin neresi olduğunu, Suriyeli mazlumlara neden “ensar” olunması gerektiğini, faiz lobisinin kendisine daha önceleri neler ettiğini, bu süreçte neler etmek istediğini öğrenmişti. Daha da önemlisi, alternatifsizliğin -o çokça iddia edildiği üzere- sadece muhalefetin başarısızlığından kaynaklı değil, aynı zamanda ümmet ruhunu tanımak, ümmete ait olan siyasetlerin bilincinde olmak, ona sahip çıkmak ve ümmetçi bir ahlakı kuşanmak olduğunu hissetmeye başlamıştı.

Bütün bunlarla birlikte düşündüğümüzde, bu seçim sonuçlarının en önemli kaybedeninin F. Gülen ve ona bağlı darbeci yapı olduğunu kaydetmemiz gerekir. Diğer siyasi aktörler zaten kaybedenler kulübünün daimi üyeleri idi.

Öte yandan birkaç raundunu bitirdiğimiz maçın henüz bitmediğini de öngörmek gerekiyor. Yaklaşık üç ay sonraki cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerle birlikte düşünüldüğünde bizleri zorlu bir yılın beklediğini söylemek kehanet değil.

Halklara Hakaret ve “Bitmedi” Mesajları

Seçim gecesi yapılan yorumlar bu anlamda mesajlarla yüklü idi. Bildik müthiş sosyolojik tespitler ekranlardan gözümüze kulağımıza zerk ediliyordu adeta. Birkaç halk birden vardı o gece. Adeta, bir halk vardı ki halktan içeru! Neler söylemişti neler. Mesaj üstüne mesaj. Bir de tabii aldanmış, aldatılmaya teşne, pragmatik, çelimsiz, kısa boylu bir halk vardı. “Peki, hangi halk?” diye sormaya hacet yok, dedik ya “Bir halk vardı, halktan içeru!”

Bu akşam viskinizi alın Samanyolu izleyin!” diye twit atan Fazıl Say’ı mahcup etmemek istercesine Kemalist konuklar ağırlayan Samanyoluhaber’in ilk dakikalardaki konuklarından biri Nurşen Mazıcı idi. Samanyolu TV, Mazıcı’nın evlere şenlik yorumlarını Cemaat tabanına dinleterek aydınlanmış Kemalist halk ve “Cemaatin dışındaki halkımız”ın ne tür bir tarihî ahlaksızlığa daha adım atmış olduğunu “halkımızın halk dışında kalan kitleleri”ne sunma başarısına imza atmış oluyordu.

Böylelikle bu seçimlerin gayrı meşru olduğunu, üstelik AK Parti’nin de yasal ama gayrı meşru bir parti olduğunu bir TGB Gençlik Kolları Başkanından Halk TV’de, bir de Nurşen Mazıcı’dan Samanyolu’nda dinlemiş oluyorduk. Gerçi Rota Haber Genel Yayın Yönetmeni Ünal Tanık bu konuda Mazıcı’ya katılmıyordu ama ona göre de “Halkımız yolsuzluklar konusundaki detayları öğrenememişti!” Tanık öğrenmişti ama halkımız öğrenememişti! Yani zımnen ne Samanyolu, ne Bugün TV, ne Zaman, ne Sözcü, Vatan, Birgün, Yurt, Karşı, Hürriyet, Milliyet, Vatan ve Rota Haber bu konuda halkı gereğince bilgilendirememişti. Onca “detay”ı halkımızın burnuna sokmaları yetmemişti. Onca kare, onca görüntü, onca ok işaretli, yuvarlak içine alınan dikkat çekmesi gereken ayrıntı, detay, ses, montaj, itiraf, delil buhar olup uçmuştu adeta.

O gece Samanyoluhaber’de nasıl bir hesaplamayla gerçekleştiği bilinmez, halkımızın AK Parti’ye güvenoyu veren yüzde 30’unun aslında yolsuzlukların bilincinde olduğunu ama “Yedi ama hizmet etti!” anlayışına mahkûm olduğunu öğrenmiş bulunuyorduk. Yolsuzluk paylaştırılmıştı. Ceplerine inenler haricinde yol, su, elektrik, köprü, havaalanı, belediye ve sağlık hizmetleri olarak yolsuzluk hükümet ve halk arasında paylaşılmıştı! Yetmemiş “uyarılmış oy”lar ağaların istedikleri yerlere atılmış, ev ev dolaşıp yeminler ettirilmiş, oy vermedikleri takdirde halk tutuklanmakla tehdit edilmişti. Yani aslında tam anlamıyla yeni bir “31 Mart Vakası” ile karşı karşıya idik!

Tabii bu arada biz hâlâ hangi halkı konuştuğumuzu kavramakta zorlanmaya devam ediyoruz. Halk hain ve işbirlikçi mi, aptal mı, tehdit ve şantaja mı maruz kaldı, hangisi? İşin gerçeği aslında o gece de dinlediğimiz ve bundan sonra da dinleyeceğimiz üzere, sonuçlar ne çıkarsa çıksın hazır edilmiş yorumlarla muhataptık. Ancak alışkın olmadığımız yeni bir sürece müdahil olmuştuk. O da Cemaat kesiminin de Kemalist söylemlerle halka hakaret etmeye iyiden iyiye ısındırılması idi.

Bundan sonraki propagandalarda ziyadesiyle duymaya alışacağımız manzaraların antrenmanları yapılmakta idi adeta. O gece daha neler işitmedik ki, aslında halkın yüzde 10-15’inin muhafazakâr olduğu, yüzde 10’un değerlerinin yüzde 90’a dayatıldığı (Bu tespitleri sandıktan sadece AKP için yüzde 45 çıktığını ve MHP, Saadet, BBP, Hüda-Par, hatta BDP’nin de bir bölümünü hesaba katarak düşünelim.) gecenin ilerleyen saatlerinde oyların hızla yüzde 38’lerin altına düşeceği, CHP’ninkilerin 32’lerin kesin üstüne çıkacağı, AKP’nin bu düşüşünün “Varan 1” olarak görülmesi gerektiği, “Varan 2”nin de genel seçimler olacağı ve erimenin böylelikle tamamlanacağına dair yorumlar gırla gitmekteydi. Üstelik bütün bu yorumlar aynı stüdyolarda, aynı çatılar altında yapılmaktaydı. Biraz evvel hain, işbirlikçi, akıl tutulması yaşayan halkımız, gecenin ilerleyen saatlerinde AKP’yi sandığa gömmek üzere bir niyet serdetmişti. Bütün bunlar aynı gece mi olmaktaydı? Bu nasıl hızlı bir değişimdi böyle? Moraller bir o yana bir bu yana sallanırken illüzyon sanatının tüm incelikleri serdediliyordu. Bir ara moraller taban yapmışken bütün suç Baykal CHP’sine yüklendi. Varoşlara gitmemiş ve AKP’ye bırakmıştı. Burada Başbakan haklıydı, CHP Erzurum’un ötesine gidemiyordu. Varoşlar Erzurum ve ötesine de taşınmıştı taşınmasına da bunca gelgitin arasında insan sersem gibi oluyordu. Ekranlara doğru “Durun yetişemiyoruz!” diye haykırası geliyordu insanın. Sonuçta gecenin özetini oluşturan çözümlere yaklaşılıyordu: Laiklik çok önemliydi, CHP içerisinde merkez sağa yakın bir yapı oluşmalıydı! Doğruluk, dürüstlük gibi kavramlar yeniden tanımlanmalı (muhtemelen seküler etik çerçevesinde) “özgür toplum” hatta yepyeni bir içerikle “temiz seçmen” tanımı yapılmalıydı! Evet, yanlış okumadınız, “aydınlatıcı aydınlanmışlarımız”ın yeni önerilerinden biri de bu idi. Zira “seçilme yöntemlerini iyi bilen” AK Parti’nin kutlanması gerektiğinin altını kinaye içeren cümlelerle çizen Ahmet Turan Alkan’ın, tekebbür ve istihzayı birlikte barındıran halkların tercihleriyle ilgili şu tespiti (gülüşmeler eşliğinde) geceye damgasını vuruyordu:

Halkımız ekonomik yolsuzluğu bir problem olarak görmedi; meğer safmışız!

Propagandif Korkulara Dayalı Manipülasyonlar Tutmadı

Seçim öncesi ilginç senaryolar devredeydi ve işin doğrusu bizim cenahta da bu söylentiler üzerinden bir korku atmosferi oluşmuştu. Bunların başında da eğer AK Parti’nin oylarında ciddi düşüşler söz konusu olursa (tabii bu ciddi düşüş konusu da manipüle edilmekteydi) Gezi’deki kitleler sokaklara dökülüp hükümetin artık meşruiyetinin kalmadığı, halkın artık hükümeti istemediği, yani sokak üzerinden bir yönettirmeme stratejisi güdüleceği, Türkiye’nin Ukrayna’ya çevrileceği tezleri gelmekteydi. “Sandıklara sahip çıkın!” söylemi, gecenin ilerleyen saatlerinde Ankara ve İstanbul’daki CHP’lilerce “Sandık başlarından ayrılmayın!” uyarılarına dönüşmüştü. “Sandık’ta şaibe” söylemleri sadece o gece değil, bilahare muhalif medyanın seçimlere gölge düşürüp meşruiyetini her cihette sorgulatmak üzere halen başvurduğu yöntemler arasında.

Cihan Haber Ajansı’nın içine düştüğü acziyeti sorgulamayanlar tek taraflı olarak Anadolu Ajansı’na yüklenmeyi marifet bilirken, stüdyo ışıkları altında hangi gerçeklere vakıf olmuşluğun verdiği güvenle hükümet aleyhinde muhalefetin lehinde yorumlar yapılmaktaydı, anlamak mümkün değil. Şüphesiz bunda, seçimlerde ciddi oy kaybına uğramasına kesin gözüyle bakılan hükümetin çeşitli ayak oyunlarını devreye sokacağına ilişkin sarsılmaz inanç rol oynamaktaydı. Öyle ya, elektrikler kesiliyorsa eğer, hükümetten başka buna kim cesaret edebilirdi ki?! Aynı saatlerde Bugün TV’nin yorumcuları daha sandıklar yüzde 20’ler oranında açılmamışken, AK Parti’nin milyonlarca oy kaybına uğradığını istatistik biliminin verilerine göre açıklamaya çalışırlarken, gecenin ilerleyen saatlerinde yine aynı stüdyolarda Şahin Alpay gibilerin “İşin gerçeği AK Parti’nin karşısında yüzde 55 var!” tespitleri kulakları çınlatıyordu. RP’nin yüzde 20 aldığı dönemlerde ve 28 Şubatlarda laiklerden duymaya alışkın olduğumuz “Biz yüzde 80’iz!” söyleminin yeni bir versiyonuyla muhatap oluyorduk.

Tabii bunlara “31 Mart’ta yönetilemez -otoriteryen- bir Türkiye geliyor…”, “KGB toplumu (İnsanlarının paranoyak kılındığı toplum)”, “1982 Anayasa Referandumuna benziyor; anayasa aleyhinde konuşmak yasaktı, propaganda yapılamazdı, şeffaf bir seçim değil, askerî darbe dönemlerinde bile hukuk bu kadar zedelenmemişti!” tespitlerini ve “Acaba YSK sonuçları açıklar mı korkusu yaşandığı”na dair manipülatif hezeyanları eklemek gerekir.

Bu keskinlik aklına asla mesela “halkın jüristokrasiye/yargıçlar yönetimine geçit vermediği; istikrarsızlık, darbe, gerilim, kargaşa, provokasyon istemediği”ni getirmek istemiyordu. Hatta gayet siyasi bir tespitlemeyle Cemaat-CHP-MHP koalisyonuna güvenmediği, bu koalisyonun aklanıp paklanıp makyajlanmış paketlerde sunulmasına inanmadığına dair tek bir çift söz işitmek mümkün değildi. Sanki aksi yönde yapılacak en ufak bir sosyo-politik hakikatten dem vurmak, karşı cepheye mühimmat sunmak anlamına gelmekteydi.

Tabii bütün bu hızını alamayan gariplikleri de aşıp pervasızlıkta haddini iyiden iyiye zorlayanlar da yok değildi. Bunların başında da meşhur Cemaatçi akademisyen, bir zaman önce “İslamcılığın nesebi gayrı sahihtir!” diyerek ünlenmiş olan, Today’s Zaman vitrininden Bülent Keneş’le birlikte Batılı dostlarına çizdikleri Türkiye tablosuyla nam salmış olan İhsan Yılmaz gelmekteydi. Diktatör Başbakan, yolsuzluk ve Abdullah Gül eleştirilerini sıralayıp can sıkmayalım, yenilerinden bahsedelim. Ki, onların başında şeytanın bile aklına gelmeyecek şu mizansen gelmekteydi:

Ordu ve akademya susuyordu. Bu süreçte CHP, MHP, yargı ve ordu düşük profilli bir muhalefet yürütmüşlerdi; AKP’nin oyu yükselmesin diye! Çünkü tersi mağduriyet oluşturuyordu.

Today’s Zaman’daki Türkiye tablosu ne kadar şaibesiz ve tutarlı ise bu tespitler de Türkiye’de yaşamayan ama Türkiye’yi merak edenler açısından herhalde o kadar tutarlı olarak görülebilir. Tıpkı Today’s Zaman’da olduğu gibi, ancak Türkiye’ye belli bir perspektiften baktırmak istediklerinize sunacağınız bilgiler nevinden görülebilir!

“Yönetilemez Türkiye” sloganının hangi mutfakta üretildiği ve içeriden çok dışarıya dönük ve oradan destek almaya matuf bir “algı spotu” olduğu unutulmadığında ne demek istediğimiz daha rahat anlaşılır!

“Algı Yönetimi”yle İlgili Küçük Bir Anı

Cemaat tabanından samimi ama olan biten hakkında ciddi bir manipülatif doktrinasyondan geçtiği belli olan bir arkadaşla halleşmiştik. ABD’den ayağının tozuyla Türkiye’ye geldiği bir dönemde tevafuk ettiğimiz bir ortamda, “Acaba birbirimizi anlayabilir miyiz?” kabilinden sürdürdüğümüz bir sohbette, kendisinin “Algı Yönetimi” dersleri aldığından bahsetmişti. Bu derslerden çok etkilendiğini, “Meğer bugüne dek okuduğumuz pasajları aslında okumuyormuşuz!” deyişinden ve devamla “Her satırında meğer ince ayarlanmış ne anlamlar yüklüymüş!” deyişinden anlamıştık. Arkadaşın samimiyetinden hâlâ daha zerre şüphe etmemekteyiz. İstese bu konu hakkında bize hiç bilgi de vermeyebilirdi. Çünkü bu öğrenme sürecinden gururla bahsetmekteydi. “Algı Yönetimi”ni sadece şeytani bir iş olarak görmeyebilir, bunun pekâlâ “hayırlı işlerde kullanılabilecek” nötr bir yöntem olduğunu/olabileceğini düşünebiliriz. Ancak bu yöntemleri araştırmaya girişen ve uygulamalı olarak hayata geçirenlerin yıllardır pek hayırhah adamlar ve çevreler olmadığını (Nazi Propaganda Bakanı Gobbels gibi) ve bu yöntemlerden etkilenme sonucunda pek çok hayırhah düşüncelere sahip insan ve çevrelerin itikatlarının zedelenebileceğini de unutmamak gerekir. Nitekim iyi niyetle bile bakılsa, niyetlerin yeterli gelmediğini süreç gereğince öğretmiş olmalı. Hele ki, bu konularda doğru düzgün, elle tutulur, sınanmış bir tebliğ geleneğiniz bile yoksa bu yöntemlerin zihinleri ve amelleri dumura uğratma potansiyeli taşıdıkları gözden kaçırılmamalı. Mezkûr kardeş de basında çıkan karşılıklı haberlerle ilgili şöyle demişti: “Biz tarafız, kabul ediyorum. Ama Sabah gazetesi müfteri, biz ise sadece tarafız! Medyatekzip.com’a girin gerçekleri göreceksiniz!

Tabii medyatekzip.com’un, hatta yalan makinelerinin de uzmanlık alanına girmeyen, yalan ve müfterilikten daha beter ihanet ve ahlaksızlıkların açık ya da örtük biçimde nasıl ortaya konduğunu, “hukuk ve delil” kavramlarını dilinden düşürmeyen, ABD’deki “algı yönetimi” derslerine devam eden bu muhterem kardeşimize anlatabilmek kolay olmadı.

Kemikleşen Halklar ve Dayatılan İtiraf: “Çoğunluk Olduğumuz İçin Özür Dileriz”

İşin gerçeği adeta halkı ve meşruiyeti savunanları bir mahcubiyet, bir suçluluk hissinin kaplamasını istemekteler. Bu bir Pirus zaferi olmalı! Kitlelere yaptıkları hatanın vebalinin çok büyük olduğu, bunun bedelini ödeyecekleri ispatlanmalı. Tespitler, niyetler ve dualar kadar, bu tespitlerin hayata geçmesi için mücadele de bir o kadar önemlidir. Batı, gerçekleri yeteri kadar görmüyor, hükümet erkânını otoriter gücünü kullanarak gereğince azarlamıyor mu? Görülmeyeni göstermeye ve azarlatmaya çalışılmalı. Sadece Bülent Tanla gibi CHP’liler ya da Cem Toker gibi “Nal topladık ama Avrupalı liberallerin söylediklerini söylemeye bu halk anlayana kadar devam edeceğiz.” diyen liberaller değil, Şahin Alpay ve İhsan Yılmaz gibiler de bu hedefe kilitlenerek seçimler öncesindeki performanslarının devam edeceği sinyallerini verdiler. Birkaç noktanın altı çizildi:

- Halk, ‘çaldılar ama iş yapıyorlar’ dedi.

- Ekonomik istikrar varsa, yolsuzluk halkı ilgilendirmiyor.

- HSYK ve MİT kanunu ile muhaberat devletine dönüşeceğiz.

- Türkiye’yi dünyada yalnız bırakan politikalar ortaya konmakta.

- Cadı avı başlayacak.

Öncelikle şuna vurgu yapmakta fayda var ki, başından bu yana eleştirdiğimiz mezkûr şahsiyetlerin göremedikleri husus “kemikleşmiş halk kesimleri”nin varlığıdır. Kemikleşmiş kitleler diğerlerinin ne dediklerine genellikle kulaklarını kapatırlar. Taraf oluş belirgindir. Diğer türlüsü zaten ömür törpüsü gibidir. Her söylenene kulak kabartıp anlam dünyasında bir yerlere yerleştirmeye çalışmak, insanı yer bitirir. Her söylenenin ardında hangi bit yeniği olduğu ya da acaba hangi gerçeklik üzerine söylendiğine dair ipucu yolculuğu yapmak değildir halkın tercihi. En başından doğru olarak gördüğü, doğru bir çizgide devam ettiğine inandığı ve destek verdiği hususlarda, ancak çok büyük ve şiddetli, travmatik sapmalar olmalıdır ki kararlarını sorgulasın. Zaten malum cephenin de aylardır yapmaya çalıştığı bu halkın yıllardır övdüğü o öngörü ve sağduyusuna kendi çıkarları gereği müdahale etmek ve etkilemek değil midir? O halde başarısızlığı kendilerinde aramaları gerekir. İkna olmayana değil, edemeyene odaklanmak gerekmez mi? Demek ki ikna edemediler, ikna edici olamadılar. Belki de ikna etmek için uğraştıkları argümanlar meşru, adil, ahlaki, basiret içre değildi, olamaz mı! Şimdi oturup Erdoğan’ı ikna edici kılan neydi diye sorgulayacaklarına, nefislerini temize çıkarıp -bir de safa yatıp- ya halka nezaket ölçüleri çerçevesinde(!) hakaret ediyorlar ya da yeni korku senaryolarıyla felaket tellallığı ve ayrıştırıcı siyasetlere “bölüyor” sloganı etrafında birleşerek yenilerini dâhil ediyorlar.

En büyük kaybeden olan Gülen Cemaatinin onlarca hata, gayrı meşru siyaset ve gayrı ahlaki duruşundan sadece dört tanesini saymayı başarabilen Hüseyin Gülerce gibi oturup muhasebe yapacaklarına, ekonomik, siyasi, toplumsal kehanetlerinin gerçeğe dönüşmesi için, süreç içinde test ederek öğrendikleri ve tutmadığını hâlâ göremedikleri “Algı Operatörlüğü Sanatı”nı geliştirmeyi tercih ediyorlar.

Halkın Çoğunluğu Darbelere “Dur” Dedi

Yapılan tüm iyiliklerin ideolojik tartışmalara kurban edildiği bir süreçten geçtik. Adeta tümü buharlaştırılmaya, halk nezdinde unutturulmaya çalışıldı. “Yönetilemez Türkiye”den dem vuranlar aslında “Konuşul(a)maz bir Türkiye” üretmek istediler; böylelikle kendi elleriyle bir “Yönetilemez Türkiye” inşasına giriştiler. 30 Mart’ın bunu nihayetlendiremeyeceği biliniyordu, süreç aynıyla vaki devam etmekte. Normal şartlarda devrim niteliğinde görülebilecek gelişmeler küçümsendi, Türkiye’nin özlemleri yolunda adım atılması tahfif edildi. Sadece Türkiye özelinde değil, ümmet sathında ümmetin maslahatına hatta ümmetin zorundalıklarına dayalı konular bile (Suriyeli mülteciler konusu gibi) tahfif edildi, mahkûm edildi, vicdanlar fıtrattan gayrı yöne çevrilmeye çalışıldı. Şeytanın sağdan, soldan, önden, arkadan her türlü yaklaşım biçimleri denendi. Çok şükür ki kısmen başarılı olundu. Etkileri halen devam etmekle beraber, asıl amacın bu sürecin başındaki insanların uluslararası mahkemede savaş suçlusu gibi yargılanmaları olduğu unutulmamalı. Ve maalesef bunlar artık sadece Esed yanlısı materyalist, ateist, seküler kişi ve yapılardan ibaret değil.

Mesele yolsuzluk ya da dershane değildi. Ki, zaten bir süre sonra özellikle tüm sürecin kaynağı olarak dile getirilen dershane konusu hiç zikredilmez oldu. Bu durum konuyu hazmetmekten ziyade, algı operasyonunu sürdürenlerin profesyonalitesi ve amacın farklılığından kaynaklanmaktaydı. İşin gerçeği bu amaca ulaşabilmek için, değil dershaneler, her şeyden vazgeçebileceklerini ortaya koyan bir ekip/çete/örgüt ile mücadeleye girişildi.

Çünkü AKP otorite değildi. Gerçek otorite olarak görülenlerin özellikle Erdoğan için düğmeye bastıkları inancıyla böyle bir savaş baş gösterdi. Erdoğan’ın yokluğunda, zayıf koalisyonlara razı bir Türkiye’nin kendileri için yönetilebilir olduğunu düşündüler. Zayıf, yönetilebilir, yönlendirilebilir bir Türkiye. Ortadoğu’da İsrail için tehlike arz etmeyen, Mısır gibi sert bir müdahaleyle olmasa da tatlı sert bir geçişle eski kodlarına döndürülecek bir Türkiye. Bankalarına, basınına, bakanlıklarına hükmedilebilir bir Türkiye. Ya da özet tabirle “Ukrayna”laştırılmış bir ülke. Özgür basın, güçlü muhalefet, hukuk devleti, demokrasi, dürüstlük, şeffaflık diyerek üzerini bilerek-bilmeyerek örttükleri konu bu idi.

İşte bu yüzden halkın AKP’ye oy verenler dışındakileri de katarsak %60’tan fazlası “darbelere dur” dedi.   

Erdoğan ve AKP Süreçten Gerekli Dersleri Çıkartmalı

17 Aralık sürecinin hem Erdoğan’ın kişiliğinde hem de yakın çevresi ve bürokraside ciddi etkiler oluşturduğu bir gerçek. Hatta siyasi bir krizi Erdoğan’sız yönetmenin neredeyse imkânsızlığı pek çok siyasi örnekle kanıtlanmış bulunmakta. Erdoğan’ın kendisine eleştiri sunan pek çok nitelikli ve istişareye ehil kişiyi küstürdüğü ve özellikle 17 Aralık sürecinin etkisiyle eleştiri sunanları şüpheyle ve karşı cepheden olmakla itham ettiğine dair bürokratik söylenti ve dedikoduların ciddiyeti bir yana, bizatihi dillendiriliyor olması bile aslında sürecin yönetilmesinin zorlaştığı ölçüde olması gerekenden uzaklaşıldığının da bir resmini sunmakta.

“Tek Adamlık mı yoksa Tek Adam olmaya zorlanmak mı?” sorusu önem arz etmekle birlikte; kifayetli ve nitelikli kadrolarla kurumsallaşamama sorununa atıf yapmak da bir o kadar önemli. Tabii hemen ardından “Kurumsallaşamama mı yoksa bizatihi Türkiye’nin çıtasının yükselmesi ve ümmet açısından kazandığı değerin ciddi korkular üretmesinden kaynaklı üretilmiş süreçlerle boğuşmak zorunda kalmak mı?” sorusu da bir o derece önem arz etmekte. Her ne olursa olsun gelinen noktanın hem özeleştiri hem de siyaset üretme konusunda birtakım zorundalıkları dayattığı görülebilmeli. Bunların bir kısmı zaten hükümetin de gündeminde olan konular ama hayata nasıl ve hangi minvalde geçeceği önemli.

Bunların başında 17 Aralık suçlularının elan hukuk çerçevesinde soruşturmalarının hızlandırılıp cezalandırılmaları gelmekte. Erdoğan bunlara ziyadesiyle atıfta bulundu ve siyasi adımlarının meşruiyetini bu söyleme dayandırdı. Üstelik Cemaat tabanında da hem propagandif anlamda hem de ciddi beklenti düzeyinde bu yapının, çelik çekirdeğinden başlamak üzere, operasyonel süreçlere katılanlar dâhil ortaya konması gelmekte. Kuvvetli şüphelerden değil, delillerden söz etmekteyiz.

Bugüne değin, Bülent Arınç gibilerin “Siz Başbakan’ın bildiklerini bilseydiniz…” kabilinden sözlerinden başka görünürde adım atılmadı. Söylentiler bu örgütün casusluk, vatan hainliği ve örgüt faaliyetleri üzerinden ortaya konup bugünlerde ciddi operasyonların başlatılacağı yönünde. Hukuk çerçevesine sadık kalınarak yürütülmesi gereken bu sürecin bir cadı avına dönüşmemesi gerektiği izahtan varestedir. Bir sosyolojik tabana “İşte bu da sizin 28 Şubat’ınız” dercesine bir siyaset izlenmemeli. Erdoğan seçim sürecine ilişkin olarak ortaya koyduğu bazı söylemlerine gem vurabilmeli. Sürecin hukuki işleyişi üzerinde de istifham oluşturacak söylemlerden kaçınılmalı. “Çocuklarınızı onların okullarına göndermeyin; onların ağabeylerine, ablalarına teslim etmeyin!” söylemine bir son verilmeli. Bazı şeyleri halkın basiretine ve tercihlerine bırakmalı. Ve operasyonlara imza atan yapı üzerinden bu sosyolojik tabanı cezalandırmamalı. Din algısı sorunlu olabilir, siyasi endoktrinasyona maruz kalmış bulunabilir ancak bu sosyolojik taban haklı bir öfkenin adaletsizliğine mahkûm edilen kurbanlar hükmüne sokulmamalı. Gülen’in belli ki küresel siyaset dolayımında güttüğü zorundalıkların, tüm birikimlerini sürece kurban edişinin faturası bu insanların hayatlarına yönelik yapılacak haksız dokunuşlarla, savaş dönemlerinde “kuru”nun yanında yanacak “yaş”lara atıflarda bulunarak geçiştirilmemeli.

Öte yandan yolsuzluk soruşturmaları hızlandırılmalı. Halkın casusların hukukuna teslim olmalarına razı gelmediği, ancak haklarında ciddi şüphelerin hâlihazırda devam ettiği şahsiyetler ve girilen ilişkilerle ilgili gerçekler ortaya çıkmalı. Aklananlar aklanmalı, suçlular karşılığını görmeli; kamu vicdanı her açıdan teskin edilmeli. Böylelikle propagandif söylemlere de set çekilmeli, imaj tazelenmeli.    

Parti kadrolarından erdem yoksunu zayıf kişilikler temizlenmeli, aile hayatlarında ve siyasi geçmişlerinde şaibe olmayanların önü açılmalı. Numan Kurtulmuş, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan, Mehmet Şimşek, Mustafa Şentop gibi hem kişilikleriyle tebarüz etmiş hem de kendi alanlarında ehil şahsiyetlerin hem siyasetteki hem de parti içindeki etkinlikleri artırılmalı, alt bürokraside de bu ehliyet ile erdem/ahlak/takva birlikteliğine daha bir önem verilmeli.

Seküler yaşama müdahaleden dem vuranların ellerindeki kozları alacak bir siyasi üslup kuşanılabilmeli. Ayrıca anayasal ve yasal düzenlemeler konusundaki beklentileri karşılayacak bir şekilde çalışmalar hızlandırılmalı.

Erdoğan’ın kutuplaşma diline zorlandığı bir gerçek olmakla birlikte, zamanla bu dilin kendisi için siyasi bir zorunluluk haline geldiği görülebilmeli. Karşıt kutbun tüm propagandalarına rağmen bu zorundalık halinden çıkacak bir siyasi üslup geliştirilmeli. “Ayyaş” ya da “Haşhaşi” belki seçim kazandırıp durumu kurtarabilir ama sürekli gerilim siyasetinin birilerinin de yegâne beslenme kaynağı olduğu unutulmamalı. “Onların ilahlarına…” nasıl hitap edileceğine dair ilahi buyrukların sünnetullaha mebni olduğu hiç akıldan çıkarılmamalı. İşin gerçeği sünnetullah, pek çok konuda ciddi olarak hesaba katılmalı, meşruiyetin sadece siyasi duruşun tutarlılığında değil, aynı zamanda bunun her alanda sürdürülebilir kılınmasında olduğu unutulmamalı. 

Şu bir gerçek ki; TİB, HSYK, MİT Yasası, Twitter’ın kapatılması vb. Erdoğan’ın zorunda kaldığı hususlar olarak görülmeli. Üstelik (Twitter gibi) bazılarının arka planındaki haklılık zemininin de nasıl ustaca örtülmeye çalışıldığı bir gerçek. Şüphesiz bütün bunların eleştirilebilir yönleri olabilir ama diktatörlüğün bir göstergesi gibi sunulması tam bir şark kurnazlığı. Aslında pek çoğu Batı ülkelerinde artık gelenek halini almış hususlar Türkiye’nin henüz düzenlemelerini gerçekleştirmediği konulardı. Bunları yapmakta gecikmiş olmak ve sürecin getirdiği dayatmalar yüzünden yeni tecrübe edilip elan öne sürülmeleri, “yasaklar ülkesi” manipülatif söylemini haklı gibi göstermekte. Daha doğrusu zamanlamasının bu savaş ortamına zorunlu olarak denk gelmesi ve bir savunma refleksine dönüşmesi birilerinin elini güçlendirmiş oldu. Bu “birileri” bunlar olmasaydı da algı operasyonlarını başkaca konular üzerinden sürdüreceklerdi.

Bir diğer ve belki de en önemli konular arasında da Kürt sorununa ilişkin adımların hızlandırılması gelmekte. Seçim sonuçları aslında yeniden bir AKP-BDP (bugün buna Hüda-Par’ı da eklemek gerek) yakınlaşması talebini içermekte. Bu vasat -tüm ayak oyunları ve basiretsizliklere inat- korunup güçlendirilmeli.