Prof. Dr. Muhammed Tahir Bin Âşûr ve Islah Düşüncesi

Abdurrezzak Dervişoğlu

19.yüzyıla kadar İslam dünyasında tekil birtakım çıkışlar dışında, Batıcılıkla (emperyalizm ve modernizm) sıcağı sıcağına bir ilişki yaşanmamıştı. 19. yüzyılın kuşatıcı emperyalist saldırıları düşünsel, fiziksel, iktisadi, sosyal, siyasi, itikadi olarak çok yönlü gelişince, Müslüman öncüler de bir karşı duruş olarak Batı kuşatıcılığının doğru tanımlanması ve ona karşı tavır alınması noktasında fıkıh üretmek durumunda kaldılar. İlk defa modernizm tanımlaması ihtiyacı da bu süreçte doğmuştur. Kaldı ki Kur’an’ı sadece bir ahlak ve ibadet kitabına indirgemek, hükümlerini tasfiye etmek isteyen modernizmin işbirlikçilerini de tanımak ve onlara karşıda tavır almak gerekiyordu. İslam zannedildiği gibi dar ya da eksik bir din değil, kusursuz ve kuşatıcı bir disiplindi. Dolayısıyla hapsedildiği dar çerçeveden çıkarılıp, topyekûn bir dünya görüşü olmalıydı. En kaba haliyle İslamcılığın doğuşu da bu anlayışa ve ihtiyaca binaen bu döneme denk gelmektedir.

Modern cahilî saldırı ve kuşatmalarını, Batı emperyalizmini ilk defa teşhis eden, bu kuşatmalara karşı ilk tavır alan kişi Seyyid Cemal’dir. Muhammed Ammara’nın deyimiyle, Cemaleddin Afgani, İslami uyanışın öncüsü ve temel taşıdır. Onun ektiği tohumlar, ıslah çabalarına dönüşmüş, İslam coğrafyasının yanı sıra Avrupa, Uzakdoğu, Rusya ve Amerika’ya kadar etkili olmuştur. Dünyanın çeşitli yerlerinde gelişen İslami hareketler kendilerini tanımlarken bu izleğin devamcıları olduklarını ifade etmektedirler. Söz gelimi 2013 yılında “Ulustan Ümmete” heyetinin Libya gezisinde görüştükleri Libya İhvanı’nın önde gelen İslam bilginlerinden Bekirel-Beşir, kimlikleri ve hareket hatlarıyla ilgili şu ifadeyi kullanmıştır:

Bizler, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un Urvetül Vuska, Muhammed Abduh ve Muhammed Reşid Rıza’nın Menar çizgisini takip eden, Hasan el-Benna, Mevdudi, Takiyyüddin Nebhani, Seyyid Kutup hattına bağlı ıslah hareketiyiz. Bu çizginin doğrularına sahip çıkan, zaaflarını aşmaya çalışan, şartlara göre içtihadi olarak kendimizi yenileyen, geçmişten geleceğe yeniden uyanış ve inşa amacıyla yürüyen Müslümanlarız.”1

Bu yazının konusunu da Bekir el-Beşir’in veciz birşekilde özetlediği ıslah çabalarının yakın tarih izleğinde önemli bir halkası olan, Tunuslu bir ıslah önderinin hayatı, çabaları ve düşünceleri oluşturmaktadır. Elbette ki, bu biyografilerin amacı yukarıda bahsedilen zaafları ve tarihe ait olan yanlarını da aşmaya çalışarak ıslah çabalarının daha iyi tanınmasına katkı sunmaktır.

Hayatı

Muhammed Tahir Bin Âşûr (1879-1973), Tunus’ta doğdu. Aile ismi olan Âşûr lakabıyla tanındı. İlk eğitimi babası Muhammed Bin Muhammed Tahir’den ve dedesi (annesinin babası) Muhammed el-Aziz Bu Attur’un yanında gördü. Ailesi, Tunus’un ileri gelen ailelerindendi. 1892’de Zeytuniye’ye girdi. Zeytuniye Camisi / Üniversitesi çok sayıda ulemanın yetiştiği ve mezun olduğu Tunus’taki İslami öğretimin temel kurumuydu. Kısa süre sonra üstün performans ve başarısı dikkat çektiği için kendisine özel bir eğitim programı uygulandı. 1899’da tamamladığı yüksek öğrenimi sırasında Fransızcayı öğrendi. 1903 yılında Zeytuniye Üniversitesine ikinci dereceden öğretim elemanı olarak tayin edildi. O sırada Tunus’a gelen Muhammed Abduh’un konferans ve sohbetlerine katıldı. Bir dönem, Reşid Rıza tarafından çıkarılan Menar gazetesine imzasız yazılar yazarak Abduh’un içtihatlarını ve fetvalarını savundu. 1905 yılında Zeytuniye’de öğretim görevlisi oldu. Zeytuniye‘de Arap dili ve edebiyatı, fıkıh, fıkıh usulü ile mekasıdu’ş-şeria dersleri verdi. İbnÂşûr, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin manevi önderi Abdulhamid Bin Badis’in de Zeytuniye’de derslerine girmiş, özellikle tefsir konusunda Bin Badis’i etkilemiştir.

İbn Âşûr, Tunus’ta sırasıyla Maliki kadılığı, başmüftülük ve Maliki şeyhülislamlığı görevlerinde bulundu. 1932 yılında Zeytuniye’ye rektör olarak tayin edildi. Çeşitli vesilelerle İslam dünyasına ve Avrupa’ya seyahatlerde bulunan İbn Âşûr,1951 yılında İstanbul’da yapılan Uluslararası Müsteşrikler Kongresine katıldı. İbnÂşûr, Ağustos 1973’te başkent Tunus’ta vefat etti.

Eserleri

İbn Âşûr'un tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usulü, Arap dili ve edebiyatına dair telif, şerh ve haşiye türünde 40’a yakın eseri olup, yayımlanmış olanların başlıcaları şunlardır:

Et-Tahrîr ve't-Tenvîr (Tunus, 1978-1984) Otuz cilt halinde yayımlanan eserde çeşitli tefsir meselelerinin ele alındığı 130 sayfalık bir mukaddimeden sonra Mushaf’taki ayetler sıraya göre tefsir edilmiş, belagat nükteleri açıklanmış, önceki müfessirlerin işaret etmedikleri bazı hususlara yer verilerek hem klasik hem de çağdaş anlayış ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Keşfü'l-Mugattâ (Tunus, 1975; Cezayir, 1975) İmam Mâlik'in el-Muvatta adlı eserinin şerhidir.

En-Nazarü'l-Fesîh (Tunus, 1979; Libya, 1979) Sahîh-i Buhârî'de izaha muhtaç gördüğü bazı konu ve kavramları açıkladığı bir eserdir.

Usûlü'n-Nizâmi'l-İctimâ'îfi'l-İslam (Tunus, 1964, 1977, 1985, 1989; Cezayir, 1977) İki bölümden meydana gelen eserde, telif sebebinin anlatıldığı uzun bir girişten sonra birinci bölümde fertlerin ıslahı konusu ele alınmış; inancın, düşüncenin ve amellerin düzeltilmesi, ilmî çalışma, kadınların toplumdaki yeri gibi konular işlenmiştir. İkinci bölümde toplumun ıslahı, İslâm birliği ve kardeşliği, siyasî sistem gibi konular üzerinde durulmuştur.

Makâsıdü'ş-Şeriati'l İslâmiyye (Tunus, 1945-1946, 1978; Cezayir, 1985) İlim âleminde büyük ilgi uyandıran ve üç bölümden meydana gelen eserde; İslam hukukunda hükümlerin ana gayeleri konusu çeşitli açılardan ele alınarak tahlil edilmiş, fıkıh kültüründeki temel kavramlarla ilişkilendirilmiş, son bölümde hukukun ana gayeleri konusundaki genel teori ve kuralların muamelât hukukunun bazı dallarına tatbiki yapılmıştır. Eser Mehmet Erdoğan ve Vecdi Akyüz tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.2

Tefsiri

Kısaca et-Tahrîrve’t Tenvîr (Özgür Kılma ve Aydınlanma) olan tefsirin tam adı, Tahrîru’l ma-nâ’s-Sedîd ve Tenvîri’l  Akli’l Cedîdmin Tefsiri’il-Kitâbi-Mecîd’dir. 30 cilttir. Her cilt bir cüzdür. İlk cildi 1956 yılında yayımlanmıştır. Tamamının yayımlanması 1970’te gerçekleşmiştir. Tefsir kaynakları arasında birçok tefsire kaynaklık eden Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı başta gelmektedir. Bununla beraber Fahreddîn er-Râzî’nin Mefâtîhu’l Gayb’ı, Beydâvi’nin Tefsîr’i, el-Âlûsî’nin Rûhu’l Meânî’si tefsir kaynakları arasında nakledilir. Âşûr, tefsirini kaleme alırken çok sayıda tefsire başvurmakla birlikte, önceki devirlerde kaleme alınan tefsirlere körü körüne bağlı kalan yorumcuları eleştirir. Tahrîrve’t Tenvîr’in giriş kısmında tefsir ilminin özelliklerinden bahseder.

Ona göre tefsir, söylemlerin anlamını ve onlardan kısaca veya ayrıntılı olarak neyin çıkarılabileceğini araştırma ilmidir. Ancak bunu yaparken ilmin sınırlarını zorlamak zorunda olduğumuzu da vurgular. Kur’an’la bağlantımızı kuran Peygamber (s) olduğundan, tefsiri Peygamber’in sünneti hakkında bilgimiz olmadan yapamayız. Ancak bu durum İbn Âşûr’u dar anlamda gelenekçi bir müfessir yapmaz. İbn Âşûr’un tefsirinin bir diğer önemli yönü olan vahiy nedenlerini (esbabu’n-nüzul) ve bağımsız düşünmeyi (rey)ele alış şekli, gerçekliğe bakışı konusunda bize ipuçları verir. Her ne kadar bazı durumlarda sebeb-i nüzul bilgisini Kur’an anlatımının kavranması için gerekli görmüşse de bunun tefsir âlimlerince serbestçe kullanılmasına karşı çıkar.

Nüzul sebebinin metni kavrama ile ilişkisi konusunda İslam hukuk kuramının yerleşik ilkesinin yanında yer alır: “Sebebin özel oluşu değil lafzın umumu dikkate alınır.” Daha da ileri gider ve tefsir geleneğinde yer alan sebeb-i nüzul açıklamalarının çoğunun icat edilmiş (sonradan oluşturulmuş) olduğunu illeri sürer. Ona göre rey, Kur’an tefsirinin aracı olmalıdır. Ancak reyin kullanılışıyla ilgili çok sayıda çekincesi vardır. Ona göre, reye dayalı tefsir insan tahminlerini esas almamalı, Arap dilinin ve şeriatın kurallarını göz önünde tutmalı, ayetleri ve ayetlerin bağlamını incelemeli, ideolojik öğretiyi veya bir önyargıyı haklı çıkarmaya araç olmamalıdır. İbn Âşûr’un tefsirinin en önemli yönlerinden biri tefsirin giriş kısmında Kur’an’ın maksatlarını tespit etmeye çalışarak buradan ferdin, toplumun ve medeniyetin ıslahına dair çıkarımlarda ve tespitlerde bulunmasıdır. Onun tefsirinde esas aldığı usule sadık kalarak Kur’an maksatları konusundaki tespitlerinden oluşturduğu ıslah projesine değineceğiz.

İbn Âşûr’un Islah Projesi

FERDÎ ISLAH

Ferdî ıslahı, üç ana başlıkta değerlendirir: Doğru inanç, doğru düşünce ve doğru davranış.

1- Doğru İnanç: Ferdî ıslahın ilk adımı aklın ıslahıdır. İnsan aklının ıslahı bütün niteliklerinin de ıslahının temelidir. Bundan sonra işlerin / davranış ıslahıyla uğraşmaya sıra gelir. İbn Âşûr, önce ıslah edilmesi gerekenin inanç olduğunu, inanç düzeyinde gerçekleşen ıslahın doğru eylemi üreteceğini düşünürken, Müslim’de geçen hadisi isnat kabul eder. Hadis, Ebu Amra es-Sekafi’den nakledilir. “Resulullah’a şöyle dedim: ’İslam hakkında bana öyle bir söz söyle ki senden başka hiç kimseye sorma ihtiyacı duymayayım.’ Şu cevabı verdi: Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol. ”Âşûr’un hadis yorumuna göre “Allah’a inandım de” sözünde doğru inancın temelleri özetlenmiş, “dosdoğru ol” sözünde ise doğru davranışın temelleri yer almıştır. Âşûr, burada bir parantez açar ve sözkonusu bu bölümlemenin, beşerin idrakinin kapsamına giren bilgi ve yükümlülükler için geçerli olduğunu nakleder. Çünkü bunlarda tereddüt doğar ve kanıtlanması istenirse kesin deliller ortaya konabilecek isnatlara ulaşılabilir. Beşeri idrakin kapsama alanına girmeyenlere (gaybi alanla ilgili) ise Rabbimizin bize öğrettiği gibi davranmalıyız. “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar. De ki Ruh Rabbime ait bir iştir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85) Gaybi mevzulara dair açıklama yaparken Allah ne kadar yapmışsa biz de hiçbir ekleme yapmadan bu kadarını almakla yetinmeliyiz. Çünkü aklın gayb ile ilgili hüküm verme yetkisi yoktur. Sahabe bu doğrultuda yürümüştür. Akıllı kişinin varlıkla ilgili gerekçesini araştırması, fıtratında yerleşik bir durumdur. Bir yaratıcının varlığına dair akıl yürütmek de fıtri bir durumdur. İnsanı en güzel biçimde yaratan Allah’tır. Allah, insanın fıtratına doğru düşünce gücü yerleştirmiştir. İnsan, doğru inanca göre yetişirse, aklı doğru düşünmenin kurallarına yatkınlaşır.

İbn Âşûr, itikadi bozukluğun sebeplerinin başında şirk koşmanın ve Allah’ın sıfatları konusunda yanlış bilgi sahibi olmanın geldiğini belirtir. Şirkin çok eski tarihlerden beri, temelinde iyi niyet de bulunabilen birtakım fiillerden kaynaklanan en tehlikeli ifsat olduğunu ifade eder.

Sıfatlarda hata ise temelleri sahih olan dinî inançlar konusunda ortaya çıkar. Bu görüştekiler Allah’ın varlığına ve takdisine inanmakla birlikte, inançları Allah’ın kutsallığına uygun düşmeyen birtakım sıfatları benimsemeyle karışır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah’ı gereği gibi değerlendirmediler.” (En’am, 6/91) Böylelikle inançlarına şirk karışır. Çünkü şirk, Allah’ın en büyük sıfatı olan vahdaniyet noktasındaki sapmadır. Hiç kuşkusuz bütün ilahi dinler, doğruluğu getirmiş, şirke meydan okumuş müşriklerin durumunu kınamış, Allah’ın birliğine iman etmeyi emretmiştir. Ama İslam’dan öncekilerin, Allah’a vacip sıfatlar konusundaki açıklamaları çok kısadır. Bu yüzden İsrailoğulları, peygamberleri aralarındayken buzağıya tapmıştır. “Dediler ki bu, hem sizin hem de Musa’nın tanrısı.” (Taha, 20/88)

Mümin’in Allah’ın sıfatları konusunda sağlam oluşu itikadi bir zorunluluktur. Çünkü Allah’ın kâmil olmayan sıfatlarla nitelenerek tasavvur edilmesi, varlığını ve birliğini kabul etmenin maksatlarını yok eder.

İbn Âşûr’a göre İslam, doğru inancı ve bu doğruluğun sürekliliğini iki büyük durumla ortaya koymuştur:

a)Tafsil (Ayrıntılama): Üç şekilde olup birincisi, inancı ve inancın gereklerini Müslümanlara tam olarak izah etmek. İkincisi, inanç konusunda sapıtanların kötü davranışlarını, farklı sapma noktalarını kötülenmeleri/dışlanmaları ihtimaline rağmen açıklamak. Üçüncüsü ise şirk yollarını kapatmak ve damarlarını tıkamak. Bunun için evlerde heykel bulundurma ve kabirleri mescide çevirme yasağı önemle vurgulanmıştır.

b)Ta’lil (Aklileştirme): Allah’ın varlığı ve mükemmelliğinin gösterdiği sıfatları akıl yürüterek kanıtlamaya çağrıyla gerçekleşir. Zira Kur’an, akıl yürütmeyi çok sık tekrarlar. “Göklerde ve yerde ne olduğuna bakın.” (Yunus, 10/101) “Kendinize bakın. Hiç düşünmez misiniz?” (Zariyat, 51/21) “İbrahim dininden dönen ancak kendini bilmeyendir.” (Bakara, 2/130)

Bunun için bazı âlimlerin görüşüne göre, mükellefin görevi Allah’ı bilmektir.

2- Doğru Düşünce: Düşünceyi, inançtan ayıran İbn Âşûr, düşünceyi, sahibini dünya hayatında yanlışlıklara, ahiret hayatında ise kayba uğrama tehlikesine düşmekten koruması için her iki hayatta başarı sağlamaya yönelik yapılması gerekli durumların bilgisini öğrenmek üzere, dünya ve ahiret işleriyle ilgili bilgi olarak tanımlar. İşlerin iyi veya bozuk oluşunun nedeni düşünce düzeyindeki ıslah veya ifsattır. Doğru düşünce İslam dininin, ferdin ıslahı yoluyla toplumun ıslahını hedeflediğini düşünür. Ferdin ıslahında da inançtan sonra en önemli aşama düşüncedir. Kur’an’ın tezekküre, taakkule, evreni incelemeye (nazar), ilme çok atıfta bulunmasının da bu anlamda anlaşılır olduğunu ifade eder.

İbn Âşûr, doğru düşüncenin çok boyutlu olduğunu ifade eder. Ona göre doğru düşüncenin üzerine inşa edilmesi gereken temeller şunlardır: Akideyi almada doğru düşünce, hukukun (şeriatın) alınmasında düşünce, ibadette doğru düşünce, ahirete dair doğru düşünce, basiret, dünyaya dair doğru düşünce, bilgiye dair doğru düşünce.

Bu düşüncelerin inşa edilmesinde vahyî ölçüler ve Allah Resulü’nün sahih sünneti belirleyici olmalıdır. Dolayısıyla düşüncenin doğruluğu ve ıslahı gerçekleşmiş olacaktır.

3- Doğru Davranış (Salih Amel): İbn Âşûr’a göre eylemler inanç ve düşünceye göre şekillenirler. Doğru inanç ve düşüncesi olanların davranışlarıda doğru olmalıdır. Bundan dolayı İslam iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarken öncelikli tutumu inanç düzeyindedir. Selefin hiçbir şekilde taviz vermediği iman – Salih amel ilişkisindeki tutarlılık, zamanla insan eylemlerinin kaynağı konusundaki fikrî sapmaların sebep olduğu tahrifatla tutarsız bir hal almıştır. Bu tutarsızlığın asıl kaynağı olarak, bazı düşünsel sapmaları gösteren İbn Âşûr, eski dinlerde de iman ve eylem konusunda düşülen yanlışları örnek vererek, doğru davranışın olmayışını doğru inanç ve doğru düşüncenin yeterince ıslah edilememesine bağlar. Dolayısıyla salih amel eksikliği itikadi bir mesele olup ıslahının da evvela inanç düzeyinde gerçekleşmesi gerektiğini ifade eder. İtikadi mezheplerden sayılan Cebriyye ve Kaderiyye mezheplerinin insan fiillerinin kaynağı (özne-sorumlusu) konusundaki yorumları söz konusu tahrifatın önemli örnekleri arasındadır.

TOPLUMSAL ISLAH

Ferdî ıslahı, zikredilen çerçeve etrafında uzunca anlatan İbn Âşûr, ferdî ıslah aşamalarından sonra içtimai (toplumsal) ıslah için gerekli gördüğü tespitlere geçer.

Ferdî ıslahı zikrettiğimiz gibi üç ana başlık; doğru inanç, doğru düşünce, doğru davranış ve birçok alt başlıklar halinde değerlendirdikten sonra içtimai ıslahı da iki ana başlık altında; Müslüman toplumun ve birliğinin kurulması, siyaset düzeninin temelleri etrafında değerlendirir. Toplumsal ıslah konusundaki değerlendirmelerine kısaca değinmek gerekirse; ilk başlıkta Müslüman toplumun ve birliğinin kurulması için önemli gördüğü tespitlerde bulunur. İçtimai ıslah İslam’ın en yüce gayesidir.

İbn Âşûr’a göre Mekke ve Medine döneminde ilginç bir durum vardır. Islahla ilgili hukukun iki gayesi bu iki döneme yayılmıştır. Birinci dönemin (Mekke) çoğu ferdî ıslahla ilgiliydi. İkinci dönemin (Medine) çoğu ise içtimai ıslah ile ilgilidir. Medine döneminde içtimai ıslah için İslam’ın mesajlarını anlatmak, davet ve tebliğ çalışmalarını hızlandırmak ve ıslahın temellerini sağlamlaştırmak gerekiyordu. Müslümanlar bu dönemde ilk defa Müslüman bir toplum oluşturmak, oluşturulan toplumu kardeş yapmak zorundaydılar. Toplumsal ıslahın ilk gereği bu şekilde olmalıydı. İslam birliği kurulup kardeşlik tesis edilince bireyin esenliği sağlanmış olacak ve toplumsal yaşamın kuralları belirlenecektir. Burada toplumsal ıslahın ikinci başlığına geçer ve siyasal düzen için gerekli kişisel ve toplumsal kuralların dayanaklarını belirler.

Ona göre İslami düzenin sağlam temeller üzerine inşa edilmesinin kişisel davranışları düzenleyen kuralları belirlenirken (ahlaki üstünlükler, adalet, insaf, birlik, yardımlaşma ve hoşgörü gibi) toplumsal kurallar belirlenirken de adalet, özgürlük, ümmet (kamu) malı, malı çoğaltma, cihad, yardımlaşma ve dini yayma gibi dayanaklar olmalıdır.

İslam dünyasının mevcut halini kriz hali olarak değerlendiren Âşûr, krizin sebeplerini de şu şekilde tespit eder: İslam’ın, siyasi ve ilmi bütünlüğünü derinden sarsan ve hatta parçalayan iç çatışmalar, İslami ilimlerde temel bilgiden çok, şerhlere, gereksiz bilgilere önem vermeyi amaçlayan hedef sapması, taklidin yaygınlaşıp içtihadın gerilemesi, çeşitli İslami okullar arasındaki ayrışma ve çatışmalardır.

Sonuç

Beşir M. Nâfi, “Bir avuç mutasavvıf şeyh bir kenara bırakılırsa, Tunuslu ulemanın çoğunluğu işgal güçlerini kararsızlıkla veya aktif bir direnişle karşıladı.” diyor. Âşûr, direnişin, Abduh’un düşündüğü gibi fertlerin yetişmesiyle kalıcı olacağını düşünür, fert ve toplumun vahyî ölçülerle inşasını önceler. Fert ve toplum ıslahının birbiriyle çok sıkı ilişkisinin olduğunu ifade eden İbn Âşûr, ıslah projesinin her evresinde ayetler ve hadislerden isnatlarla konuların daha iyi anlaşılması adına izahatlarda bulunur. İbn Âşûr’un ıslah düşüncesinin detayları tefsirinde bulunmaktadır. Ayrıca makasıd düşüncesi (Kur’an’ın maksatları) bölümünde yine ıslah düşüncesinin kaynaklarına ulaşmak mümkündür. Tefsirinin giriş kısmında ferdî ve içtimai ıslahla birlikte medeniyetin ıslahına da değinmektedir.

İbn Âşûr ile ilgili Türkiye’de yeterince veri bulunduğu söylenemez. En önemlisi de yakın dönemin ve zamanımızın önemli tefsir çabalarına kaynaklık eden tefsirinin Türkçe okuyanlara hâlâ ulaşamaması büyük eksikliktir. İbn Âşûr gibi âlimlerin tanınması, okunması yine onun dolaylı deyimiyle ümmetin inanç, düşünce ve eylem noktasında yakınlaşmasına, birleşmesine katkı sunacağı için önemlidir.

 

Dipnot:

1- Hamza Türkmen, Haksöz Dergisi, Sayı: 285, sf.11

2- TDV İslam Ansiklopedisi, İbnÂşûr, Muhammed Tahir Maddesi, İstanbul 1988