Ordudan Sürekli Darbe Politikası

Haksöz

Türkiye'de cari demokrasi anlayışı ve pratiğinin ne kadar güdük ve sahte olduğu, kamuoyuna "Ordu-Refah gerginliği" şeklinde sunulmaya çalışılan tartışma ile bir kez daha gün yüzüne çıktı.

Jandarma birliklerinde mescidlerin kullanımı ve askeri personelin bu mescidlerde ibadetlerini düzenlemeyi amaçlayan genelge, hafızalarda tazeliğini koruyan "camilerin ahır yapıldığı dönemi" çağrıştırarak halkı tedirgin ederken, anlaşılan geleceğe dönük umutları tükenmeye yüz tutmuş egemen laik çevrelerin yüreklerine su serpmişe benziyor. Baskıcı, ilkel ve zorba bir kafa yapısının ürünü olan söz konusu bu genelgeye yöneltilen eleştiriler karşısında askeri çevrelerden yükselen faşizan tepkilere, gerek hükümet, gerekse de muhalefetteki tüm laik düzen partileri ile medya ve diğer "sivil" kuruluşların verdikleri destek aradan geçen onca yıl ve devasa değişimlere rağmen "tek parti ruhu"nun düzeni biçimlendirmeye devam ettiğini göstermektedir.

"Ordumuzu yıpratmayalım" demagojisiyle egemenler, adeta siyasetin boğazına saplanmış olan süngünün bir milim geri çekilmesi talebini dahi boşa çıkartmaya çalışmaktadırlar. Yine, hükümetin bile bizzat Başbakanın ifadesiyle, askerlerin temennisiyle kurulduğu bir ülkede, politikacıların çıkıp askerlere şirin görünmek maksadıyla "ordumuzu siyasi tartışmaların içine çekmeyelim" şeklinde konuşmalar yapmaları ne büyük bir ikiyüzlülük.

4O'lı yılların ortalarından beridir Türkiye'nin gündeminde kalıcı bir tartışma konusu olan demokrasi, sivilleşme, insan hakları konuları aradan geçen 50 yıla rağmen bugün hâlâ Batı'yla ilişkilerde bir aksesuar olmanın ötesine geçmemiş, geçirilememiştir. Egemenler her fırsatta demokrasinin öneminden, gerekliliğinden, faziletinden söz etmeyi pek sevmekte, fakat mutlaka sözlerini "ama"larla tamamlamaya özen göstermektedirler. "Demokrasi iyidir ama, gericiliğe fırsat vermemek kaydıyla". "Demokrasi gereklidir ama, bölücülüğe kapı aralanamaz", "Demokrasi uygulanmalıdır ama, düzeni korumak esastır" vb. En anlamlı (!) ve şüphesiz en net yorum ise, tabii ki ordu menşelidir: "Ordumuz demokrasiye bağlıdır ama, Atatürk ilke ve inkılaplarından bir milim dahi taviz vermeyi kabul etmez". Bu yorumun sözlü olarak ifade edilmemekle birlikte 1960, 1971 ve 80 pratiklerinden de gayet kanlı-canlı bir şekilde anlaşılabilecek olan açık mesajı "Ordu bu yanlışı yapmaya kalkanları tepelemeyi vazife bilirdir.

Burada üzerinde hassasiyetle durulması gereken husus, özellikle 80 darbesinin ardından oluşturulan yasal, kurumsal çerçevenin de yardımıyla, ordunun siyasal-toplumsal hayat üzerindeki denetim ve ağırlığının neredeyse bir sürekli müdahale konumu kazanmış olmasıdır. Güneydoğu merkez olmak üzere neredeyse Anadolu'nun yarısına yakın bir bölgede devam etmekte olan kirli savaş olgusu da ordunun bu konumunu pekiştirmiştir.

Düzene yönelik tehdidin ciddiyeti ve derinliğine paralel olarak "zinde güçler', şartların gerektirdiği hallerde düzeni koruma misyonunu yerine getirme ve darbe yapma "hakkı"nı mahfuz tutmakla beraber, bu misyonu şimdilik daha sessiz, kamufle edilmiş ve küçük küçük müdahaleler şeklinde yerine getirme politikası izlemektedirler. Bu yol açıktan ve topyekün bir müdahale ile kıyaslandığında belki daha az etkili ve sonuç almak açısından daha dolaylı olmakla birlikte, şüphesiz çok daha az riskli ve maliyeti de daha düşük bir yöntemdir. Üstelik böylece sivil politik hayat ve politikacıların konumları kollanarak, oyunun daha nizami oynanması da mümkün kılınmaktadır.

Laik kapitalist düzenin koruyuculuğuyla vazifeli ordunun, İslam'a karşı tavrı temelde gayet tutarlı bir tavır olmakla birlikte, son zamanlarda bu tavrın saplantı halinde bir düşmanlığa ve saldırganlığa dönüşmeye başlaması, düzenin geleceğine ilişkin askeri çevrelerde duyulan tedirginliği yansıtmaktadır. Her yıl tekrarlana tekrarlana artık gelenekselleşen bir uygulama olan, İslami bir kimliği -içeriği bizce tartışma konusu olmakla birlikte- benimseme suçundan dolayı ordudan atılmaların son yıllarda hızlanması doğal bir tepki olarak görülebilir. Ama eşinin başörtüsü takması yüzünden veya eşi -kendisi değil- 10 Kasım törenlerine katılmadığı için ordudan atılma olayları, başörtülü veya sakallı asker yakınlarının ordu evlerine, hatta askeri lojmanlara veya ordu kantinlerine girmelerinin yasaklanması, Ramazan'da oruç tutmanın veya en son gündeme gelen genelge meselesinde olduğu gibi namaz kılmanın engellenmesi girişimleri İslam'a karşı duyulan nefret ve korkunun doğrudan ve açık tezahürleridir.

Ordunun İslam'a karşı tavrının bu şekilde belirginlik kazanması ile TC'nin Ortadoğu'ya yönelik yeni görevler yüklenmesi ve emperyalist-siyonist yörüngeye tam olarak yerleşmesi süreci ilginç bir paralellik arzetmektedir.

TC'nin Siyonist İsrail ile askeri ve güvenlik alanlarında işbirliğinin hızla gelişmesi, buna karşılık İran ve Suriye'nin düşman ülkeler konumuna oturtulması, Genelkurmay İkinci Başkanı -emperyalizmin Somali'de yürüttüğü sömürgeci savaşta Amerikan ordusuna destek için gönderilen Türk Birliği'nin komutanlığı ile tanınan- Çevik Bir'in önce İsrail, ardından Amerika ziyaretleri ve adeta bir Dışişleri Bakanı sıfatıyla buralarda yaptığı konuşmalarda köktendinciliğe karşı Türkiye'nin konumuna ilişkin açıklamalar, bu sürecin köşe taşlan olarak ortaya çıkmıştır.

Ordunun konumu ve tavrı bu şekilde belirginleşirken, Refah Partili yetkililerin ve bazı İslami çevrelerin halen "Kahraman ordumuz", "Ordu bize karşı olamaz, bizi sever" masallarıyla avunması ise kendi kendini kandırmaktan da öte, bir ilkesizlik örneğidir.

Daha seçimler öncesinde bizzat Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarıyla ordu Refah Partisi'ne açıkça darbe sopasını göstermişken, son genelge tartışmasında Genelkurmay adına üst düzey yetkili adına Anadolu Ajansı'na yapılan açıklamada, isim belirtilmemiş olmasına dayanarak, açıklamanın hayali olduğunu iddia etmek sonuçsuz bir çabadır. Tartışmayı sürdürerek, ordunun konumunu en azından yasal çerçeveye oturtmaya çalışmak yerine geri adım atarak, suskunluk tavrını benimsemek, darbe tehdidinden duyulan yılgınlığı açığa çıkartmakta, böylece ordunun mütegallibe tavrının sürekliliğine hizmet etmektedir.