Sahne Suflörleri...

Nurettin Özcan

Bir de şaşman yok mu, Marius'un kulağı neden öyle pis kokuyor diye!

Oysa kabahat senin, Nestor. Sen değil misin onun kulağını hep dolduran?

Martialis

Toplum hayatı kavram kepazeliğini bağışlamaz. Bireyin şuur altına sızan her yanlış kavram örselenmiş toplumun ruhî plâtformunu biraz daha göçürür.

Ünlü mason Prens Sabahattin, eğitimde Anglo Sakson muhitinden istifade etmeyi: "Bireyci ailelerin meydana gelişinden sonra topraklarımızın yeni ve hakiki fethi başlayacaktır." diyerek ifade eder.

Halbuki İngilizler, sömürgelerinde Sabahattin Bey'in fikirlerini uygulamada pek küsur etmemişlerdir. Hindistan ve öteki sömürgelerinde, Anglo Sakson okullarının ürünü bireyci "Elit" yetiştirmişlerdir. Bunları devlet kapısında değil şahsi teşebbüs sahasında kullanmışlardır.

Türkiye'de de emperyalizmin araç olarak yararlandığı Rum ve Ermeni zenginlerinin çoğu bu tip okullarda eğitim görmüşlerdir.

Neticede bir avuç bireyci komprador yetişmiş, "kamucu" geri toplum daha da gerilemiş ve köstebekleşmiştir. Emperyalizmden habersiz görünen bu hürriyetçi yazarların halka karşı tutumları da Tanzimat Paşaları kadar güvensizdir. Yazılarında zaman zaman bir halk düşmanlığının belirtilerini bile görmek mümkündür.

Halk en iyi niyetle onlar için eğitilmesi gereken bir cahiller yığınıdır. Murat Bey: "Halkın cinayetlerden", Abdullah Cevdet: "istemezük demekten başka bir şey söylemesini bilmeyen avam"dan söz etmektedir.

Tarihçi Murat Bey: "Halk baskısı maazallah devleti yıkar." tarzında bir görüş ortaya koyar ve şöyle devam eder: "Batıda olduğu gibi bizde aşağıdan bir tazyik icraası caiz değildir itikadındayım. "1

Bir toplumun hayati unsurlarını kaybetmiş nüfus çokluğundan ibaret alelade yığınlar haline gelmesi için nelerin gözden çıkarılması gerekiyor?..

Hele hele dönemin Dışişleri Bakanı Keçeci Fuat Paşa'nın yabancı elçilere: "Bize suflörlük ediniz, fakat sahneyi ve rol icrasını bize bırakınız."2 yakarışını hangi akl-ı selim ürpermeden telâffuz edebilir? Bir hayatı bu kadar boş, anlamsız ve yine bu kadar değersiz kılmaya kim hak sahibidir?..

Yaşadığımız hayatı İyi anlamak zorundayız. Bu bizim hayatımız mı? Bu renkler ve bu gök bizim mi? Peki sevdalarımıza ne oldu? Bu vurgun üstüne vurgun niye?!..

Allahım Alâaddin'in sihirli lâmbasını bulabilmek için nurdan kulelerimizi nasıl da fütursuzca yıktık...

Gelecekte gülmeyi murat edenler bugün için ona bedel olabilecek kıymetleri bir diyet olarak ödemek zorundadırlar. Aksi halde etraflarını ebediyyen kuşatacak dikenli çitlerin içinde mahrum bir mahkumiyetle zillet zincirinin onursuzluğunu taşımak zorunda kalacaklardır.

Bir

Esasen saadete uzanan yollardan pek erken veda edenler için zilletin o kahredici aşağılatıcılığı da pek bir şey ifade etmez. Karanlığın pasını silecek olanlar elbette esenliğe hasret duyanlardır.

Esenliğin şavkının doğduğu ufka korkulardan pusarak gidilmez ki!.. Şuuraltına düğümlenen ürküntülerin isyanını bastıramazsanız ve buna yeter gücü ruhunuzda bulamazsanız eğer, korkuların yasası karanlık ve uzun geceler boyu sürecek demektir.

Osmanlının ihtişamını kaybettiği o son demlerde, Almanlardan kurmay heyetinin yetiştirilmesi vs. hususlarda yardım talebinde bulunulur. Bir süre sonra Alman sefiri Vangenhaym'ın Türk müracaatını imparatorlarının kabul ettiğine dair sadrazam Sait Halim Paşa'ya yazdığı cevap notası mağrur bir ifade taşır: "Ulu Efendim Majeste İmparator Kral, Osmanlı İmparatorluk hükümeti tarafından gösterilen isteği, lütfen kabul etmek tenezzülünde bulunmuşlardır."

Sadrazam Sait Halim Paşa'nın cevabı şudur: "Osmanlı hükümeti, bu yüksek teveccüh İşaretinde bulunmaya tenezzül ettiğinden dolayı derin şükranını Majeste İmparatorun tahtını ayaklarına vazetmesini ekselansınızdan rica eder."3

İki

Evet, asırların ihtişamına, adaletine ve azametine şahitlik ettiği koca bir devletin takvimler bu kez zillet ve sefaletine tanıklık eder. Demek ki vaktiyle İttihatçılar kurşunlarını boşuna harcamamışlardı, devirdikleri her hedef yeni bir günaha hayat vermiş...

Nasıl olur da insanoğlu mutsuzluğunu bir saadet yoluymuş gibi şevkle kovalar? Bize ait neyimiz kaldı?.. Yıllar öncesinin direkler arasının o ünlü Kavuklu ve Pişekâr'ı bile çıkınlarını toplayıp yerlerini Madonnalara terk ederlerken arkalarında Şehzade başının Ramazan gecelerine ait unutulmaz hatıralarını bırakıp sahnelerinden buruk bir hüzünle ayrılmadılar mı?

Ah! O hayatlarına istikbal biçemeyen tutsak ruhlar...

Azaldı

halk içinde yüzdeki ben gibiler

eldeki siğile

çıbana - etin yumuşak bir yerinden sökün eden

döndü halk ve cüzzam ne gün yürüdü

ve hep bir yaprak değil miyiz ki

bir zaman yarıp çıkmak serüveninde

öz dalımızı

topu topu bir mevsimi yaşarız işte

müşa'şa bir sonbahar figüranıyız

hepimiz de

ve cüzzam ne gün yürüdü sormalı

değil mi ki Ebabil

adil

bir infazın adıdır

ve insan

- ne şu ne bu -

iyi oyunundan

sorulmayacak mıdır?4

Evet, batı entelejansiyası'nın iltifatına mazhar olmayı sahip olunabilecek tek ideal ve yegâne mazhariyet bilen yerli lejyonerler sonunda hem akl-i selimini hem de ruh asaletini kaybetmiş bir toplum çıkarırlar ortaya. Âlî Paşa'nın: "Cenab-ı Hak bu millet ve memleketin saadet-i hâlini beş altı kişiye emanet etmiş. Onlarda devlet işlerini idare edivermelidirler." diyerek aşağıladığı bir toplum... Tortutaştırılmış, niteliksizleştirilmiş, bezgin ruhların toplumu... Güzel günlerini yalnızca rüyalarında yaşayıp gündelik hayatlarında Eflâtun'un mağarasında eşelenen yoksullar...

Köy Enstitülerinin mimarı Hakkı Tonguç şöyle bir olayı efe alır. Ama bu olayın kahramanını açıklamaz nedense ve bunu söylemekte sakınca görür.

"Bir gün Ankara 'ya yakın bir yerde büyük bir zat nutuk veriyor. Bu saygıdeğer büyük zatın çevresinde de büyük bir kalabalık var. Her sözü kerametmiş gibi dinlenen, alkışlanan bu büyük adamın nesinden çekiniyorlar yahut niye bu kadar saygı gösteriyorlar? Bu sonu gelmez alkışlar sırasında yabancı, meraklı bîr adam söylenen sözleri dinleme merakına kapılıyor ve yüksek sesle:

- Be ağalar bırakın şu alkışları da adam ne söylüyor onu dinleyelim. Alkıştan kulağımıza bir şey girmiyor, der ama nutuk vereni olduğu gibi bunu da dinleyen olmaz. Bu defa bu meraklı adam tekrar ağzını açar daha yüksek bir sesle:

- Ağalar önce nutuk dinlenir sonra alkış tutulur. Siz ise soluk alamadan her dakika alkışlıyorsunuz. Siz buraya nutuk dinlemeye mi geldiniz alkışlamaya mı? Nedir bu alkış hevesi?

Köylülerden biri:

- Essah dedin efendi velâkin senin haberin yok, bizi buraya lâf dinlemeye değil alkışlamaya gönderdiler. Hem de jandarma ilen. Yoksa nideceğiz bu elin adamının lâflarını. Senin anlayacağın biz buraya köyceğiz geldik, istersen gelme emir var. Herifi alkışlayacaksın hem de durmadan. Bizim köse muhtar da aha orada hem alkışlıyor hem başını sallıyor. Ne yapsın o da emir kulu. "5

Kelimelerin gücü mü azalıyor acaba? Yoksa öyle değil mi? Peki o zaman o söz, o kelâm niye öylece orta yerdedir ve neden öylece bezgin ve çaresiz?!..

Toplum katlarının idraklerini kaybettikleri noktada kelimeler de insanın ruhuna sızan sihrini kaybediyor.

Oysa insan hayatının varlık zemini kelimeler değil mi? İnsan hayatının kutsal burçlarını diken de yıkan da kelimelerin gücü... Hitler kitleleri bu güçle büyüleyip Sibirya'da ölümüyle tanıştırır. Lenin bu gücün tılsımıyla proletaryanın tutsaklığını sağlar. Nuh ve Lût yine bu kelimelerin diliyle yalvarıp yakarırlar. Ve nice kahrolası ilmikler nice ömürlerin önüne bu kelimelerin gür yankısıyla düğümlenir...

Hürriyet de kelimelerde gizli esaret de...

Allahım bazen öyle göğü yere serecek çığlıklar anaforlaşır ki, gök kubbe çatlıyor sanırsınız. Ama duyulmaz o ses ve yine kendi girdabında bazı yürekleri dağlaya dağlaya bir yıldızın kayması gibi kendi yapayalnızlığında söner gider.

Işıltısı sönen her yıldız göğün maviliklerine karalar katar... Olsun, ürkek ruhlara yaraşan da göğün maviliği değil ki zaten...

Entelektüel olduğu vehmiyle keyif bulan gündelik siyasetin ve türlü kaygıların niteliksizleştirdiği ucuz müstemleke aydın tipleri asırlarca kelimelerin İçlerini boşalttılar, ta ki dualar da tortulaşıp pırıltısını kaybedinceye kadar. Önce gecenin yıldızları sonra da günün aydınlığı yitirilir...

Üç

Sevgiyi dillerine sakız yapıp yüreklerinde nefreti büyütenler, Hayatlarının bir yüzü nefret olan ama öbür yüzü de sevgi olmayan şer çiçekleri... Kelimelerimi yakıp küllerini savurmaya çalışan göz boyayıcılar...

Yaşanılan bunca serüvende bizim için iftihar vesilesi olabilecek ne vardır? Hiç bir şey, ama çıkarabileceğimiz çok dersler var elbette. Yüreğimizde biraz da olsa hayat esintisini yitirmemi; güç, ruhumuzda da bu kadar yılgınlığa ve duyarsızlığa rağmen hâlâ hissedebileceğimiz nedamet duygusu ve tamamen silinmemiş bir insanlık onuru bulabilirsek...

Hayır hayır başka türlüsü yok, rüzgârımın şarkısı dinmemeli ve kandilimin titreyen ışığı artık kuvvet bulmalı...

Dipnotlar:

1- Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, c. 1, s. 243.

2- Doç. Dr. Bilal Eryılmaz, Tanzimat ve Yönetimde Modernleşme, s. 137.

3- Şevket Süreyya Aydemir, ikinci Adam, c. 1, s. 82.

4- İlhamı Çiçek, Göğekin, s. 41.

5- Malik Aksel, İstanbul'un Ortası, s. 342.