"Tasavvuf ve İslam" Kitabının Eleştirisi üzerine -2

İbrahim Sarmış

İbn Teymiyye'nin Tasavvufçuluğu

İbn Teymiyye'nin tasavvufçuluğu konusuna gelince; hemen belirtelim ki, müslümanların uymak zorunda oldukları iki şey vardır. Bunlar da Kur'an-ı Ke­rim ve sahih sünnettir. Bunun dışında hiç bir kimsenin sözü dini açıdan bağlayıcı değildir. Bu ikisi dışında da hiçbir kimse masum, yani yanılmaz değildir. İnsanların sözleri doğru veya yanlış olabilir. Sözleri Kur'an ve sahih sünnete uygun ise benimsenip kullanılabilir, uygun değilse terk edilir. "Niçin falan kişinin sözünü kabul etmiyorsun?" diye de hiçbir kimsenin kimseye sitem etmeye hakkı yoktur.

İbn Teymiyye adının anıldığı yerde tasavvufçuların cin çarpmış gibi küplere binmesini anlamak mümkün değildir. İslam inancına aykırı bu kadar şeyler söyleyen, bu kadar hurafe anlatan, bid'at ve cehaletler içinde yüzen bir sürü tasavvuf meşhurunun adı anıldığında hep kuddise sirruhu, radiyallahu anhu, rahmetullahi aleyhi gibi takdis ve tazim ifadeleriyle anılırken, hayatını İslam'ı ve müslümanları savunmakla geçiren bir İslam âliminin adı anıldığı zaman neden tüyleri diken diken olmaktadır?

Acaba bu adam zarurat-ı diniyye olarak bilinen dinin kesin prensiplerinden bir şeyi mi inkâr etmiştir? İslam'ın ibadetlerini mi yerine getirmemiştir, ibadet diye bir takım bid'atlara mı sarılmıştır? İslam'ın hakimiyetine karşı olan zalim ve tağut yöneticilerle işbirliği mi yapmıştır? Yüce Allah'ı yaratılmışlara veya onları Allah'a mı benzetmiştir? Veli ve kerametin bulunmadığını mı söylemiştir? Zavallı halkın inançlarını istismar ederek gözbağcılıkla inançlarını bulandıran şarlatanlar gibi şişler mi batırmış, salonlarda ve ekranlarda zikir diye dans mı yapmış, yoksa göbeği yırtılacak ve hançeresi çatlayacak kadar testere seslerini mi çıkarmıştır? Cehennemin kâfir ve günahkârlara tatlı geleceğini mi söylemiştir? Kitaplarının Allah tarafından kendisine ilham edildiğini ve tahrif edilmesinin mümkün olmadığını, yani Allah'ın koruması altında bulunduğunu mu söylemiştir?

Ben Allah'ım, cübbemin içinde Allah'tan başkası yoktur, müslümanlar Kabe putuna tapıyorlar diyen Şemsi Tebrizi'ye "Şemsi men u hudayi men, amri men u bekayi men, ez tu behak residem, ey hak, hakkı güzari men"42 mi demiştir?

Yoksa bütün suçu, tasavvufçuların bid'at ve hurafelerine karşı çıkmak ve eleştirmek, Kur'an ve sahih sünnete sarılmaya çağırmak mıdır? Adı anıldığı zaman tasavvufçuların neredeyse "euzu billah" çekecekleri bu adamın bütün suçu acaba kabir oyunlarını açığa çıkarması mıdır? Tasavvufun İslam dışı tez ve uygulamalarını eleştiren bunca İslam âlimi varken, neden sadece İbn Teymiyye boy hedefi olarak gösterilmektedir?

Öğke'nin üstünkörü savunuculuğunu yaptığı ve tasavvufçu diyerek aralarında göstermeye çalıştıkları Hallaç, İbn Arabi, İbn Farid, el-Cili, İbn Seb'in, Konevi,Tilmisani, Hakim, Tirmizi vb. için İbn Teymiyye'nin söylediklerini, seven ve sevmeyen herkes çok iyi bilmektedir. İbn Teymiyye, hiçbir zaman felsefi tasavvufu savunmamış ve İslam olarak takdim etmemiştir. Aksine, İslam tarihinde bu tasavvufa karşı tavizsiz muhalefeti yürütmüştür ve savunanlara en ağır eleştirileri yöneltmiştir.

İslam'ın sosyal hayatla ilgili yönlerini değişik İlimler işlemektedir. Tasavvufun İslam'dan aldığı kalb ve ruh dünyası ile ilgili yönlerini de İhyau Ulumiddin kitabı gibi tasavvuf kitapları işlemektedir. Bunlar kişinin içinde bulunabildiği rıza, havf, reca, takva, itminan, kararsızlık, şüphe, yakin, ihsan, ihlas, tevbe, istiğfar, ümitsizlik, karamsarlık, korku, kıskanma, gıybet, ölümü çok hatırlama, ahireti düşünme, dünyanın faniliğine aldanmama, hayatın imtihan olduğunu bilme, ahiret ahvali, Allah'ın murakabesi, sabır, şükür, infak, ibadetin fert ve toplum üzerindeki etkileri, inkar ve fücurun zararları, nifakın kötülüğü, şefkat, adalet, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma, şeytanın vesveselerinden korunma, şirk, nifak, ilmin fazileti ve cehaletin felaketi, Allah'a tevekkül, ibadetlerde gönül huzuru ve Allah'a teslimiyet, haram şeylerden kaçınma, insanların arasını bulma ve selamı yayma, komşuluk haklarını gözetme, mal ve can ile Allah yolunda cihad etme, ahiret için hazırlık yapma, Allah'ın sözünü üstün kılmak için çalışma, Allah'ın mü'minlere ikramı ve yardımı, imanın dereceleri gibi burada sayamayacağımız konular elbette İslam'ın ruhu ve dokusudur. Bunlardan birini inkâr eden, İslam'ın dışına çıkmış olur. Tasavvufun İslam'dan aldığını söylediğimiz motifler bunlar ve benzerleridir.

Tefsir, fıkıh, kelâm, hadis ve tarih kitapları bu konular üzerinde fazla durmamaktadır. Bunlar daha çok zühd, rekaik ve daha sonra tasavvuf adıyla anılan kitapların konusu olmuştur ve olmalıydı da. Çünkü bunlar İslam'ın parçası ve konularıdır. Cezalar ve hükümler gibi, ferdi eğiten ve kimlik kazandıran unsurlardır. Hatta dünya hayatında huzuru sağlayan ve ahirette kurtuluşa götüren unsurlardır. Elbette İslam âlimlerinin bu konuları ele alması, incelemesi, yorumunu yapması ve insanlara yol gösterecek şekilde aydınlatması gerekirdi. Aksi halde İslam'ın büyük bir bölümü ihmal edilmiş olurdu.

İbn Teymiyye ve benzerleri bunu yapmıştır. Son derece de başarılı bir şekilde bu görevi yerine getirmiştir. Ancak bununla kalmamış, tasavvuf kitaplarında bu konuların anlatıldığı yerlerde onlara karışan yabancı unsurları da ayıklamış ve işin doğrusunu ortaya koymuştur. Bu konuları anlatırken tasavvufçuların uydurdukları hadisler, hikayeler, menkıbe ve kerametler, dine aykırı izahlar ve İslam dininde yer almayıp ona aykırı bulunan tasavvufi doktrinleri şiddetle reddetmiş ve emri bil maruf nehyi anil münker görevini yapmıştır. Bizim de yapılmasını istediğimiz budur.

İbn Teymiyye, kitaplarının hiçbir yerinde vahdet-i vücud, hulul ve ittihad, insan-ı kâmil, hatemu'l-evliya, ricalu'l-gayb, gaybı bilme, kalb okuma, Allah'ın yardım ve ikramına layık olmadığı halde keramet gösterme, ölülerden yardım isteme, şeyhleri masum ve dokunulmaz bilme gibi iddiaları, Allah'ın dünya ve ahirette vereceği nimetlere karşı zahid olma konularını tasvip etmemiştir. Aksine bu gibi konuların İslam'la bir ilgisinin bulunmadığını, bunların anlatıldığı yerlerde İslam'a aykırı bir çok düşüncelerin yer aldığını ve bunların dışlanması gerektiğini söylemektedir.

İbn Teymiyye'nin, keramet adı altında gözbağcılık ve şarlatanlıkla müslümanların inançlarını bozmaya çalışan Bataihiyye adıyla meşhur sapık fırka mensuplarına karşı verdiği mücadele dillere destandır ve büyüğünden küçüğüne kadar hiçbir tasavvufçunun göze alamayacağı bir mücadeledir. Keramet dedikleri şeyin sihirbazlık olduğunu ve kimyasal bir takım maddeler sürünerek ateşe girip insanların gözünü boyadıklarını anlatmış, sahtekârlıklarını göstermek için, sıcak suda yıkanmaları şartıyla bütün halkın önünde onlarla kızgın fırına girmeyi göze alarak bahse girmiştir. Hükümdarın önünde bu düelloya girmiş, ama söz konusu fırka mensupları pes ederek düellodan kaçmış, böyle bir şeye bir daha kalkışmayacaklarını yöneticinin huzurunda itiraf etmişlerdir43.

Sorarım, hangi tasavvufçu Allah'ın dinini savunmak ve düşmanın sahtekârlığını ortaya çıkarmak için alevli fırına girmeyi göze alabiliyor?44 Tekkelerimiz kapanmasın, yöneticilerimiz darılmasın ve müridlerimiz dağılmasın diye egemen zalim güçlerle dirsek teması yapan bu sırtı pek, karnı tok şeyhlerin hangisi batıla bu şekilde meydan okuyabiliyor?

Avustralya sahillerinden Karadeniz sahillerine kadar en güzel manzaralar ve en lüks imkânlar içinde yaşayan bu şeyh efendilerin hangisi İbn Teymiyye gibi hakkı söylemek için zindanı göze alır ve zindanda ölüme seve seve gider? Onun için benim tasavvuf erbabından ricam, lütfen İbn Teymiyye'yi dillerine dolamasınlar ve büyük davetçi, âbid ve İslami ilimlerin hemen hepsinde muhakkik olan bu kahraman insanı kendilerinden sayarak yanlışlarına bulaştırmasınlar. İbn Teymiyye'nin örnek şahsiyetini ve bu konulardaki tutumunu öğrenmek isteyenler, hakkında şunun bunun söylediklerine değil, kendi kitaplarına baksınlar45.

Kuşeyri İle İlgili Bir Yanlışlık

"Kuşeyri'nin Risale'sine İbn Arabi'yi almaması" ifadesinde gözden kaçan bir yanlışlık olmuştur. İbn Arabi yerine Hallaç ve benzerleri olacaktı. Bu da eleştirenlerin mal bulmuş mağribi gibi sarıldıkları bilgisizliğin ifadesi değil, gözden kaçmanın bir sonucudur. Tasavvufun içini dışını bilen bir kişi herhalde Kuşeyri ve İbn Arabi'nin hangi yüzyılda yaşadıklarını da bilir. İnsan yanılan bir varlıktır. Nitekim Öğke'nin kendi yazısının başlığı da "Tasavvufa Yöneltilen Eleştiriler" olacağı yerde, "Tasavvuf Yöneltilen Eleştiriler" olmuştur. Bunlar önemli şeyler değildir.

Kitapta duygusal sayılabilecek bazı ifadeler yer almış olabilir. Şüphesiz bu gibi ifadeler şahısları karalamak veya hakaret etmek amacını değil, karşılaşılan İslam dışı anlayış ve uygulamalar karşısında gösterilen tepki yahut nefretin ifadesinden başka bir şey değildir. Zaten kişilerin şahsiyetleri hedef alınarak yapılan eleştiri İslam ahlâkına da aykırıdır. Nitekim Sadeddin Taftazani, Ali el-Kari gibi yüzlerce âlim tarafından sözlerinin küfür olduğu belirtilen İbn Arabi'nin46 düşüncelerini sergiler veya eleştirirken de küfür sözünü kullanmaktan özellikle kaçındım.

Yalnız unutulmamalıdır ki, İslam inançlarına aykırı düşünce ve davranış sergileyenlerin kâfir olacaklarını söylemek de İslam'ın bir yoludur. Nitekim Kur'an ve Sünnet'te küfür olarak nitelenen bir dizi inanç ve davranış şekilleri bulunmaktadır. Aynı şekilde küfür sözler ve ameller adıyla yazılmış çok kitap bulunmaktadır. Bunlar arasında tasavvufçuların da kitapları vardır. Elbette bu söz ve davranışlarla ilgili hükümler kişiler hakkında verilmektedir. Yoksa inanç ve davranışlar soyut şeyler olup, onların sahipleri muhatap olmaktadır.

Hemen belirtelim ki, küfre bağrını açmış kişilere layık oldukları hükmü söylemek insanların hakki olduğu kadar, bu hükme muhatap olan kişilerin de ondan rahatsızlık duymamaları gerekir. Ama kimi tasavvufçuların hoşgörüsü İslam'ın sınırlarını aşıyorsa, yahut hoşgörü ve sevgi dini adına İslam'ın inanç ve hükümleri arka plana atılıyorsa, bu da onları ilgilendiren bir meseledir. İnancında samimi müslümanların bu gibi şeylere katılmasını beklemeye kimsenin hakkı olmamalıdır.

Söylediklerimizin iftira olmadığı ve felsefi tasavvufun İslam'dan uzak bulunduğunu gösteren bir örnek olarak Abduikerim el-Cili'nin "İnsan-ı Kâmil" kitabından tanrı anlayışını ve bütün din mensuplarının hak ve saadet ehli olduklarını anlatan sözlerini dikkat ve ibretle okuyalım.

Abdulkerim el-Cili'nin Tanrı Anlayışı

Tasavvuf meşhurlarından Abdulkerim el-Cili47, İbn Farıd ve İbn Arabi'nin düşüncelerini paylaşmaktadır. Kendisinin Allah'ın tecelli ettiği en kâmil varlık olduğuna inanmaktadır. Bu anlayışı, daha önce İbn Arabi ortaya atmış, ama el-Cili bu konuda daha ileri giderek işi derinleştirmiş ve felsefesini yapmıştır. el-Cili, bu mertebesini kendisinden daha önce olan kimselere kaptırmak istemediği için kendi insanlığının rububiyet ve uluhiyetin en yüce ufku olduğunu söylemektedir.

el-Cili, "Allah" kelimesindeki harflere bir takım anlamlar yükleyerek batini ve sapık bir yolla yorumlamaya çalışmakta, İslam'ın Yüce Allah hakkında öğrettiği inanç temelleriyle çelişen sonuçlar çıkarmaktadır. Mesela Allah kelimesinin sonundaki "He" harfinin hem Allah'ı, hem de veli kulu gösterdiğini söyleyerek şöyle demektedir:

"Daire48 Hak'tır. İçindeki boşluk ise halk. İstersen şöyle söyle: Daire halktır, içindeki boşluk ise Hak'tır. Çünkü O, hem Hak'tır, hem halktır. İstersen, onun işi ilhamladır, dersin. İnsanın durumu iki yönlüdür; mahluk olması yönü ile acizlik ve kulluk zilletine sahiptir. Rahman'ın sureti üzere olması yönüyle de kemâl ve izzete sahiptir. Yüce Allah, "Allah veli olandır" buyuruyor. Yani "Allah'ın velilerine korku ve hüzün yoktur" ayetinde veli dediği insan-ı kâmildir. Çünkü korku, hüzün ve benzeri şeyler Allah hakkında müstahildir. Zira Allah veli ve hamid olandır. Ölüleri o diriltir ve o her şeye kadirdir. Ayetteki O (huve) zamiri veliye aittir. O, yaratık suretinde ortaya çıkan Hak yahut ilahlık anlamları taşıyan halk (yaratık)tır. Netice olarak o hem noksan, hem de kemâl sıfatlarını özünde toplar. O, yüce güneşinin nuruyla dünyayı aydınlatmaktadır. Yer O'-dur, gök O'dur, en ve boy O'dur"49.

el-Cili, Hz. Ali'nin Allah olduğunu söyleyen Gulat-i Şia'nın "O, yüce ve büyük olandır" ayetindeki "aliyyun" kelimesine bakarak, Allah'ın büyük Ali olduğunu söylemeleri gibi, insanın hem insan, hem Allah olduğunu söylemektedir. Ayetleri batini ve sapık bir şekilde tevil ederek İnsan-ı kâmil dediği şeyin aynı zamanda Allah olduğunu söylemekte, Hz. İsa'yı bir yönden ilah, bir yönden de insan gören kimi hristiyanların inancını taklit etmektedir.

"Yahudiler, 'Uzeyr Allah'ın oğludur' dediler. Hristiyanlar, 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu, daha önceki kâfirlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar"50 ayetiyle Yüce Allah onların bu inancını reddederken, el-Cili, kendisinin en büyük Rab olduğunu ifade ederek şöyle devam etmektedir: "İki âlemde de mülk benimdir. İkisinde de iyiliğini umacağım veya kendisinden korkacağım benden başkasını görmedim. Önceliğimden önce yoktur ki, ona katılayım, sonralığımdan sonra yoktur ki, anlamını geçeyim. Kemâlin her türlüsüne sahibim ve küll (Allah)ın büyüklüğünün cemâliyim. Ben ondan başkası değilim"51.

el-Cili böyle derken, Yüce Allah şöyle buyuruyor: "ilahınız bir tek ilahtır. Rahman ve rahim olan Allah'tan başka ilah yoktur"52; "Yerin ve göklerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir"53; "Göklerin ve yerin yaratanı, size içinizden ester, çift çift hayvanlar var etmiştir. Bu suretle çoğalmanızı sağlamıştır. Onun benzeri hiçbir şey yoktur. 0 işitendir, görendir"54; "O görüleni de, görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, yüce olan Allah'tır. Allah, putperestlerin koştukları ortaklardan münezzehtir. O var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel isimler kendisinin olan Allah'tır. Göklerde ve yerde olanlar onu teşbih ederler55. O, güçlüdür, hakimdir"56; "Göklerde ve yerde olanlar, Allah'ı teşbih eder, O güçlüdür, hakimdir. Göklerin ve yerin hükümranlığı onundur. Diriltir ve öldürür. O her şeye kadirdir, O evvel ve ahir, batın ve zahirdir57. O, her şeyi bilir"58. Evet, yüce Allah kendini böyle tanıtmaktadır. Acaba yüce Allah'ın buyurduklarına mı, tasavvufun hatırı için el-Cili'nin saçmalıklarına mı inanacağız?

el-Cili bu kadarla da yetinmemekte, yaratış (halk)'ın çeşitlerini ve maddi, hissi, ruhi ve manevi varlık suretlerini sayarak kendisinin zat ve vücud olarak bunların aynısı olduğunu, âlemde el-Cili'den farklı bir şeyin bulunduğunu kimsenin sanmaması gerektiğini de söyleyerek şöyle devam etmektedir:

"Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan ve seciyeleriyle insan,

Gördüğün ne kadar unsur ve tabiat, asıldan bir toz ve koku olan,

Gördüğün ne kadar deniz, çöl, ağaç veya yüksek bina,

Gördüğün ne kadar manevi suret ve göze hoş gelen güzel manzara,

Gördüğün ne kadar düşünce, hayal, akıl, nefis, kalb ve iç organ..."

"İşte onların hepsi benim, hepsi benim manzaram (görünüşüm)'dür, Onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir. Halkın Rabbi ve efendisi benim. Bütün âlem isim, zatım onun müsemmasıdır. Mülk benimdir, melekut benim dokumam ve sanatımdır. Gayb ve ceberrut benimdir ve benden meydana gelmiştir..."59

el-Cili'nin olmadığı ve sahip bulunmadığı bir şey var mı dersiniz? "Onun hakikatinde tecelli eden benim, o değildir. Halkın Rabbi ve efendisi benim. Bütün âlem isim, zatım onun müsemmasıdır, mülk benimdir, melekut benim sanatım ve dokumamdır" sözlerini herhalde anlıyorsunuz değil mi?

Bu şekilde el-Cili âlemin Rabbi ve sahibi olduğunu, bütün varlıkların Allah, yani kendisi olduğunu ve kendi adını taşıdıklarını herkese açıkça ilan ettiğini gördünüz. Ama hâlâ anlamadık diyenler için el-Cili düşüncelerini daha çok netleştirerek şöyle devam etmektedir:

"Şüphesiz arif kişi O'nun hakikatiyle tahakkuk ederse, onun kulağı ve gözü olur. Kendisine hiçbir şey gizli olmaz. Çünkü artık göz bütün varlıkları yaratanın gözüdür. Sonra, onu mutlak olarak inkâr etmek de doğru olmaz. Çünkü o İnkâr edilince, sen inkâr edilmiş oluyorsun. Çünkü o senin örneğindir. Sen var olduğun ve sıfatlarının eserleri mevcut olduğu halde, inkâr edilmen nasıl doğru olur? Onu var saymak da doğru olmaz. Çünkü var kabul edersen, onu put edinmiş ve büyük bir ganimeti kaybetmiş olursun. Yok olan bir şeyi var saymak nasıl doğru olabilir ki? Daha doğrusu, o var olan sensin. Kendini inkâr etmek nasıl doğru olabilir?

Allah seni hay (diri), âlim (bilen), kadir (gücü yeten), murid (isteyen), semi' (işiten), basir (gören), mutekellim (konuşan) olarak kendi suretinde (kendisinin benzeri) yaratmıştır. Bu gerçeklerin hiçbirini kendinden yok edemezsin. Çünkü o, seni kendi suretinde yaratmış, sıfatlarıyla donatmış ve isimleriyle adlandırmıştır. O diridir, sen de dirisin. O bilendir, sen de bilensin. O isteyendir, sen de isteyensin. O kadirdir, sen de kadirsin. O işitendir, sen de işitensin. O görendir, sen de görensin. O konuşandır, sen de konuşansın, O zattır, sen de zatsın. O toplayandır, sen de toplayansın. O vardır, sen de varsın. O rabdır, sen de rabsın. Çünkü hepiniz çoban (yönetici)sınız ve hepiniz güttükleriniz (yönettikleriniz)den sorumlusunuz. O kadimdir, sen de kadimsin. Çünkü onun bilgisinde sen mevcutsun. Bilgisi de var olduğundan beri onunla beraberdir. Böylece, görünüş olarak onun sahip olduğu bütün şeyler sana verilmiş, senin de sahip olduğun bütün şeyler ona verilmiştir. Ama o büyüklük ve izzet sahibi olurken, sen zillet ve acizlik sahibi oldun. Başta birinizin diğerine benzemesi doğru olduğu gibi, burada da benzerliğin olmaması doğrudur"60.

"O Rabdir, sen de Rabsin" sözlerini sanırım okuma yazma bilen bütün vatandaşlar anlamaktadır. İsyan şehveti kudurmuş olan el-Cili'nin bütün pislik ve kötülüğüyle Allah'ın varlığının aynısı olduğunu, bütün sapıklık ve küfrü ile İblisin Allah'ın kendisi ve her müsemmanın aynısı olduğu için âlemdeki bütün varlıkların isminin Allah'ın ismi olduğunu, her varlık Allah'ın kendisi olduğu için bütün varlıkların sıfatlarının Allah'ın sıfatı olduğunu nasıl söylediğini herhalde görüyorsunuz!

Bütün bunlar veya bunlardan sadece bir tanesi acaba neyi ifade ediyor? Bütün bunlar el-Cili'nin görüşlerinin İslamdışılığını göstermiyor mu? el-Cili "el İnsanu'l-Kâmil" adlı kitabında başta insan olmak üzere bütün varlıkların Allah, Allah'ın da bütün varlıklar olduğunu anlatmaya çalışmıyor mu? Kitabını okuyanlar, bu açıklamaları bol bol görürler.

el-Cili, İslam dışı düşüncelerini tasavvuf maskesi altında müslümanlara sunmaya devam ederek şöyle demektedir:

"Görmüyor musun, Muhammed, eş-Şibli suretinde görününce, Şibli yanındaki öğrencisine 'Şehadet ederim ki, ben Allah'ın rasulüyüm' dedi. Öğrenci keşf sahibi olduğu için Muhammed'i tanıdı ve Şibli'ye 'Senin Allah'ın rasulü olduğuna şehadet ederim' dedi. Bu inkâr edilmez bir şeydir"61.

"Rasulullah'ın bütün suretlerde görünme özelliği vardır. Onun için bütün suretlerde görünür. Her zaman da şanlarını yüceltmek ve eğriliklerini düzeltmek için onların (suretinde göründüğü kişilerin) en mükemmel olanının suretinde görünmeye devam etmesi adetidir. Zahirde onlar onun halifeleridir, batında ise kendisi onların hakikatidir"62.

"Allah Muhammed'in nefsini zatından yarattı. Allah'ın zatı iki zıddı taşımaktadır. Daha önce açıklandığı gibi, yüce melekleri Muhammed'in cemal, nur ve hidayet sıfatlarından yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed'in celal, karanlık ve dalalet sıfatlarından yarattı".

İblis'in adı Azazil idi. Yaratıklar yaratılmadan önce Allah'a şu kadar bin sene ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil! Benden başkasına ibadet etme" demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emredince, İblis ne yapacağını şaşırdı. Adem'e secde edecek olursa Allah'dan başkasına ibadet etmiş olacağını sandı. Oysa, Allah'ın emriyle secde eden kişinin Allah'a secde etmiş olacağını bilmedi"63.

Böyle bir savunma aklınıza gelebilir miydi? İblis'in aklına gelmeyen bir savunmayı el-Cili'nin onun adına ve ondan daha İblisçe yaptığını görüyorsunuz. İblis "Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın"64 derken, el-Cili, İblis'i suçsuz ve günahsız çıkarmak için ondan daha çok çaba sarfetmekte, "Allah'dan başka bir şeye ibadet etme" emrine aykırı düşmemek için Adem'e secde etmediğini söyleyerek İblis'i savunmaya çalışmaktadır. Allah için düşünün, bu kitaplar cahiliyye müşriklerinin inancından başka hangi inancı müslümanlara telkin etmektedir!

"Cehennem ehli, cehennemden öyle zevk alır ki, savaşmak için yaratılmış olan kişilerin savaş ve çarpışmadan duydukları zevke benzer. İnsanlardan öylelerini gördük ki, acı çektiklerini bile bile savaş ve çarpışmadan zevk almaktadırlar. Ancak nefiste saklı bulunan rububiyet, onları buna sevk etmektedir. Cehennem ehli, uyuz olmuş kişinin kaşınırken aldığı zevk gibi cehennemden zevk alır. Uyuz kişi vücudunu kaşırken, kendini tırmalamasına rağmen nasıl bundan zevk alıyorsa, cehennem ehli de öyle zevk alır"65.

"Allah, Muhammedi kemâlinden yaratıp celâl ve cemâline mazhar yapınca, Muhammed'deki bütün hakikatleri kendi isim ve sıfatlarından yarattı. Sonra Muhammed'in nefsini kendi nefsinden yarattı. Bir şeyin nefsi de kendisinden başka bir şey değildir"66.

"Allah bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini izhar etti67. Bu dinlerin hepsinde zâtı ile tecelli etti. Bütün zümreler ona ibadet ettiler. Kafirler onun zâtına ibadet ettiler. Çünkü yüce Allah bütün âlemin varlığının hakikati (kendisi)dir. Kâfirler de o varlığın cümlesinden olup, Allah onların hakikati olduğu için (başka) Rablerinin olmasını reddettiler. Çünkü Allah onların hakikatidir"68. Allah, mutlak Rab olup, kendisinin Rabbi yoktur. Zatları iktiza ettiği için ona ibadet ettiler ki, Allah zatlarının aynısıdır. Onlardan pullara tapanlar da, hulul ve karışma olmaksızın, kemâliyle varlığın her ferdinin zerrelerinde bulunan Allah'a tapmış oldular.

Allah putperestlerin taptığı o putların hakikati olmuştur. Putlara ibadet edenler ancak Allah'a ibadet etmişlerdir.

Bu ibadet için Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir69. Uzun müddet bu gizli kalsa bile, gerçekleşmekte olduğu gibi, mutlaka açığa çıkacaktır.

Nefislerinde Hakka uymalarının sırrı budur. Çünkü kalpleri hayrın bu işte olduğunu kendilerine söylemiştir. Böylece inançları bu işin hakikati üzerine kurulmuştur. Zaten Allah, kulunun kendisini zannettiği gibidir. Nitekim Rasulullah "Müftüler sana fetva verseler bile, sen kalbine danış" demiştir"70.

"Bil ki, Hakkın nüshası insan-ı kâmildir. Nitekim Rasulullah 'Allah. Ademi sureti üzere (kendisi gibi) yarattı' ve başka bir hadiste 'Allah, Adem'i Rahman'in sureti üzere yarattı' demiştir"71.

"Allah hay, alim, kadir, murid, semi', basir, mütekellimdir. İnsan da hay, alim, kadir, semi', basir, mütekellimdir. Allah hüviyetini hüviyetiyle, inniyyetini (benliğini) inniyetiyle, zatını zatıyla, küllü (tümü) küllü ile, şümulünü şümulü ile ve hususunu hususu ile karşılamaktadır. Başka bir karşılaması da vardır. Hakka zati hakikatlarıyla tekabül etmektedir"72.

"Bil ki, zatın isimlerine ve ilahi sıfatlara insan-ı kâmil, zatı gerektirdiği için istihkak ve mülkiyet hakkıyla sahip olmaya layıktır. O ibarelerle hakikati anlatılan ve o işaretlerle latifesine işaret edilen odur. Alemde o hakikatin insan-ı kâmilden başka bir dayanağı yoktur.

İnsan-ı kâmil ve Hak, kişinin kendi suretini gördüğü ayna gibidir. Ayna olmasa kendi suretini görmesi mümkün değildir. Allah ismi aynadır, insan-ı kâmil de Allah'ın aynasıdır73. Şüphesiz Allah, isim ve sıfatlarının sadece insan-ı kâmilde görünmesini kendine vacip kılmıştır"74.

Allah için söyleyin, bu sözlerde açık ve pervasızca bir küfürden başka ne vardır? Bu sözlerde, zavallıları uyutan cüretkârlık ve Allah'ın dinine karşı sırıtan bir saldırganlıktan başka ne vardır? Acaba bu sözlerde el-Cili, kâmil insanı mı, kafir insanı mı tarif etmektedir?

Ey tasavvuf dilinin sırlar ve semboller olduğunu iddia edenler! Şüphe yok ki hak açıktır. Yeter ki, Allah rızası için körü körüne taklitçiliği bırakıp gerçekleri görmeye çalışalım ve batılın yüzüne hakkı haykıralım. Aksi halde Allah'ın huzurunda ''Hayır! Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların izlerinden gidiyoruz" derler. Senden önce herhangi bir kasabaya gönderdiğimiz uyarıcıya, o kasabanın şımarık zenginleri sadece 'Şüphesiz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların yolunu izliyoruz' demişlerdir... Bunun üzerine biz de onlardan öç aldık, Yalancıların sonunun nasıl olduğuna bir bak!"75 diye örnek verilenlerin durumuna düşeriz.

"O zaman kendilerine uyulup arkalarından gidilenler, kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşırlar. O anda her iki taraf da azabı görmüşler, nihayet aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır"76. "Yüzleri ateşte kızartıldığı gün 'Keşke Allah'a itaat etseydik' derler. Rabbimiz! Büyüklerimize ve efendilerimize itaat etmiştik. Fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete uğrat derler"77 ayetlerinin muhatabı olmamak için başımızın çaresine bakalım.

"Alem kar gibidir. Allah, karın aslı olan sudur. Donmuş olan şey için kar ismi ödünçtür. Su ismi ise hakikattir. Şunu demek istiyorum;

Misalde yaratıklar kar gibidir, ondan kaynayan su ise sensin.

Biliyoruz ki, kar gerçekte sudan ibarettir, ne var ki. şeriatlar farklı anmıştır.

Ama kar eriyince hükmü kalkar ve hüküm suyun hükmü olur.

Zıtlar güzel 'Bir'de toplanmış, O'nda yok olmuş, onlardan parlayan O'dur"78.

el-Cili, karın aslının su olduğu gibi, yaratıkların da aslının Allah olduğunu söylemektedir. Onlara yaratılmış adının verilmesi geçici bir emanet, yani ödünç olup asıl adlarının Allah'ın adlan olduğunu belirtmektedir. Karın erimesiyle karın hükmü yok olup su hükmü konduğu gibi, yaratıklara ödünç olarak verilmiş yaratık isminin kalkması halinde asılları olan Allah hükmünün konacağını söylemektedir. Kısaca, bütün varlıkların aslında Allah'ın görünümleri olduğunu, Allah'ın onlara sirayet ettiğini söyleyerek panteist bir inancı sergilemektedir. Nitekim bundan önceki paragrafta Allah'ın bütün varlıklara sirayet ettiğini açıkça belirtmektedir.

Bir takım tasavvufçuların Firavn ve İblis gibi Allah'ın düşmanlarını kitaplarında kutsallaştırmaya çalışmalarını, müslüman bir aklın alamayacağı sapıklıklardır. İbn Arabi, Firavn'ı göklere çıkarıp Allah'ın kendisiyle konuştuğu Hz. Musa'nın da üstüne yükseltirken, el-Cili'nin de insanlığın ilk düşmanı İblisi temcid ve tebcil etmesini anlamak mümkün değildir. Yüce Allah, İblisin Hz. Adem'e secde etmesini reddedip "Ben ondan üstünüm" deyişini Kur'an'-da kınayarak anlatırken, el-Cili bunun aksini savunmakta ve bu davranışını İblisin Allah'ın emrine tamamen bağlılığının ifadesi olarak göstermekte ve şöyle demektedir: "Bil ki, Allah, Muhammed'in nefsini kendi zatından yaratınca -ki, zatı iki zat taşımaktadır- daha önce belirttiğimiz gibi, yüce melekleri Muhammed'in nefsinin cemal, nur ve hidayet yönlerinden yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed'in nefsinin celal, karanlık ve sapıklık (dalalet) yönünden yarattı".

İblis'in adı Azazil'di. Yaratıkları yaratmadan önce şu kadar bin sene Allah'a ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil, benden başkasına ibadet etme" demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklere ona secde etmelerini emredince, İblis ne yapacağını bilemedi ve Adem'e secde edecek olursa, Allah'tan başkasına ibadet etmiş olacağını sandı, Allah'ın emri ile secde edenin Allah'a secde etmiş olacağını bilemedi. Bundan dolayı Adem'e secde etmeyi kabul etmedi. İblis diye adlandırılmasının sebebi de içine düştüğü bu karıştırmadır. Anla! Bundan önce adı Azazil, künyesi Ebu Murra idi.

Allah ona "İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibir mi tasladın, yoksa yüce meleklerden mi oldun? deyince, "Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın" dedi.

Alûn, Nün diye adlandırılan melekler, benzerleri gibi ilahi nurdan yaratılan meleklerdir79. Diğer melekler unsurlardan yaratılmış ve yalnız onlara Adem'e secde etme emri verilmiştir.

(Verdiği) bu cevap, yaratıklar arasında İblisin Allah'ı en iyi bildiğini, soruyu ve bu sorunun gerektirdiği cevabı en iyi şekilde anladığını gösterir. Çünkü yüce Allah ona secde etmekten alıkoyan sebebi sormamıştır. Öyle sorsaydı, "İki elimle yarattığıma niçin secde etmedin?" diye sorardı. Ona secde etmekten alıkoyan engelin mahiyetini sormuştur.

Onun için İblis "Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın" demiş ve başka bir şey eklememiştir. Çünkü içini Allah'ın bildiğini ve makamın bast makamı değil, kabz makamı (yani uzun anlatma yeri değil, kısa kesme yeri) olduğunu biliyordu. Eğer uzun anlatma yeri olsaydı, buna "Benden başkasına ibadet etme emrine bağlı kaldım" kısmını da eklerdi. Fakat kendisine sitem edildiğini gördü, edepli davrandı ve işi temelde karıştırdığını bu sitemden anladı. Çünkü Allah ona İblis dedi. İblis kelimesi iltibas (karışmak)'dan gelmektedir. Daha önce bu isimle anılmamıştı. Anladı ki bu iş bilmiştir. Feryat etmedi, pişman da olmadı, tevbe de etmedi ve Allah ne isterse onu yapacağını bildiği için bağışlanma da istemedi. Allah ne isterse, gerçeklerin gereğidir. Onları değiştirmek mümkün değildir, dedi.

Allah, onu yakınlıktan, uzaklık aşağılığına kovdu ve "Çık ordan, lanetlisin sen" dedi. Yani yüce huzurdan aşağılık yerlere in, dedi. Çünkü recmetmek, bir şeyi yüksekten aşağıya atmaktır. "Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dedi. Lanet, kovmak ve ürkütmek demektir60.

İblis'i masum göstererek savunması, ona hayranlık duyması ve kıyamet günü nasıl Firdevs cennetinde olacağını söylediğini görmek için el-Cili'nin el-İnsanu'l-Kâmil kitabını okumanız yeterlidir. Kitabında şöyle demektedir:

"Kıyamet gününe kadar lanetim üzerine olsun" dedi. "Kıyamet gününe kadar" sözü sınırlama ifade eder. Kıyamet (din) günü bittikten sonra ona lanet okunmaz. Çünkü tabiatındaki zulmetin hükmü kıyamet günü kalkmış olur. Onun için İblis'e, aslının gereği olarak, ancak kıyamet gününden önce lanet okunabilir, yani Allah'ın huzurundan kovulabilir. İblisin aslı, ilahi hakikatlerin tahakkuk etmesine engel olan tabiat engelleridir. Kıyamet gününden sonra tabiatlar engel değil, onun için kemalat cümlesinden olur. Artık lanet olmaz. Aksine Allah'a tam yakınlık olur. O zaman İblis daha önce bulunduğu, Allah'a yakın olan yerine döner. Bu da cehennemin yok olmasından sonra olur. Çünkü Allah'ın yarattığı her şey mutlaka daha önceki aslına döner. Bu kesin bir prensiptir..."81

Evet, el-Cili'nin söylediği bunlar. Bu sözlerin hangi dinde yeri varsa, onu ve benzerlerini sevenler ve savunanlar oraya yerleştirsinler ve bu gibi şeytanca oyunlarla müslümanların inançlarını bozmasınlar! İbn Arabi, cehennemin kafir ve günahkârlar için tatlı bir yer olacağını, oradan zevk duyacaklarını söylerken, el-Cili de cehennemin kafirlere zevk vereceğini, sonra yok olacağını ve İblisin lanetten kurtularak Allah'ın sevgili kulları arasına gireceğini söylemektedir.

Bütün Dinlerin Mensupları Haklı Ve Mutludur

el-Cili, kafirlerin Allah'ın kendisi oldukları için kafir olmalarının normal olduğunu ve bunun onlar için bir eksiklik olmadığını söylemekte, her türlü din ve inanç mensuplarının aynı şekilde haklı olduğunu, eninde sonunda saadete, yani Allah'a kavuşacaklarını söyleyerek bütün inanç ve dinlerle ilgili şöyle demektedir33:

"... Sonra Adem vefat etti. Zürriyeti de bölük bölük ayrıldı. Bir bölük Adem'in Allah'a yakınlığına inandı. Bu inanışı onu, Adem'in suretinde taştan bir heykel yapmaya götürdü. Bunu yapmakla zannına göre ona hizmet görevini yerine getiriyordu. Devamlı o heykeli müşahede etmek suretiyle, ona sevgilerini devam ettiriyordu. Belki kendisi de bu yolda Allah'a yakınlık kazanıyordu. Zira o biliyordu ki, hayatta Adem'e hizmet, Allah'a yakınlık vesilesidir. Sandı ki, Adem'in heykeline hizmet de aynı şeydir.

Bunlardan sonra başka bir zümre geldi. Bu yeni gelenler, hizmet anlayışım yitirdiler. Yapılan heykelin bizzat kendisine ibadet ettiler. Bunlar putlara tapanlardır.

Başka bir zümre de akıllarıyla kıyas yoluna saptılar. Puta tapanları kötülediler. Bunlardan bir kısmı, bizim tabiatın dört unsuruna tapmamız gerekir dediler. Zira âlem sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubetten ibarettir, asıl olana tapmak, fer'e tapmaktan daha uygundur, putlar ibadet eden kimsenin feridir, zira onun aslı ibadet edenin kendisidir, yani putu kendisi yapmıştır dediler. Bu kıyas sonunda tabiatın unsurlarına ibadete koyuldular. Bunların adı tabiatçılar oldu.

Başka bir zümre de, yedi gezegene ibadet yoluna gittiler. Dediler ki, sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubetten hiçbiri tek başına hareket edecek durumda değildir. Dolayısıyla, bunlara ibadette yarar yoktur. En uygunu bu yedi gezegene ibadet etmektir. Bu yedi gezegen şunlardır: Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit, Ay. Zira bunların her biri kendi başına hareket edebilir durumdadır. Alemde etkin bir hareketle kendi yörüngesinde seyreder. Dolayısıyla bazen yarar, bazen zarar verirler. En iyisi, kendi kendine tasarrufu olana tapmaktır. Bu gezegenlere ibadet ettiler. Bunlar felsefecilerdir.

Kimileri karanlığa ve aydınlığa ibadet yoluna gitti. Bunlar yalnız aydınlığa ibadet etmek, öbür yanı yitirmek olur; zira bu varlık karanlık ve aydınlıktan ibarettir, ama en uygunu bunların ikisine tapmaktır dediler. Bunun üzerine gezegen veya başka bir ayrım yapmadan mutlak aydınlık ve karanlığa taptılar. Nasıl tecelli ederse etsin, hiçbir ayrım yapmadılar. Aydınlığın adına Yezdan dediler. Karanlığın adına da Ehrimen dediler. Bu zümrenin adıda Seneviyye (dualistler)dir.

Başka bir zümre ise, ateşe taptılar. Hayatın tabii hararete dayandığını, hararetin mânâ, maddi suretinin de ateş olduğunu, ateşin her şeyin aslı olduğunu söylediler ve ateşe taptılar. Bunlar da Mecusilerdir.

Bir zümre de faydası olmadığını iddia ederek herhangi bir şekilde tapmadılar. Kendi kendilerine şöyle dediler; ibadet faydasızdır. Zaman ilahi fıtrat yönünden neyi gerektiriyorsa, o meydana geliyor ve olan oluyor. Durum böyle olunca, ancak içindekini dışa atan rahimler ve onları yutan toprak vardır. Bu zümrenin adı Dehriyyun (materyalistler)dur. Mülhidler olarak da adlandırılırlar84.

Bir de kitap ehli vardır. Bunlar fırka fırka ayrılırlar. Biri İbrahimiler (Brahmanistler)dir. Bunlar Hz. İbrahim dini üzere olduklarını söylüyorlar. Onun soyundan olduklarını sanıyorlar. Bunların kendilerine has ibadetleri vardır.

Yahudiler; bunlar Musevilerdir. Hristiyanlar; bunlar da İsevilerdir. Müslümanlar; bunlar da Muhammedilerdir.

Bunlar on millete ayrılırlar. Bu on millet, çeşitli milletlerin aslıdır... Hepsinin dayanağı şunlardır:

Kafirler, tabiatçılar, felsefeciler, dualistler (seneviyye), mecusiler, materyalistle, İbrahimiler (brahmanistler), yahudiler, hristiyanlar, müslümanlar.

Bu anlatılanlardan hangisi olursa olsun, Allah bir kısmını cennet için, bir kısmını da cehennem için yaratmıştır. Nitekim geçmişte peygamberlerin davetinin ulaşmadığı yerlerde yaşayanlar, Allah'ın cennetle mükafatlandırdığı hayır işleyenler ve cehennemle cezalandırdığı günah işleyenler diye kısımlara ayrılmışlardır.

Ehli Kitap da bu şekildedir. Şeriatlar gelmeden önce hayır; kalplerin kabul ettiği, nefislerin sevdiği ve ruhların hoşnut olduğu şeydir. Şeriatlar geldikten sonra ise hayır, Allah'ın kullarına öğrettiği kulluktur. Şeriatlar gelmeden önce şer; kalplerin kabul ettiği, ama nefislerin nefret ettiği ve ruhların kendisinden rahatsız olduğu şeydir. Fakat şeriatlar geldikten sonra şer; Allah'ın kullarına yasakladığı şeydir.

Sayılan bütün bu zümreler, kendisine ibadet edilmesi gerektiği şekilde Allah'a ibadet ederler. Çünkü Allah onları kendileri için değil, zatı için yaratmıştır. Onlar, hakkı olduğu şekilde O'nundur.

Yüce Allah, bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini ortaya çıkarmış (izhar etmiş)tir. Hepsinde zatıyla tecelli etmiş ve bütün zümreler ona ibadet etmişlerdir85

Kafirler bizzat ona ibadet etmişlerdir. Çünkü yüce Allah baştan başa hem bu âlemin, hem de bu âlemin bir parçası olan kafirlerin hakikati (kendisi) olduğundan, ona ibadet etmişlerdir. Allah kendi hakikatleri olduğu için bir rablerinin olmasını reddetmişlerdir. 0nun hiçbir rabbi olmayıp, mutlak rab kendisidir. Allah kafirlerin zatlarının aynı olduğu için zatlarının gereğine göre ona tapınışlardır.

Putperestlere gelince; onlar da karışım ve hulul olmaksızın Allah kainatın bütün varlıklarının her zerresinde bulunduğu için taptıkları o putların hakikati (kendisi)dir diyerek putlara taptılar. Onun için puta tapanlar Allah'tan başkasına tapmış değildirler. Bu tapmada Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir86.

Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin, gerçekler ne ise, mutlaka açığa çıkar. Zira putperestler kendilerine göre Hakka uymaktadırlar. Kalpleri onlara hayrın bunda olduğunu söylemiş ve bunun doğruluğuna inanmışlardır. Zaten Allah, kulu kendisini nasıl düşünüyorsa öyledir. Peygamber de "Müftüler sana fetva verse bile, kendi kalbine danış" demiştir.

Bu, genel anlamda kalp için söz konusudur. Ama özel anlamda, yani ayrı ayrı kalpler için durum böyle değildir. Ne her kalpten fetva sorulur, ne de her kalp doğru fetva verir. Onun için burada kastedilen bütün kalpler değil, bazı kalplerdir.

Putperestlerin yaptıkları bu işin hakikati hakkında besledikleri inanç, onları ahirette işin gerçeğinin bu şekilde ortaya çıkacağına inanmaya şevketmistir. Zaten yüce Allah "Her fırka sahip olduğu şeylere sevinenlerdir" demiştir. Yani dünya ve ahirette bu şeylere sevinmektedirler...

Onlar dünyada işlediklerine sevinir, ahirette de hallerine sevinirler. Sahip oldukları şeylerle sürekli sevinç içinde olurlar. Onun için tekrar dünyaya döndürülseler, putperestliğin sebep olduğu azabı gördükten sonra dünyada tekrar aynı şeyi yapacaklardır87. Çünkü o azapta lezzet latifesini görmüşlerdir. Onda (putperestlikte) devam etmelerinin sebebi odur. Çünkü Allah ahirette bir kuluna azap etmek istediği zaman, rahmet ile, o azapta kendisine gizli bir lezzet yaratır. Azaptan Allah'a sığınmaması ve korumasını istememesi için azap görenin cesedi o lezzete aşık olur. O lezzeti duyduğu müddetçe azapta kalır. Allah, onun azabını hafifletmek isterse, o lezzetini giderir ve rahmet etmek zorunda kalır. Allah "Darda kalanın duasına icabet eder"88. İşte o zaman azap gören kişi, Allah'a sığınır, kendisini azaptan korumasını ister. Allah da onu korur.

Tabiatçılara gelince; bunlar Allah'a dört sıfatı açısından ibadet etmişlerdir. Çünkü hayat, ilim, kudret ve iradeden ibaret olan dört ilahi sıfat varlık âleminin aslıdır. Sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet varlık âleminde bu sıfatların görünümüdür. Rutubet hayatın görünümü, soğukluk ilmin görünümü, sıcaklık iradenin görünümü, kuruluk da kudretin görünümüdür. Bu görünümlerin hakikati, o sıfatlara sahip olan Allah'ın kendisidir. Bu görünümlerde mevcut olan ilahi latife, tabiatçıların ruhlarına görünüp ilahi dört sıfatın eserini terk ederek âlemde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutubet olarak yaşayınca, ilahi yetenek bakımından yetenekler bu sıfatların, bu suretlerin anlamları olduğunu anladı. Yahut bu hayaletlerin ruhları veya bu görünümlerin tezahürleri olduğunu anladılar. Bu sebepten söz konusu tabiatlara taptılar. Kimileri bilerek, kimileri bilmeden taptı. Bilenler öncü oldular, bilmeyenler de onları izlediler.

Bunlar, sıfatları bakımından Allah'a ibadet ediyorlar. Durumlarına temel olan hakikatler açığa çıktığında öncekilerin sonu saadetle sonuçlandığı gibi, bunların da sonu saadet olacaktır89.

Filozoflara gelince; bunlar da Allah'a isimleri bakımından ibadet etmişlerdir. Çünkü yıldız (gezegen)lar Allah'ın isimlerinin görünümleridir. Yüce Allah'ın zatı da onların hakikatidir.

Güneş, Allah isminin görünümüdür. Çünkü bütün isimler Allah isminden hakikatini aldığı gibi, bütün gezegenler ışığını güneşten almaktadır. Ay, rahman isminin görünümüdür. Çünkü güneşin ışığını taşıyan en büyük gezegendir. Nitekim, önce de belirttiğimiz gibi, rahman ismi, Allah isminde en büyük mertebeye sahiptir.

Müşteri yıldızı, Rab isminin görünümüdür. Çünkü gökte en mutlu yıldız odur. Nitekim mertebe bakımından rab ismi de çok özel bir isimdir. Kendilerine rablık yapılan varlıklar rab isminin gereği olarak kibriyânın kemâline şâmildir.

Zuhal yıldızı ise vahidiyetin görünümüdür. Çünkü bütün felekler onun kapsamı içindedir. Nitekim vahid ismi bütün isim ve sıfatların üstündedir...

Allah, bu yıldızların hakikati olduğu için, ibadet edilen de kendi zatı olmuştur. Bu sebepten felsefeciler ona ibadet etmişlerdir.

Hiçbir varlık yoktur ki, insanoğlu ve diğer canlılar ona tapmış olmasın. Kaya kertenkelesinin güneşe tapması, pislik böceğinin pisliğe tapması ve başka hayvanların başka şeylere tapmaları gibi90. Alemde mutlak veya mukayyed olarak Allah'a ibadet etmeyen hiçbir canlı yoktur. Mutlak (herhangi bir şekil ve surette görüntüsüne değil, soyut olarak) ona ibadet eden muvahhid iken, mukayyed (şekil ve surette görünmüş olarak) ona ibadet edenler de müşriktirler. Ancak Allah'ın varlığı hepsinde mevcut olduğu için hepsi hakikatte Allah'a ibadet etmiş olurlar. Çünkü Allah'ın zatı hangi şeyde görünmüşse, o şeyde kendisine ibadet edilmesini gerektirmektedir91.

Muhammediler ise, yaratılmış varlıklardan herhangi bir şeyle takyid etmeden92, mutlak olarak Allah'a tapınışlardır. Muhammediler, ona bütün açısından tapmışlardır. Onu zahir veya batın herhangi bir yönle sınırlandırmadan tapmışlardır. Onların yolu, Allah'ın zatına giden Allah'ın yolu olmuştur. Onun için ilk adımda yakınlık derecesine nail olmuşlardır93. Bunlar, yüce Allah'ın "Onlar yakın bir yerden çağrılırlar" diye işaret ettiği kişilerdir.

Dualist (seneviyeci)lere gelince; bunlar Allah'a nefsi açısından tapmışlardır. Çünkü Allah nefsinde zıtları toplamıştır. Hem hakkiyet (yaratan), hem halkiyet (yaratılan) mertebelerini kapsamıştır. İki nitelikle iki hüküm de ortaya çıkmıştır. Dünya ve ahirette iki nitelikle görünmüştür. Hakkiyet hakikatine mensup olan, aydınlık olarak ortaya çıkmıştır. Halkiyet hakikatine mensup olan da karanlık olarak ortaya çıkmıştır. Dualistler iki niteliği, iki itibarı, iki hükmü birleştiren bu özellikten dolayı aydınlık ve karanlığa tapınışlardır. Hangi hükümden ve nasıl istersen, Allah onu ve zıddını zatında toplamaktadır.

Dualistler, zatında gerektirdiği bu ilahi incelikten dolayı ona tapınışlardır. O, hem Hak, hem halk adını taşımaktadır. Hem aydınlık, hem karanlıktır.

Mecusilere gelince; bunlar Allah'a ehadiyet açısından tapınışlardır. Ehadiyet bütün isim, sıfat ve mertebeleri yok ettiği gibi, ateş de böyledir. Unsurlar arasında en güçlü ve en üstün olandır. Paralelindeki bütün tabiatları yok eder. Büyük kuvve­tinden dolayı ona yakın olan bütün tabiatlar ateşe dönüşür...

Tabiatlarda ateş, isimlerde vahidiyetin görünümüdür. Mecusilerin ruhları bu miskin kokusunu alınca, nezle olup kızartmasının kokusunu duyamadılar ve ateşe taptılar. Ateşe taparken, bir ve kahhar olandan başkasına tapmış değildirler.

Dehrilere gelince; bunlar Allah'a hüviyet bakımından tapınışlardır. Rasulullah "Zamana sövmeyin, çünkü zaman Allah'tır" buyurmuştur. Yani dehriler Allah diye zamana tapınışlardır.

İbrahimi (Brahmanist)lere gelince; bunlar bir nebi veya rasule uydukları için değil, Allah'a mutlak olarak tapınışlardır. Allah'ın yaratmadığı hiçbir varlık yoktur derler. Alemde Allah'ın birliğini kabul ederler. Ama peygamberleri tamamen inkâr ederler. Allah'a tapmaları, peygamberlikten önce peygamberlerin bir nevi tapması gibidir.

Bunlar, Hz. İbrahim'in soyundan geldiklerini iddia ederler. Bizzat Hz. İbrahim'in Allah'tan almayıp kendisinin yazdığı bir kitaba sahip olduklarını ve bu kitabın içinde hakikatlerin anlatıldığını söylerler. Kitap beş bölümdür. Dört bölümünü herkesin okuyabileceğini söylerken, derin bilgiler içerdiğini söyledikleri beşinci bölümü ise ancak onlardan bazı kişilerin okuyabileceğini söylerler. Beşinci bölümü okuyanların, sonunda mutlaka İslam'a varacağını ve Muhammed'in dinine gireceğini düşünürler.

Bunlar daha çok Hindistan'da bulunurlar. Orada bunların kıyafetlerini giyen ve onlardan olduklarını iddia eden kişiler vardır. Halbuki onlardan değildirler. Aralarında putperestler olarak bilinirler. Onlara göre puta tapanlar bu zümreden sayılmazlar.

Yukarıda sayılan bütün dinlere mensup kişilerin kendi kendilerine uydurdukları bu ibadet şekilleri, sonunda saadete ulaşsalar bile, bedbahtlık çekmelerine sebep olacaktır. Çünkü bedbahtlık, saadetin zuhuruna kadar yaşayacakları uzaktık (ayrılık)tan başka bir şey değildir94. Bedbahtlık, bu süren ayrılıktır. Bunu da anla!.."95

Görüldüğü gibi, insanlar hangi din ve mezhepten olup neye taparsa tapsınlar, gerçekte Allah'a taptıklarını, çünkü o şeylerin Allah'ın görünümü olduğuna inanarak onlara taptıklarını, peygamberlerin bildirdikleri şekilde Allah'a tapanlar ilk etapta saadete kavuşacakları halde başka şekillerde tapanların ancak bir süre sonra saadete kavuşacakları, azap veya bedbahtlığın saadete kavuşuncaya kadar geçecek zaman içindeki ayrılıktan ibaret olduğu açıkça anlatılmaktadır. Onun için muvahhidler olsun, hangi türden kafir veya müşrikler olsun, hepsi de gerçekte Allah'a tapmışlar ve saadete ergeç nail olacaklardır.

İşte tasavvuf dini bu kadar hoşgörülü ve rahmeti her şeyi kuşatan bir dindir. Her türlü sapık felsefeyi İslam diye müslümanlara yutturan bu insanlar, bu şirk pisliklerinin İslam'la bağdaşmadığını ya kitaplarında, dergilerinde, konferans ve sohbetlerinde reddederek insanlara ilan ederler, yahut hem bu dünyada hem ahirette onların sahipleriyle aynı akibeti paylaşmaya devam ederler.

Dipnotlar:

42- Tercümesi: Ey benim güneşim ve tanrım, beka ve ömrüm sendendir, senden Hakka ulaştım, ey hakkımı veren hak! Bakınız, Sadeddin Taftazani, Risali fi Vahdeti'l-Vücud, 8, Ali Bey Matbaası, 1294 Hicri.

43- Bkz, Mecmuu'l-Fetava, 11/445-475, D. Alemi'l-Kütüb Riyad 91.

44- Gerçi İslam müslümandan böyle bir şeyi istememektedir. Böyle bir şeyi yapmak da doğru değildir. Ancak Allah'ın dininin saptırılması tehlikesine karsı dini hamiyetinden dolayı böyle bir şeyi göze almıştır.

45- Mesela, Mecmuu'l-Fetava'dan Tasavvuf bölümü olarak ayrılan 10-11. ciltlere baksınlar.

46- Mesela, Risale fi Vahdeti'l-Vücud kitabının sonunda Ali el-Kari şöyle demektedir; "Şüphesiz İbn Arabi akidesinin hakikatine inanan kişi, tartışmasız icma ile kafir olur" s. 114, Ali Bey Mat., İst. 1294 h. İbn Arabi hakkında Ali el-Kari'nin kitabındaki düşüncelerini Süleyman Ateş şöyle özetlemektedir: "Muhyiddin İbn Arabi kudretli bir bilgindir ama dini ölçülere aykırı sözleri vardır. Bu sözlerin bir kısmı sahibinin fıskını, icmaa aykırılığını, bir kısmı da iman dairesinden büsbütün çıkmasını gerektirir. İbn Arabi, bütün akidelerin doğru olacağını, bütün putların bir parça tanrılığa sahip bulunduğunu, dinlerin bir olduğunu, Firavn'ın tertemiz gittiğini... iddia etmekle dinden çıkmıştır". Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşarı Tefsir Okulu, AÜİF Yay., Ankara 1974.

47- Abdulkerim İbn İbrahim el-Cili veya el-Cilani olup Hicri 830 yılında ölmüştür, İranlıdır. En meşhur eseri "el-İnsanu'l-Kâmil fi Marîfeti'l-Evahir ve'l-Evail"dir. İbn Arabi'nin vahdet-i vücud felsefesini daha da ileri götürmüştür, Kitabı Abdülkadir Akçiçek tarafından Türkçe'ye bozuk bir tercüme ile çevrilmiş ve Üçdal Neşriyat tarafından 1974 yılında İstanbul'da yayınlanmıştır.

48- Arapça He harfinin içindeki boşluğu kastetmektedir.

49- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil fi Marifeti'l-Ev ahir ve'l-Evail 1/19, el-Matbaatu'l-Ezheriyye el Mısriyye, Kahire, 13 16 h.

50- Tevbe, 30

51- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kamil, 1/19

52- Bakara, 163

53- Al-i İmran, 189

54- Şura. 11

55- Her türlü noksanlık ve olumsuzluktan münezzeh olduğunu söylerler.

56- Haşir, 22-24

57- O, her şeyden öncedir, her şeyden sonra kalacak olandır, varlığı açık mahiyeti insan için gizlidir.

58- Hadid, 1-3

59- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil, 1/19, 20, Kahire, 1316 h.

60- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kamil, 1/9, Kahire, 1316 h. Allah ile yaratıklar arasındaki isim ve sıfat benzerliği, soyut isim benzerliğinden öteye geçmez. Allah'ın İsim ve sıfatları Allah'a göredir, yaratıkların isim ve sıfatları da yaratıklara göredir. İkisi anısında organik hiçbir bağ ve benzerlik yoktur. Mesela, görme sıfatını ele alalım. Allah'ın görmesi vardır, bizim görmemize benzemez. Görmesi Allah'a göre olup yaratıkların görmesine benzemez. Yaratıkların görmesi gözün varlığına, sağlamlığına, ışığın bulunmasına ve başka şartlara bağlı iken, yüce Allah'ın görmesi için böyle şartlar söz konusu değildir. Nitekim görme özelliği sadece insanda değil, bütün canlılarda vardır. Yine, Allah'ın konuşması vardır. Konuşması için insanlar gibi dile harflere, ses tellerine ve havaya ihtiyacı yoktur ve konuşması başka varlıkların konuşmasına benzemez. Sayılan bütün sıfatlar ve özellikler insanda da, başka canlılarda da mevcuttur. İsim benzerliğinden dolayı diğer varlıkların Allah'ın benzeri olduğunu söylemek nasıl mümkün değilse, insanın O'na yahut O'nun insana benzediğini söylemek de mümkün değildir.

Allah'ın isim ve sıfatları sonsuzluk ve mükemmellik özelliğine sahip iken, yaratıkların isim ve sıfatları eksiklik ve fani olma özelliğine sahiptir. İnsanın hayatta sorumluluk yüklenebilmesi için işlevini yapabilecek bazı niteliklerle donatıldığı gibi, diğer bütün varlıklar için de aynı şey söz konusudur. İsim ve sıfatlardaki benzerliğe bakarak insan ile Allah arasında benzerliğin olduğunu söylemek, Allah'ın izniyle hastaları iyileştirmesi ve ölüleri diriltmesine bakarak kimi hristiyanların Hz. İsa'ya uluhiyet sıfatını vermesine benzer ki, insana tanrılık sıfatlarını vermek olur, bu da küfürdür.

61- Abdulkerim el-Cili. el-İnsanu'l-Kâmil, 2/46.

62- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil, 2/46,

63- Abdulkerim el-Cili, a.g.e. 1/38

64- Araf, 12; Sad, 76

65- Abdulkerim el-Cili, a.g.e. 2/33

66- Abdulkerim el-Cili. a.g.e. 2/37

67- Bu dinler dediği hak ve batıl bütün dinlerdir.

68- Kendi zatları Allah'ın kendisi olduğu için ayrıca bir rabbın olmasını kabul etmediler.

69- Onların bunu bilerek ve niyet ederek yapıp yapmamaları önemli değildir.

70- Abdulkerim el-Cili, a.g.e., 2/76

71- "Allah Adem'i kendi sureti üzere yarattı" hadisi Buharı gibi sahih kaynaklarda rivayet edilmektedir. Ancak tasavvufçuların Adem'i Allah'ın bir sureli gibi gösterme çabalarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü olay şudur: Hz. Peygamber kölesini döven ve ona "Allah senin ve senin gibilerin yüzünü çirkin etsin" anlamında söz söyleyen adamı uyararak "Böyle söyleme, çünkü Allah Adem'i onun suretinde (onun gibi) yaratmıştır" demiştir. Suret kelimesinin sonunda muzafun ileyhi (tamlanan) olarak bulunan zamir Allah'a değil, köleye gitmektedir. Nitekim İbn Huzeyme ve îbn Battal da bu şekilde anlamaktadır. Bunun dışındaki yorumlar tamamen yanlış veya tutarsızdır, Zaten, Adem'in suret olarak Allah'a benzediğini söylemek Kur'an'ın "Hiçbir şey O'na benzemez" (Şura. 11) açık hükmüne aykırıdır. Hadis ne kadar meşhur olursa olsun, Kur'an'a aykırı olamaz. "Allah, Adem'i Rahman'ın sureli üzerinde yarattı" şeklindeki rivayette ise, Rahman kelimesi sonradan eklenmiştir. Yani bu rivayet müdrec olup makbul değildir.

(Bu rivayetler ve yorumları için bakınız; Celaleddin Divlek, Allah Adem'i Kendi Suretinde Yarattı Hadisinin Tevil ve Yorumu. İlim ve Sanat, 103-105, Nisan 1996, sayı 41. Fahreddin Razi, Esasu't-Takdis fi İlmi'l-Kelâm, Suret Bölümü, tercümesi). Celaleddin Divlek, yapılan bir takım yorumların Kur'an'ın kesin hükmüne aykırı okluğuna bakmadan dipnotlarda bir takım kişilerin saçma yorumlarını nakletmeyi marifet sanmış ve aşure gibi okuyucuların önüne dökmüştür.

Tasavvufçular, hadisten Adem'in şekil olarak Allah'a benzediği anlayışını çıkarmaya çalışmaktadırlar. Çünkü onlara göre insan-ı kâmil olan Muhammed, Allah'tan yaratılmıştır. Adem'de Muhammed'in nurundan yaratılmıştır. O halde Adem, Allah'ın suretini taşımaktadır. "Bilgisizce Allah'a erkek ve kız çocukları uydurdular. Onların nitelemelerinden Allah yüce ve münezzehtir"' (En'am, 100). "Allah, onların söylediklerinden münezzeh ve çok yücedir" (İsra, 43). "Allah, Adem'i kendi suretinde yarattı" hadisini, bazı konular dışında tasavvufu hararetle savunan Süleyman Ateş de doğru bir şekilde yorumlamıyorsa da, tasavvufçulardan farklı yorumlamakta ve Allah ile insan arasında organik bir benzerliğin bulunmadığını belirtmektedir. Aynı şekilde, eski tasavvufçuların da hadisi böyle anlamadıklarını ifade etmekte ve şöyle demektedir:

"Yine vahdeti vücud sisteminde en çok üzerinde durulan ve insanı Allah'ın aynı görmeye hüccet tutulan 'Allah Adem'i kendi suretinde yarattı' hadisi, ilk mutasavvıflarca hiç böyle bir anlama çekilmemiş., buradaki suret, usul, metod mânâsına alınmıştır. Yani Adem'i tasvir ettiği ve güzel yaptığı suret üzerine yarattı demektir. Burada suret, heyet ve şekil manasınadır. Kendi usulü ve üslubu üzerine yarattı demek olur" İşari Tefsir Okulu, 272.

72- Abdulkerim el-Cili, a.g.e., 2/48

73- Yani, insan Allah'ın aynası, Allah da insanın aynasıdır.

74- Abdulkerim el-Cili, a.g.e, 2/48

75- Zuhruf, 22-23, Ataların yolunu taklit etmeyi kötüleyen ayetlerden bazıları; Maide, 104; Araf, 28, 44, 102; Yunus, 78; Enbiya, 53; Şuara. 74; Lokman, 21

76- Bakara, 166

77- Ahzap, 66-68

78- AbduIkerimel-Cili, el-lnsanu'l-Kâmil, 1/28

79- Ayetin anlamını tahrif etmektedir. Çünkü ayette geçen "Alin" kelimesi, üstünlük ve ululuk taslayan anlamındadır. Alun diye melek ismi de yoktur.

80- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil, 2/38

81- el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil, 2/38-39

82- Abdulkerim el-Cili, a.g.c, 2/39. Aynı baskı, el-Cili'den önce İbn Arabi ve hepsinden önce Hallac, "Peygamberlerin imamı Hz. Muhammed olduğu gibi meleklerin imamı ve peygamberi de İblis'dir" demektedir. et-Tavasin kitabından el-Ezel, el-İltibas, el-Meşie tasinlerinden naklen Dr. Abdulkadir Mahmud, el-Felsefetu's-Sufiyye fi'l-İslam, 41-57, Hallaç, İblis'i meleklerin imamı ve peygamberi yaptığı gibi, Firavn'ı da savunur ve ariflerden olduğunu söyler. Bkz. Dr. Abdulkadir Muhmud, a.g.e, 377-379

83- el-Cili'nin din anlayışının tamamen açığa çıkması için uzunca bir alıntı yapmamız, gerekmektedir.

84- Bunlar zamanı tanrılaştıran ve her şeyin meydana gelmesinde zurnanın rol oynadığımı inananlardır. Bunların inancını şu ayet-i kerime dile getirmektedir '"Dünya hayatından başka bir şey yoktur, Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zamanın geçişi helak ediyor, derler" (Casiye. 24)

85- Yani, hangi şeye tapınış olursa olsunlar, gerçekle o şeyde tecelli eden, o şey olarak görünen Allah'a tapmış sayılırlar.

86- Yani, Allah'a tapıp tapmadıklarını bilip bilmemeleri ve ona tapmaya niyet edip etmemeleri Allah açısından önemli değildir. Çünkü putlar Allah'ın hakikati olduğu için ister istemez ona tapmış sayılırlar.

87- "'Eğer geri döndürülseler, yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Şüphesiz onlar yalancıdırlar" (En'am, 28) ayetine işaret ederek tahrif etmektedir.

88- "Yoksa kendisine yakardığı zurnan darda kalana karşılık veren mi?.." (Nahl, 62) ayetini sapık düşüncesi için kullanmaktadır.

89- el-Cili, "Tabiata tapanlar, gerçekte tabiatta görünen Allah'ın sıfatlarına taptıkları için Allah'a tapmış olmaktadırlar, Allah'a taptıkları için de saadete kavuşacaklardır demektedir".

90- İbn Arabi de aynı şeyi söylüyordu. İbn Arabi'ye göre, buzağıya tapmaya çalışan İsrailoğullarını engellemeye çalışan Hz. Harun bu inceliği kavrayamadığı için onlara engel olmaya çalışmıştır. Ama Hz. Musa bu inceliği kavradığı için Tur dağından dönüşte Hz. Harun'u bu engelleme çabasından dolayı azarlamış ve yermiştir. Çünkü, İbn Arabi'ye göre, o güne kadar buzağı dışında her varlık suretinde Allah'a ibadet edilmişti. Sıra buzağı suretinde Allah'a ibadet etmeye gelmişti. Hz. Musa bunu kavradığı için İsrailoğulları'nın buzağıya tapmasına karşı çıkmamış, bundan alıkoymaya çalışan Harun'u azarlamıştır. Bilgi için bkz. Fususu'l-Hikem, Harun Faslı.

91- Yani, Allah kendisine ibadet edilmesini gerektirdiği için göründüğü bütün şeylerde onu ibadet edilmesi gerekmekledir. Çünkü o şeyler de Allah'ın görünümü, yanı kendisidir.

92- Yani, Allah'ı temsil edecek herhangi bir şeye değil, doğrudan doğruyu Allah'ın kendisine ibadet etmişlerdir.

93- Yani başka varlıkların şahsında Allah'a tapanlar gibi dolaylı ve uzun zaman sonra saadete erenler gibi değil, direkt saadete ermişlerdir.

94- Onların bedbahtlığını, cehennemde görecekleri acıklı azabı azap olarak değil. Allah'a kavuşuncaya kadar geçecek olan ayrılık kabul etmektedir.

95- Abdulkerim el-Cili. el-İnsanu'l-Kâmil. 2/74-8!, el-Matbaatu'l Mısriyye, 1316 h.