Taç Giymiş Soytarının Hüküm Sürdüğü Saraydan Yayılan Kötülük

Sinan Ön

Kalbimize bıçak gibi saplanan acılar; insanlığımızı diri tutmak, kendimizi unuttuğumuzda hatırlamak için aklımızdan çıkarmamamız gereken olgulardır. Konfor alanlarımızda, maddi (eman) ya da manevi (iman) olarak güvenliğimizden emin olduğumuzu zannettiğimiz ve gardımızın düştüğü zamanlarda kendimize gelmemizi sağlayan; kötülüğün her anımızı kuşattığı bir vasatta ümit ve korku arasında sürekli teyakkuzda olmamızı, daima sefer halinde kalmamızı ve hayatımızı anlamlı kılmamızı nasihat eden acılardır.

Her alanda güçlü bir teknolojiyle donanmış kapitalist-emperyalist-liberal iktidarın; siyasi, iktisadi ve askerî tüm imkânları kullanarak uyguladığı şiddet, ironik bir şekilde Aydınlanma ve demokrasiden neşet ediyor. Egemen iktidar küreselleştikçe kötülük ve şiddet de küreselleşip sıradanlaşıyor. Öyle ki kendisini ‘insanlığın ilkesi’ olarak vaaz eden bu kültürün seçkin sınıfının bir üyesi, asker olarak görev yaptığı ülkede öldürdüğü insanları bir sayı olarak görüyor, sayının kendini tatmin etmediğini söylüyor, hatta bu sayıyı oluşturan toplama dâhil varlıkları insan olarak görmediğini dile getirebiliyor.

Kötülük bizatihi ‘medeniyet’ olarak cisimleşmiş, o medeniyetin misyonerlerinde kişileşmiş ve kıtalar dolaşarak ’iyilik!’ yapıyor. Hâlâ insan kalanlar tüm bu olup bitenlere bakıp dünyanın dört bir tarafında medeni kötülüğün dans ettiğini görünce: ‘Bu dünyanın medenileri bunlarsa barbarları kimlerdir?’ diye sormadan edemiyor.

İnsanlık tarihince var olan ancak modern dünyada radikalleşen kötülük, giderek kanıksanmakta ve açıklanmaya ihtiyaç duymayacak netlikte yaşanmaktadır. Buna mukabil gözleri ve kulakları hakikate kapalı olanlar için artık iyilikten ayırt edilemeyecek kadar iyiliğin sınırlarında dolaşan, kuzu postunda tilki gibidir.

Kötülük, insanın kendi eylemiyle yüzleşmeye başladığı andan itibaren, bütün bu süreçlerde kendisini hep dışarıda tuttuğu, kendisine yabancı kıldığı ve ötekiyle özdeşleştirdiği bir eylemdir. Daha da ileri gidenler kötülüğü tanrıya isnat ederek Epikür’den ilhamla: “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? O zaman güçsüzdür! Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? O halde kötüdür! Hem güçlü hem de iyi ise bu kadar kötülük nereden geliyor?” diyebilmektedirler.

Oysa kötülük başlı başına insani bir süreçtir. Varlığın her kademesinde kötülüğün nereden geldiği, insani eylemlerden bağımsız bir tabiatı olup olmadığı, nedenselliği, sıradanlığı ve radikal kötülüğün kaynağı tartışılan konular olsa da kötülük insani bir süreçtir. İnsanların kendi güç ve iktidarlarını kavi kılmak, kendi var oluşlarına yer açmak için mücadele ederken biriktirdikleri şiddet, intikam, günah gibi olgular üzerinden ortaya çıkan bir olgudur. Egemen olmak adına eşyaya şekil vermenin, doğal olanı yerinden etmenin, ötekini istediği forma sokmanın aracıdır kötülük.

Batı düşünce tarihinde, ilkçağ filozoflarına göre kötülük; tanrısal tasarımı kavrayabilme yetisinden yoksun insana özgü bir eksikliktir. Sokrates’in ifadesiyle: ‘Kendini bil, kendini tanı!’ buyruğundan yoksun olmaktan kaynaklanır. Orta Çağ’da kötülük, tanrının sözünü anlamamak ve tanrının muhatabı olamamaktan kaynaklanan, günah durumunda ortaya çıkan bir eylemdir. 18. yüzyıl filozofları ise iyi ya da kötü ahlaki eylemlerin seçimini; bireyin içinde yaşadığı toplumsal koşulların, tarih, kültür, coğrafya ve eğitim kodlarının belirlediğini söylerler. Kant’ın söylemiyle “İnsan iyi ile kötü arasında tercihini yaparken irade mi yoksa ödev bilinci mi belirleyicidir?” diye sorarlar.

Oysa dünya üzerinde yüzyıllardır yaşanan savaşlar, yıkım ve katliamlar, sömürgeleştirme gibi eylemler göz önüne alındığında, ‘Kötülüğün insandan bağımsız bir tabiatı var mıdır?’ sorusu anlamını yitiriyor. Dünyaya sırtını dönmeyip vicdanlarını teyakkuzda tutanların bildiği, Gazze’de yaşanan zalimliklere şahit olan tüm insanlığa ise ayan olan kötülüğün kaynağını, artık tartışma götürmeyecek şekilde biliyoruz. Genetik kodlama ile kendini evrim basamağının en üst mertebesinde gören insan türüne ait kurumsallaşmış kötülük görülmeyecek gibi değil. Doğayı dizginlemek, ötekini egemenlik altına almak için kendi türünün kurdu kesilen bu insan türünün kötülüğü apaçık ortada. O zaman soruyu şöyle sormamız gerekiyor: ‘İnsanların, davranışlarını belirlerken temel alacağı değerleri kim/ne belirler?’

İnsanı dik duruşu ve dil yetisiyle donatan yaratıcının bu nimetini ne kadar hak ediyoruz? Yaratıcıya isyan edip onu aşmaya, onun yerine geçmeye çalışarak mı bu nimete karşılık vereceğiz? Adağımızı sunarken gösterdiğimiz özensizlik ve saygısızlık yüzünden, adağımızın kabul edilmeyişine karşı tövbe etmeyip hırs ve tutkularımızla kan dökücü olmayı mı seçeceğiz? Evet, maalesef seçtiğimiz bu! İnsan, evreni ve var olan bütün türleri karşısına alarak onlara ad verdiği, tasnif ettiği, kendisini ise onların dışına taşıyarak bir tarih kurduğu vakit kötülük yeryüzünde iz, mekân ve imkân bulmaya başladı.

Jose Saramago ‘Kabil’ isimli kitabında, Kabil-tanrı ve kötülük ilişkisini ilginç bir zaman-mekân ve sembolik dil üzerinden anlatır. Hırs, kibir, adak ve körlük; otorite tarafından reddedilip dışarıda bırakılmak, ölüm ve öldürmek… Bugünün zalimleri yaptıkları barbarlıklar için kendilerine ‘tanrısal referanslar’ arasalar da ancak bulacakları Kabil’in yaşadığı duygulardır. Meşru, asıl ve tek otorite tarafından adağı kabul edilmeyen Kabil’in kan dökücülüğünün mirasçıları, Kabil’in duygularının da mirasçılarıdır.

Çünkü Habil, sürüsünün en verimli zamanında, onları en dikkatli şekilde besleyerek, içlerinden en genç, en dinç ve en güçlü olanını seçerek adağını özenle sundu. Kabil ise hasat zamanına bakmadan, toprağın verimini gözetmeden bahçesine baktı ve eline ilk geçen mahsulleri hızlı ve özensizce adadı. Toprağı, bahşedene rağmen iliklerine kadar sömürgeleştiren Kabil, onu bahşedene gereği gibi saygı duymamıştı. Yetmedi, Allah’ın güzel kulunu kıskandı ve öldürdü.

Bugün dünyayı sömüren küresel haramilerin yaptığı gibi! Dünya nimetlerini tekelinde tutup yoksun ve yoksul bıraktıkları halklara ölmeyecek kadar, ancak tüketim günü geçmiş ürünleri adayan hümanist Kabiller! Adakları kabul olmayınca ‘Tanrı bize vaat etti!’ diyerek Tanrı’nın kullarını katleden zalimler!

Kabil, dikenler arasında ekilen söz gibiydi. Duyduğu, bildiği, tecrübe ettiği halde hırsları, arzusu onu boğuyordu. Yaptıklarının itaatsizlik, haksızlık ve cinayet olduğunu kabul etmiyor, nefsi ona sürekli; ‘Sen kötü bir şey yapmadın, hakkını aradın!’ diye telkin ediyordu. Artık Kabil yıkımlar, cana kıymalar, aldatmalar, aldanmalar, yokluklar, yoksunluklar, öfke, hırs ve yalnızlık için öncü ve şahit yazılıyordu. Oysa o da Habil gibi, iyi bir toprağa ekilen iyi bir söz olabilirdi.

Habil ile Kabil arasındaki bu fark insanlığın imtihanı olmaya devam ediyor. Varlığın ve yokluğun, sahip olmayla ikram etmenin, vermeyle almanın, bağışlamayla bağışlanmanın imtihanı… İmtihanı kazanmak istiyorsak bir başkasının acısını, yüz yüze kaldığı kötülüğü, kendi duygu durumumuzla karşılaştırarak kendi üzerimizden anlamamız gerekiyor. Bosna’da tecavüze uğrayan kadının; Suriye’de eşi, babası ya da abisinin cesedini arayan kadının; Gazze’de parçalanmış bebeğini toplamaya çalışan bir babanın acısını, aynıyla hissedemesek bile paylaşmak zorunda olduğumuzu anlamamız gerekiyor. Çünkü tüm bu yaşananlar kötülüğün insana dairliğini, şimdi ve burada olduğunu anlatıyor.

Modern dünyada her yer kan içinde. Kan kokusu toprak kokusuyla karıştı ve perdelenen insanlığın ten kokusuna dönüştü. Bedenine her dokunduğunda taze kan ve toprak kokusu geliyor. Beşerin doğasına gömülen ve ancak insanlığını hatırlamakla arınılacak kötülük, kendini en iğrenç ve acımasız şekilde gösteriyor. Yüz yıllarca Filistin’de, Suriye’de, Bosna’da, Ebu Gureyb’de, Guantanamo’da, Türkistan’da, Hiroşima’da, engizisyonda yaşananlar insanın kalbindeki kötülüğün şiddetle, intikamla, işkenceyle, öfkeyle ve arzuyla nasıl dışa vurulduğunu apaçık ortaya koyuyor.

İblis’in ‘La’ demesiyle başlayan bu yazgı, ‘ateşten olanın çamurdan olana üstün olduğu’ iddiasına dayanıyordu. Oysa İblis’in yolunu sürdürenler de çamurdan yaratılmışlardı. Fakat onlar bir türlü çamurdan çıkamıyorlardı. Onların öfkesi; Kabil’in Habil’e duyduğu haset, Firavun’un Asiye’nin adaletine ve vicdanına duyduğu kindi. Onların korkusu; Hz. İbrahim’in yok olup gidenler arasında yok olmayanı bulması, putları kırıp suçu en büyük putun boynuna asmasıydı. Onların kaygısı; latif ve emin olarak korunmuş, ilahi kelamın taşıyıcısı Hz. Meryem’in getirdiklerineydi. Onlar, Muhammed’in (as) cahiliye içindeki yalnızlığına rağmen eminliği ve merhametinden, kısaca insan olmaktan korkuyorlardı. Çünkü insan olmak sorumluluk yüklenmekti.

İnsan yeryüzünde kan döktü, ırza geçti, çaldı, büyüklendi, diklendi, günah işledi çünkü beşerdi. Aceleciydi, unutkandı, zayıftı, cahildi. Bununla birlikte insan istidlali düşünen, mülkü emanet olarak almak isteyen, Rabbin yeryüzündeki temsilcisiydi. Üzerimizde iktidarı olmayan Şeytan: “Ben sizin üzerinizde otoriter değilim, sadece davet ettim, siz geldiniz.” diyordu. Şeytan sunar, insan seçerdi. İnsan kimi zaman Hayy bin Yakzan gibi diri ve uyanıktı. Muhataptı, muhatap alıyordu. Çevresindeki her şeye, onlarla aynı seviyeden bakıyordu. Karşısında değildi, yaratılmışın tam da kalbindeydi. Dingin ve içtendi. Bazen de Robinson gibi telaşlı, yalnızlığı yok olmak bilen kör ve ölüydü. Korkusunu bitip tükenmek bilmeyen sahiplik duygusuyla perdeleyerek her şeyi yönetmek isteyen, çatışan, ‘hesap yapan’, dinlemektense dinletmeyi, izlemektense egemen olmayı planlayan, yalnızlığını arkadaşla değil araçla gidermek isteyen, duygularını kendisinden bile saklayan mağrur bir çaresizdi. Dolayısıyla hep gölgedeydi ve ancak çevresine hâkimiyet kurduğu zaman içindeki uğultudan uzaklaşabiliyor, ötekine rağmen varoluşunu ‘düzenlediğinde’ ortaya çıkan şeye dönüşüyordu.

İnsan ‘Ben kimim?’ sorusuna halen cevap arıyor. Gelinen noktada sorular, sibernetik olarak ‘Ben insan mıyım yoksa yapay zekâ ile programlanmış bir makine mi?’; genetik olarak ‘Bir insan mıyım yoksa sanal bir klon mu?’; cinsel söylemle ‘Biyolojim kimliğimi belirler mi? Yani neden erkek ya da kadın oluşumu ben belirlemiyorum?’ şeklinde güncellendi. İnsan 21. yüzyılda, bunca teknolojik gelişmelere rağmen hâlâ ‘Ben kimim?’ sorusuna cevap arıyor. Ama buzağıyı öküzün altında arıyor ve işte bu yüzden hep bir tarafı eksik kalıyor. Çünkü Tanrı’ya rağmen kendi sesinde boğuluyor. Tanrı’ya rağmen sonunu ilan etmek isteyerek tanrılığa tekrardan soyunuyor.

Adorno’nun anlatımıyla: ‘Alman işgal birliklerinden bir subay Picasso’yu atölyesinde ziyaret eder ve Guernica resmini göstererek şöyle sorar: ‘Onu siz mi yaptınız?’ Picasso bu soruya: ‘Hayır, siz yaptınız!’ karşılığını verir. Gazze’de yaşananları böyle resmeden kaç dahi çıkar bilmiyorum ama Siyonistler: ‘Bunu biz yaptık!’ demekten hiç gocunmuyorlar. Arendt’in ifadesiyle: “Kötülük, kötülük olmayan kötülüklerle başlamış ve sıradanlaşan kötülük gündelik yaşamın varoluşsal bir unsuruna dönüşmüştü.”

Bugün kötülük, salt gündelik hayatın değil modern sanatın da kurucu aktörüdür. Avrupa merkezli sanat anlayışında hâkim olan temel kabullerden biri, ‘Kötülüğün olduğu yerde sanat kusursuzca görünendir.’ 19. yüzyılda yaşanan siyasal, kültürel ve ekonomik değişimler, Camus’un dediği gibi: “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı.” şeklinde yorumlanır. Çünkü modern dünyanın temeli atılan bu zamanlar iddia edildiği gibi ‘aydınlık’ değildir. ‘Tanrıyı öldürüp’ bilim sayesinde özgür ve refah içinde yaşayacağını sanan modern insanın öngörüsü; eksik olmayan savaşlar, sömürgeleştirme, katliamlar, toplama kampları, totaliter devletler ve zengin dünyada açlıktan ölen insanlar gerçeğiyle altüst olmuş, yaşanan acılar laik ilerlemecilerin varsayımlarını yerle bir etmişti.

Zamanımızda ise kötülük gerçek ve dolaysız olarak tecrübe ediliyor. Her türlü şiddeti ve acıyı içeren kötülük ekranlardan canlı yayınlanıyor. Stadyumlara doldurulan milyarlarca insana vahşice parçalanan bebekler izlettiriliyor. Egemen iktidarın, ötekine reva gördüğü zalimlik, ölüm, savaş ve soykırım soğukkanlılıkla gerçekleştiriliyor. ‘Akan kanı kahvelerine karıştırıp içeceğini’ ifade edenler, vahşetten aldıkları psikopatça hazzı paylaşmaktan çekinmiyorlar.

Aristoteles’in “İnsan politik bir hayvandır.” ve Hobbes’in “İnsan insanın kurdudur.” yargılarıyla temellenen ve 21. yüzyıla kadar Aydınlanma’nın iktidarında somutlaşan ‘insan doğasının içgüdüsel saldırganlığı’ iyilik ve kötülük arasındaki tahterevallinin ağırlık merkezini belirliyor. Bu noktada tahterevallinin iyilik tarafı baskı, korkutma, sindirme, öldürme ve soykırım gerçekliği ile kötülük tarafını bir türlü kaldıramıyor. Dolayısıyla Aydınlanmacı ve mekanikleştirici akla duyulan güven giderek sarsılıyor. Bu yüzyılda ‘tarihin sonu’, ‘ideolojilerin sonu’, ‘öznenin ölümü’ tezleri aslında bir anlamda sıfır noktasına gelindiğini ve modern sistemin tükenmişliğini itiraf ediyor.

Kötülük, ahlakın yanında siyasetin de önemli problemi olarak hukukun ve iktidarın kavramsal yapısını ve pratiğini belirliyor. Demokrasi adına özgürlüğü paranteze alan edimler meşrulaştırılırken, ilkesizlik tam da ilkesellik olarak sunuluyor. Oysa insanlık tarihinin barbarlık ve cehaletle dolu olmasının altında yatan en büyük etken, üretilen yapay kaynak kıtlığı masalı ile büyük kitlelere ‘insan’ muamelesi yapılmaması ve gereken önemin verilmemesidir. Bu yüzden kötülük problemi ve şiddet her şeyden önce insan olma sorunuyla alakalıdır.

Modern dünyanın felsefesini belirleyenlerden, Machiavelli’nin Hükümdar’ında insanlar yaratılıştan kötüdür. Sevilen kişilerin şiddetinden çok, korkulan kişilerin şiddetinden çekinildiği için, hükümdarın egemenliğini sürdürebilmesi korkulan kişi olmasına bağlıdır. Hobbes’in Leviathan’ında da insan şimdi ve burada doğa, toplum ve tanrı ilişkisinden ortaya çıkan vahşi ve kana susamış bir karaktere sahiptir.

Modern insan hiçlik, günah, suç, şiddet ve kötülüğü besleyerek tanrıyla kavgalı, tanrıya rağmen yıkıcı-kıyıcı iktidar geliştiren ve intiharı tanrının iradesini yok sayan bir özgürlük eylemi olarak kabul eden bir kimlikle çağına sesleniyor. Modern insan, Aydınlanma’nın çağrısı doğrultusunda ergin olma yolunda medenileştikçe, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olmaktan uzaklaşıp iktidar ve üretici güç olarak bir tür insan yiyiciliğinin, insan kıyıcılığının, başka bir ifadeyle sömürgeciliğin kurumsal temsilcisi oluyor. Modern insan için hazza dönüşen bu savaş durumu ‘demokrasi’, ‘refah’, ‘sosyal adalet’, ‘medenilik’ adları altında çeşitli maskelerle meşrulaştırılıyor.

Kötülük problemi ve şiddetin araçsallaşması tarihsel bir sürece sahip olsa da özellikle post-modern dönemin ‘her şeyi meşru gören’ tavrı, şiddeti görsel bir seyirlik malzemeye dönüştürdü. Edebiyat, sinema, televizyon, dijital oyunlar, mimari vb. alanlar kötülük ve şiddetin hem alanını genişletti hem de güçlendirerek görünür kılınmasına sebep oldu.

Demokrasi kamu düzeninin korunması, düzene karşı çıkan ötekilerin temizlenmesi için başvurulan şiddetin bir aracına dönüştürüldü. Hukuk, demokrasi ve insan hakları çerçevesinde uygulanan şiddet meşru kabul edildi. Bugün şiddet, bireyleri ‘terbiye’ etmek, itaat devşirilemeyen toplumları sindirmek için kullanılıyor. ‘Demokrasi ve özgürlüğün ihdası’ söylemiyle toplumlara yaşatılan kötülük ve şiddet sömürgeleştirmeyle sonuçlanıyor. Bu sonuca ulaşmak adına ‘halkların koruyucularının’ bizzat aynı halkları katletmesi ise insan hakları söylemlerinin ‘evrensel’ normlarına bir türlü dâhil olamıyor.

Arendt ve Adorno’ya göre “Batı için Auschwitz kötülüğün ve şiddetin zirvesidir. Bundan sonra insanlık tarihinde böylesi bir şiddet görülmez.” yargısı yakın tarihimizde yaşananlar göz önünde bulundurulursa oldukça eksik kalıyor.

II. Dünya Savaşı’nda en büyük kitlesel vahşeti gerçekleştiren ABD, savaş sonrası dünyanın büyük bir kısmını kendi ekonomisine hizmet edecek şekilde organize etti. Bunun meşru gerekçesi ‘demokrasi ve özgürlük’ olacaktı. 20. yüzyılda ülkeleri egemenlik altına almak için istikrarsızlaştırıp ardından ‘istikrar’ getirilmesi amacıyla kullanılan demokrasi en etkili silahtı. Bu doğrultuda küreselleşen kapitalizm, dünya üzerinde egemenliğini İslamofobik katliamlarla, karşı kültürlere yönelik korku siyasetiyle, öteki olarak gördüğü toplumları izole etmekle gerçekleştirdi. Sindirerek, boyun eğdirerek, öldürerek özgürleştirme eylemi tüm hızıyla dünyaya yayılmıştı.

Avrupa’nın merkezinde yapılan Srebrenitsa katliamı bir etnik soykırım olarak dünya tarihine kara bir leke olarak kazındı. Batı merkezli medeni şiddet, dünyanın hemen her bölgesinde etnopolitik temizlik yapmaya devam ediyor. Bu yazı yazılırken dördüncü ayını dolduran Gazze soykırımında, ABD’nin ileri karakolu Siyonist İsrail binlerce çocuk, kadın ve sivili katletti. Katletmeye devam ediyor.

Demokrasinin araçsallığında dinî, etnik ve politik gruplar üzerinde şiddet meşrulaştırılıyor ve yapılan etnik temizlik ‘savunma amaçlı barış eylemleri’ olarak kayıtlara geçiyor. Evrensel demokrasi, yurttaş ve toplum hakları, insana rağmen insan için ‘insan hakları’ adına gerçekleştirilen vahşet, propaganda araçları ile manipüle ediliyor.

Gazze’de yaşananlar her kriz anında olduğu gibi insanın kendi içine dönüp varoluşunun anlamını sorgulamasına sebep oluyor. ‘Tanrılarını öldürenler’ kendilerine sığınacak bir tanrı arıyorlar. Çünkü Rablerinin buyruklarını yerine getirmek için canlarını hiçe sayan adanmış insanların imanları, onları bu arayışa itiyor. Bu noktada insan, ‘Ben kimim?’ ve ‘Hangi iktidar benim kim olduğumu belirleme hak ve yetkisine sahiptir?’ sorularıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Sorgulamasının hikmetle sonuçlanması duasıyla…