Arınma, tefekkür, infak, dayanışma ve Kur’an ayı olan Ramazan’da, Gazze konusu sorumlu müminler ve vicdan sahibi insanlar için gündemin birinci sırasını oluşturuyor. Ama 7 Ekim 2023’te Gazze’den yükselen adalet ve özgürleşme hamlesi olan Aksa Tufanı operasyonu ve akabinde dünya istikbârının desteğini arkasına alarak Siyonist rejimin Gazze’de başlattığı soykırım ile Türkiye toplumsal kesimlerinin nasıl ve gündemin kaçıncı maddesi olarak ilgilendiği tartışılmaktadır. Bu konu, içinde yaşadığımız toplumun, kimlik çeşitliliğinin muhasebesi açısından da önemlidir.
Gazze gündemine ilgi açısından Türkiye’nin geleceğine hazırlanan 7 milyon üniversite gençliğinin kampüslerindeki suskunluğunu; futbol, konser, festival türü etkinlik izleyicilerinin malayani tutumunu; ekonomik sıkıntıları bağlamında gündemin birinci maddesi olmaları için kışkırtılan 16 milyon civarındaki emeklinin suskunluğunu ve seçim mitinglerine katılan kitlelerin politik vaatlerle oyalanan günübirlik heyecanlarını bir tarafa bırakabiliriz. Ama öncelikle İslami vecibeler doğrultusunda oruç tutan ve namaz kılanlarımızın Gazze’ye ilgisini sorgulamak zorundayız. Ve sormalıyız: Gazze gündemi, ahiretini kazanmak isteyenlerimizin; ayrıca reel politik alanlarda, çevre, insan ve hayvan hakları konularında söz söyleyen insanlarımızın vicdanını ne kadar harekete geçirebiliyor?
Şöyle de sorabiliriz: Bugün özellikle Gazze’de ve Batı Şeria’da yaşanan; dün veya bugün de Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Doğu Türkistan’da, Sudan’da, Arakan’da ve diğer mazlum coğrafyalarımızda yaşanan katliamların acısı; aç, susuz, ilaçsız ve korunaksız insanlarımızın sorunu, ne kadar fıtri veya İslami kimliğimizi tavır almaya, çözüm aramaya ya da dayanışmaya yöneltebildi ve yöneltebiliyor?
Soruyoruz. Çünkü namaz kılan, işlerini şura ile çözümlemeye çalışması gereken ve rızıklarından infak edenler “Bir haksızlığa, zulme (bağy’e) uğradıkları zaman yardımlaşmak/dayanışmak”1 zorundadırlar. Ayrıca müminler güç sahibi olduklarında “Allah yolunda” yani “Sebîlullah” için ve kendilerinden yardım isteyen “mustazaf (zayıf düşmüş) erkek, kadın ve çocuklar uğrunda” veliler ve yardımcılar olarak “savaşmaları”2 gerektiğini bilmezler mi?
Zulüm karşısındaki sorumluluğumuzla ilgili ifade ettiğimiz ilk ayetler Muhammedî Sünnet’in siyer merhalelerinde Mekke dönemine tekabüliyeti ile ilgilidir. Yine işaret ettiğimiz Nisa sûresinde zikredilen mustazaflara yardım konusundaki kıtal boyutu da siret-i nebevîde güç-kuvvet kazanıldığı Medine dönemi merhalesindeki nitelik ve nicelik keyfiyeti ile ilgilidir.
Dün Balkanlar’da, Kafkasya’da, Cezayir’de veya Hindistan’da katliamlara ve sürgünlere maruz kalan Müslümanların acısı yüreklerde duyuldu ama yardımlarına koşulamadı. Daha dün Halep-Hama gibi şehirler bugünkü Gazze gibi yerle bir edilip yüz binlerce Müslüman katledilirken, yaralananlar ölüme terk edilirken büyük çoğunluk kimliksel zihniyet zafiyetleri itibariyle tavırsız kaldı. Suriye’de yaşanan katliamlar karşısında hakka iman bağı içinde yürekleri yananlar ise söylemsel, ayni ve nakdi yardımlar dışında güç yetirememeleri ve İslamlaşma merhalelerinin yeniliği ve yönetsel pozisyonları itibariyle silahlı mücadeleye katılamadılar. Çünkü tarihî çözülmüşlüğümüz ve “nimetten uzaklaşmamız”3 nedeniyle henüz ümmet dayanışmasının rüzgarını oluşturamamıştık.
Kâbe’nin özgürleştirilmesinden önce Medine Müslümanları da gerekli güce ulaşamadıkları için Hudeybiye Anlaşması ile Mekke’de imanı ve salih ameli yüklendikleri halde zayıf konumda kalan müminleri kendi imtihanları ile baş başa bırakmak zorunda kalmışlardı. Ancak Mekke’de muhasara altında kalan iman sahibi mustazafların mücadele programlarına ve azimet istikametlerine “Elbette sizi biraz korku ve açlık; (ayrıca) mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!”4 ayeti yol gösteriyordu. Şimdi bizlerin acziyet süreci içinde Gazzeli, Batı Şerialı kardeşlerimiz de benzer imtihanlarla karşı karşıya. Zulümden, şirk dininden ve cahiliye yönetimlerinden ayrışma, karanlıktan aydınlığa yönelme mücadelesinde akabelerle, sarp geçitlerle, acılarla dolu bu imtihan yolu ne ilktir ne de son olacaktır. Enbiya sûresinde geçen “Biz Zikir’den sonra Zebûr'da, arza salih kullarımızın varis olacağını yazdık.”5 ayeti, dünden yarına hak ve adalet peşinde olan güzel amel sahibi müminlerin hem dünya hem ahiret için en önemli motivasyon kaynaklarındandır. Bu istikamette sabır da kıtal da felahın merhalelerinden bir cüzdür.
Halkı Müslüman Olan Ülkelerin Kimliği
Yakın geçmişimizde yaşanan Suriye’deki yıkımlara ve acılara karşın Müslümanlar olarak bugün Gazze’de yaşanan acıları paylaşmak konusunda daha bir duyarlıyız. En azından dua niyetine kamuoyunda kardeşlerimizin seslerine ses vermeye çalışan ufak öbekler halinde şehir şehir yayılan etkinlikler söz konusu. 7 Ekim öncesine nispetle tabiî ki bu çabalar duyarlılık adına önemli bir canlılık belirtisi. Ancak bu etkinliklerde söz alan bazı hatiplerin “Biz bu kadar mıyız, Müslümanlar öldü mü?” gibi moral bozan ve var olan katılımcılara da haksızlık yapan hamaset söylemlerini bir kenara bıraktığımızda görürüz ki henüz kitleselleşen ve sürdürülebilir bir zincir oluşturabilmiş değiliz. Henüz kamuoyunda bütünsel olarak hissedilebilir gücümüz yeterince tanıklaşamamıştır. Kısmi yardımlarda bulunuyoruz. Ama teçhizat, donanım ve ümmet dayanışması açısından muztazafların yardımına koşacak kadar konjonktürel ve fiilî güç safhasına henüz ulaşabilmiş değiliz.
Gücümüzün yetmediği yerlerde tabiî ki küresel vesayet altındaki halkı Müslüman olan ulus devlet yöneticilerinden beklentilerimiz olmaktadır. Ölçü ve güç çerçevesinde iktidardaki yönetimleri, ülke içindeki veya dışındaki iman edenlerin ve mustazafların sorunlarına yardım etmeye yöneltebilmek için kitlesel baskı şartlarını oluşturabilmeliyiz. Ama bu beklentilerimizi küresel vesayet karşısında kitlesel sorumluluğumuz ile birlikte ele almalı, değerlendirmelerimizde adaletten kopan abartılar içinde olmamalıyız. Hak ve adalet istikametinde eylemlilik içinde olmayan bazı kişilerin bu konuda, eylemliliği sadece küresel vesayeti aşamayan yönetimlerden beklemeleri, “yapmayacakları şeyi söyleyenler”6 ikiyüzlülüğünü hatırlatmaktadır.
Gazze’nin sesi olabilmek, kamuoyu oluşturabilmek, yardım kampanyalarını büyütebilmek konusunda en azından Türkiye’de oruç tutanlarımız, Avrupa ve Amerika kıtasındaki vicdan sahibi insanların gösterdiği eylemsel aktiviteler ve dayanışma gücü kadar bir güç sergileyemiyorlar. Gazze ve Batı Şeria’da kuşatılmış ve aşama aşama imha edilen insanlarımızın sesini dünya kamuoyuna duyurmak ve ABD ordusunun zulmüne ortak olmamak için “Özgür Filistin” haykırışları içinde kendini İsrail Büyükelçiliği önünde yakan Aaron Bushnell’in yükselttiği yürek intifadası fıtri adalet arayışının ve küresel bir uyanışın imzası oldu.
Henüz Batı’da kitlesel yönelimlerdeki fıtri adalet arayışı, teravih namazlarında toplanan dindarlarımızın arasında derinlik kazanmadı. Teravih namazı için toplananlar ümmet dayanışması, hak ve adalet çağrısı için yeteri kadar meydanlara dökülen bir tanıklığı sergileyemiyorlar. İlgisiz değiller tabiî ki. Ama Gazze’de olduğu gibi “bağy” ile karşılaşıldığında sorumluluk üstlenmesi gereken Müslümanlar ilkin kendilerinin kitleselleştirip yaygınlaştırmaları gereken ilgiyi ve tavrı, halkı Müslüman olup küresel vesayet altında bulunan ulus devletlerin yöneticilerinden bekliyorlar. Yöneticilerden isteyebiliriz veya yanlışlarını eleştirebiliriz. Ama önce kardeşlerimizin karşılaştığı zulüm, baskı, mahrumiyet ve katliamlar karşısında bizlerin hangi amelî refleksi örgütlediği önemlidir. Çünkü özgün özne olan ilkin Müslümanların kendi öz güçleri, harekete geçirebilecek olan ise ulusal iktidarlardaki vicdan sahibi veya İslami mükellefiyetlerini unutmamış olan yöneticiler ikincil unsurlardır.
a) İçinde yaşadığımız toplumlarda kimliksel çeşitlilik
Gazze’ye ilgisi açısından içinde yaşadığımız toplumun kimliksel çeşitliliğini de göz ardı etmemeliyiz.
Bizler birey olarak sosyal bir çevrede dünyaya geliyoruz. Allah’ı birlemek dâhil doğuştan getirdiğimiz potansiyel kabiliyetlerimiz vardır. Ama bağımsız düşünme ve mesuliyet/mükellefiyet yaşı olan “rüşt”e ulaşıncaya kadar Resulullah’ın (s) “Her çocuk fıtrat üzere doğar ama ana-babası onu Yahudi, Nasrani veya Mecusi yapar.”7 tespitinde olduğu gibi ilk edindiğimiz kimliğimiz, doğduğumuz çevrenin kültürü veya din algısı içinde örgün veya yaygın eğitimle biçimlenir. Bu nedenle mevcut halimizi veya vakıamızı, içinde yaşadığımız kimliksel sosyoloji ile açıklayabiliriz.
Küçük veya büyük aile çevremizin hayatı ve İslam’ı algılama biçimi; ayrıca içinde yaşadığımız ülkenin kültür ve eğitim sektörünün ya da hâkim ekonominin ürettiği hayat tarzının cazip hale getirdiği telkinler kimliksel yönelimlerin belirleyicisi olmaktadır.
Tarihî vakıamızla ilgili tespitlere ilkin içine doğduğumuz sosyolojik kimliğin değerlendirmesinden başlamamız gerekir. Karşı karşıya olduğumuz tarihî vakıamız, Müslüman halkların zihnî ve teknik nimetlerden uzaklaşması, İslami sorumluluklarını taşıma iradesini ve aralarındaki tearufu eksiltmeleriyle güçten düşmeleridir. Vakıa, I. Dünya Savaşı sonrası güçten düşen ümmet coğrafyasının işgali, parçalanması ve ulus devletler şeklinde bölünmesi gerçeğidir. Ve peşinden vakıa, milyonlarca insanın sürgünü; açlık, yoksulluk, ilaçsızlık, “rasihun”8 ve “ulu’l-elbab”9 rehbersizliği içinde ulus devletlerin tebaası konumuna düşme veya uluslaşma süreçlerince kuşatılmamızla ümmet kimliğimizin parçalanmasıdır.
Bizler, 20. yüzyılın başından bu yana ulus devletlere bölünmüş olan ümmet coğrafyasını, 1970’li yılların ortalarından itibaren, öncelikle “İslam devletleri” olarak nitelemekten vazgeçip “halkı Müslüman olan ülkeler” tanımı içinde değerlendirme bilincine ulaştık. Bilincine ulaştığımız İslami perspektif “ıslah, ihya ve inşa çizgisi”yle; “yeniden İslamlaşma”10 çağrısıyla biçimlenmektedir. İslami bilinç veya tevhidî uyanış süreci ya da Kur’an merkezli bakış olarak öncelediğimiz İslami perspektife göre, içinde bulunduğumuz toplumsal demografiye, kimliksel eğilimler itibariyle bakmalıyız. İçinde yaşadığımız Türkiye toplumu da ve diğer halkı Müslüman olan toplumlar da artık kimliksel bir bütünlük içinde değiller. En temel bölünme seküler ulusal vatandaşlığı önceleyenler ile İslami kimliği önceleyenler arasında yaşanmaktadır.
Maalesef ki Genç Osmanlılar hareketiyle başlayan Batılılaşma eğilimi İslami kurumları hayatın dışına iten Türk inkılâpları veya Kemalist resmî ideoloji ile ciddi bir taban oluşturdu; eğitsel, askerî ve ekonomik alanlarda oligarşik bir hâkimiyet gücüne ulaştı. Türkiye örneğinde yaşanan demografik kimlik parçalanması, diğer ülkelerimizin yakın tarihî süreçlerinde de yaşandı. Siret-i Nebi döneminde “Kitab’ın kendilerine miras bırakılan”ların tutumları nasıl ki “zalimun, muktesidun, sabikun”11 şeklinde tasniflendiyse geldiğimiz vetirede anasır-ı İslam’ın kimliksel pozisyonu da şu üç temel eğilim doğrultusunda belirginleşmeye başlamıştır:
1. Batılı hayat tarzına öykünen blok.
2. Müslüman kalmaya çalışan blok.
3. Her iki eğilim arasında kalan melez blok.
Bunlardan en büyük kesim ise Osmanlı toplumunun son safhasında ve Cumhuriyet döneminde gerek edebiyat akımları ve moda öykünmeleriyle, resmî ideoloji eğitimi ile; gerek küresel kapitalizmin iletişim ağlarının ayartmalarıyla Müslüman ailelerin çocuklarından bozulup çözülen melez kimliklilerdir. Melez kimliklere savrulanların bir ayağı Garpzedelerin alanında bir ayağı ise Müslümanların bloğundadır. Melez kimlik bloğunda olan en büyük toplumsal küme, karşıtıyla barışık yaşama yozlaşması ya da post-İslami bir eğilimin çözücü anaforuyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Gazze gündemine ilgi duymak, İslami sorumlulukla veya fıtri adalet arayışıyla ya da insan olma erdemiyle doğrudan irtibatlıdır. Bu insani ve İslami mükellefiyetler kavrandığında, ezilen halkların veya zulme uğrayan Müslümanların sorunlarını kendi derdimiz bilip bilmeme problemi de çözülmüş olur.
Toplumsal kimlik eğilimleri içinde fıtri yapıda ve hakikat çerçevesinde bulunmaya çalışan küme, Müslüman kalmaya çalışanlardır. Ancak bu küme İslam konusunda fikrî ve amelî algılar itibariyle tarihî yıpranmışlığın ve geleneksel taşıyıcılığının hem olumlu hem olumsuz özelliklerini ve ihtilaflarını da içinde barındırmaktadır. En başta tarihî şartlar içinde oluşmuş olan bu geleneksel birikimin veya ilm-i halin tarihte kalan, tozlanan veya tahrifata uğrayan yanlarının ıslahı ve tecdidi gerekmektedir. Gelenekçi ve modernist eğilimlerin etkisini aşacak olan en sahih çizgi ve zamanı aşkın Sünnet uygulaması ise ıslah, ihya ve inşa mücadelesi olarak tohum halinden ancak 1970’li yılların ortalarından sonra filiz vermeye başlayabilmiştir.
Islah çizgisinin birikimi, ortak işlerini “şura” ile gerçekleştirme ilkesini hayata geçirip “ulu’l-emr” heyeti12 farziyetini gelecek hedefinin önceliği kıldığında, inşaallah Müslümanlar kümesi içinde İslam’ın yaşayan örnekliğini sergileyebilecek; melez kimliklerin anaforundaki insanlarımızın cevapsız kalan tahkik çabalarını da cevaplayabilecektir. Yani Gazze eylemlerine veya ümmet dayanışması için yapılan etkinliklere katılımın çoğalması ve paydaşların artması vicdanlara, hak ve adalet arayışındaki sorulara ıslah edicilerin / “muslihun”un13 Kur’an merkezli, tevhid içerikli vakıaya uygun tutarlı ameli keyfiyeti olan cevaplar üretmeleriyle mümkün olacaktır.
b) Halkı Müslüman olan ülke yöneticilerinin kimliği
Halkı Müslüman olan ülke yöneticilerine hem Mümtehine sûresindeki işaretler çerçevesinde hem hadiseleri/vakıaları nasıl tanımladıkları yönünde yaklaşmalıyız.
İlkin reel siyaset değerlendirmelerinde İslami olmayan yönetimleri “iman edenlere düşmanca tavır göstermeyenler ve gösterenler”14 olarak ayrıştırmak zaruriyetinin ve iki ayrı özneye karşı aynı şekilde davranılmaması gerekliliğinin bilincinde olunmalıdır. Yöneticilerin dürüstlük, tarafsızlık ve hizmet becerisi gibi meziyetleri de insanlara ve müminlere düşmanca tavır almamak olarak değerlendirilebilir.
İkinci olan da vakıa tespitinde tutarlılık meselesidir. Tabiî ki önce Filistin, Gazze, HAMAS’ın tarihî gerçekliği hakkında olduğu gibi, vakıa ifadesi üzerinde anlaşmak gerekir. Yaratılmış olan, fiziki veya gaybi planda varlığı kesin olan şeylere de var olan gerçek kişi ve toplumlar olarak yaşadığımız olaylara da vakıa deriz. DİB İslam Ansiklopedisi’nde yer alan “vakıa” tanımı ise maalesef ki muhtelif tasavvuf söylemlerine göre insanın içine doğan tamamen zanni ve çoğu kere de şek ve şüphe, reyb yani su-i zan veya -vahyî bilgi dışında- vehim içeren rüya veya keşfî bilgi sanısına göre yapılmıştır. Bu tanımların hiçbir kesinlik ifade etmediğinin bilincine varılmalıdır. Takiyyüddin Nebhani’nin belirttiği gibi mutlak ilmin kaynağı olan Kur’an’ı, bütünlüğü içinde değerlendirdiğimizde vakıa dediğimiz şey eşya veya olgunun bizzat kendi zatına; veya var olduğu kesin olan o zatın eserine ya da mutlak ilim sahibi Yaradan’ın gayb katından korunmuş olarak bildirdiği vahyî bilgisine dayanır.
Tabiî ki mevcut iktidarlardaki yöneticilerin Gazze direnişinin bel kemiğini oluşturan HAMAS’a nasıl yaklaştıkları önemli bir kıstastır. HAMAS vakıası, ülkenin reel politikasında yer alan odaklar açısından “terör örgütü” müdür yoksa “halkının ve değerlerinin korunması ve özgürlüğü için mücadele veren İslami referanslı bir hareket” midir?
Artık üç maymunu oynayan ABD’nin bile Gazze halkına yardım kolileri atmak zorunda kaldığı bir süreçte Filistin halkının mağduriyetinden bahsedenlerin, bu halkın, temsilcisi ve öncüsü olarak kabul ettiği HAMAS’ı düşman mı dost mu; terörist mi mücahid grubu olarak mı görüp görmediği önemlidir. Tüm halkı Müslüman olan ülke yöneticileri de bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Diğer bir değerlendirme ise yöneticilerin üzerinde yürüdükleri ulusal anayasa rayları üzerinden ne kadar ayrışma veya alternatif yollar açma iradesi gösterdikleri konusunda olmalıdır. Gazze İslami Direniş Hareketi de bütün özgünlük çabalarına rağmen, henüz uluslararası düzenin rayları dışında alternatif oluşturacak ve yeniden inşa hamlesi gerçekleştirecek seviyeye veya vakıaya ulaşılmadığı tespitinin merhale basireti içinde mücadelesini yürütmeye devam etmektedir.
Bu bağlamda HAMAS’ı halkının ve değerlerinin özgürlüğü için mücadele veren bir mücahid grubu olarak gören yöneticilere, “Bireysel ve ekipsel beklentilerimizi karşılamadı ve görüşlerimize uymadı.” diye HAMAS’ı “terör örgütü” olarak gören İslam karşıtı Batıcı politik ve ideolojik aktörlere göstermedikleri tepkiyi yöneltmeleri, üzeri örtülmemesi gereken bir çelişkidir, basiret yoksunluğudur.
Laik bir anayasanın iç ve dış reel politik rayları üzerinde yürüyen yöneticilerin fikrî zaaflarını, yöntemini, seyyiesini ve diğer eksiklerini tabiî ki eleştirebiliriz. Ama ortak sorun veya vakıa üzerinde ortak kaygılar taşıyan yöneticilere gerçekleştiremedikleri üzerinden, İslam düşmanlarına gösterilmeyen tarzda ölümcül eleştiriler sunmak acilci radikalizmin geride kalan nakızası veya melez kimliklere savrulma hastalığıdır.
Gazze Direnişi İçin Sonuç
Bildiğimiz gibi Gazze Müslümanları Nisa sûresinde belirtildiğine benzer tarzda “mustazaf erkekler, kadınlar, çocuklar” pozisyonundadırlar. Açlık ve korku altında yaşamaya çalışıyorlar. “Canlarından, mallarından, ürünlerinden eksiltmeyle imtihan oluyorlar.” Ama teslim olmuyorlar, çözülmüyorlar; sabretmeye, direnmeye devam ediyorlar.
Genelde büyük ümmet organizasyonundan çözülmüş ve ulus devletlerin tebaası konumuna düşmüş olan bizler de bir nevi mustazaflar pozisyonundayız.
“Bağy”; yani kuşatma, ambargo, saldırı ve katliamlara uğrayan Gazzeli, Batı Şerialı, Doğu Türkistanlı, Suriyeli ve diğer coğrafyalarımızda “sebilullah” / Allah davası uğruna “Bizi kurtaracak yok mu?” diye seslenen mustazaf erkekler, kadınlar, çocuklar için kullanacağımız fiilî gücümüz sınırlıdır ya da yeterli bir organizasyon kuvvetimiz henüz oluşabilmiş değil. Zaruret-i hamse ile irtibatlı olan savunma muharebesi dışında, tebliğci değil intikamcı “küresel cihad” tasarımları hem nass açısından hem vakıa ve sünnetullah açısından karşılığı olmayan aykırılıklardır.
Ama tüm zaaflarımıza rağmen en azından mustazaf insanların sesi olmak, -İbrahim’in (a) atıldığı ateşi söndürmek için gagasıyla su taşıyan kuş misali- onların tarafında olduğumuzu göstermek için yardım çalışmalarımızı da fiilî dualarımızı da sürdürmemiz ibadi bir vecibedir. O zaman salih amellerle yükümlü ıslah edici Müslümanlar olarak ümmet maslahatı için sergilenen eylemlerle ve türlü etkinliklerle yürütülen fiili dualara katılım ve katılımları çoğaltma cehdini imkânlarımız ölçüsünde büyütmemiz gerekir. “Yedi başak veren ve her başakta yüz tohum bulunan bir tohum”15 meselinde olduğu gibi, her birimizin ortak şura aklına yürüyecek, hakkın ve adaletin taşıyıcısı İslami şahsiyetler olabilmek en önemli önceliğimiz olmalıdır. Hayatın içinde oluşan İslami şahsiyetlerden “biz” olma niyazını16 sosyalleştiremeden de birlikte bir felahtan bahsedemeyeceğiz.
Dipnotlar:
7- Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5.
8- Âl-i İmran, 3/7; Nisa, 4/162
9- Bakara, /269; Yusuf, 12/111; Rad, 13/19; İbrahim, 14/52; Sad, 38/29, 43…
12- Nisa, 4/59, 83; Muhammed Abduh, M. Reşid Rıza, Tefsiru’l Menâr, Ekin Yayınları, İstanbul 2011, Cilt: 5