Olimpos’un Lordları...

Nurettin Özcan

Öyleyse ne diye zorba olur bu Caesar?
Zavallı adam! Biliyorum niçin kurt olduğunu:
Romalıları birer koyun görüyor da ondan.
Aslan kesilmezdi Romalılar ceylan kesilmese.

Cassius

Evet, böyle söylüyor Cassius... Galiba doğru söylüyor. Çağın insanı pratik hayatı yaşamada ve gözü kapalı seçiminde o kadar ileri gitmiştir ki, en sorumlu şekilde düşünmek yerine her türlü uyarılara uyum sağlamayı tercih etmiştir. Çünkü emniyet edemediği düşüncesinin yanlış sonuçlarından korkmaktadır. Eğer düşünce dünyamız dünyayı yorumlamayı sağlayacak bir dizi fikir ortaya koyamazsa, içinde yaşadığı toplum; birbiri ile ilgisiz bir yığın olgu ve anlamsız olaylardan oluşan bir kaos gibi görünecektir. Bu tuhaflaşmanın, yalnızlığın ve ürkekliğin çaresizliği de çok zaman sloganlarla boş yere meydan okuma jestlerini doğurur.

Bu dünyayı yaşayışımız ve yorumlayışımız muhakkak ki zihinlerimizi dolduran fikirlere bağlı olmaktadır. Bu fikirler çoğunlukla küçük, zayıf, sığ ve tutarsızsalar, bireyin yaşamaya çalıştığı hayat da yavan ve sıkıcı gelecektir.

Bu sebeple birey, içinde bulunduğu toplumu ve yaşadığı hayatı çok iyi algılamak ve yorumlamak zorundadır. Hayatın felsefesini doğru yapamamış toplumlar, kendilerini esarete götürücü kuşatmalara karşı daima savunmasızdırlar. Eğer kitlelerin elinde yaşadığı hayatı anlamlı kılacak bir takım değer unsurları bulunmuyorsa, kendisine yöneltilen ve gerginlikler yaratan manevi baskılar ve zorlamalar onları âdeta bir mezat pazarı gibi dağınık yığınlar haline getirinceye kadar aralıksız sürecektir.

Her geçen gün, kendimize ait öğelerimizi kaybediyoruz ve günlük hazlarla fireler vererek ağır ağır tükeniyoruz. Ünlü Rus düşünürü Dostoyevski: "Evet güven duyarak sığınabileceğimiz ve asla pişman olmadan sevebileceğimiz tek sığınak tanrıdır" diyordu. Geleneksel baskıların, siyasal ahlaksızlıkların ve türlü sosyal uyarıların ağırlığı ile safha safha vaftiz edilen birey, öz cevherini kaybederek etnografik nesneler haline getirilir. İçine düşürüldüğü sosyal çöküntünün farkında değildir ama gerçekte sahibi olduğu bütün dayanakları elinden alınmış, hisarları yıkılmış ve gözden düşüşün son noktasına gelmiştir...

Koçi Bey, risalesinde; Osmanlı saltanatının şevk ve kudreti asker ile, askerin ayakta durması hazine iledir. Hazinenin geliri reaya iledir. Reaya'nın ayakta durması adalet iledir. Şimdi âlem harap, reaya perişan... Hazine noksan... Kılıç erbabı bu halde... Bir taraftan İslam memleketleri elden gitmekte yine tedbiri görülmez, ilacı sorulmaz. Çeşitli sefahat eksilmez, bu gaflet ne gaflettir?1 diyerek kendi dönemine âit büyük toplumsal çöküntüyü ve bürokrasideki ağır yıkımı ibretle anlatır. Gerçekten bu, karanlıklar içinde yol almaya çalışan bir toplumun tökezleyerek yığıldığı en dramatik bir tablodur.

Bilirsiniz, bir ulus düşünmeye başladı mı şeytanların ve lânetlilerin ördüğü karanlık dünyanın topluma egemen olan süslü sahteliklerini ve ilkel muhayyilesini aşarak özgürlüğüyle yüz yüze gelir. Esasen bu, insanoğlunun ezelî rüyası değil midir? Ezeli rüya, yâni özgürlüğünün fethi... Bugün yaşadığımız dramatik dekorun baş aktörleri ve bir zamanlar Osmanlı toplumunda halkı yönetmeye talip olanlar büyük bir acz, dirayetsizlik, basiretsizlik, ağır bir fikir sefaleti ve birazda şahsi ikbal kaygılan içinde İngiltere ve Fransa'ya teveccüh edince İngiltere, Bab-ı Âli'nin hasretle beklediği ve önünde el pençe divan duracakları Lord Canning'i İstanbul'a göndermekte gecikmez. İstanbul'a, yani Osmanlı'nın nazlı yüreğine... Olimpos'un sisli zirvelerinden payitahta bir yıldırım gibi düşen Lord Stantford Canning bu toplumun hayat dinamikleri olan o narin güzelliklerini ve seher vaktinin dualarla nurlanan şavkını alacak, yerine onulmaz kederler bırakacaktır... Stanly Pool'e göre İngiliz elçisi Lord Stantford Canning'in Tanzimat dönemi Osmanlı topraklarındaki misyonu, sınırsız nüfuzunu kullanarak Müslüman Türkiye'nin Hıristiyan dünyasına yaklaştırılabilmesi için gereken hazırlıkların yapılmasıydı.

Canning bunu büyük ölçüde başarır. Fikir dünyasının hamiyetli ve cesur yürekli kalemleri birer birer susturulurken kafalarda, alevleri yüzyıllar sonra bile sönmeyecek yangınlar başlar...

Gerçekten insanoğlunun İnsani vakar ve onurunu yitirdiği bu çöküş noktasında arz-ı endam eden tiranlar, fikren bitkin düşürülmüş kalabalıklara kendilerini küçümsemeyi de öğreteceklerdir. Toplumun can damarı, kitlelerin hayatı soluyan nefesi demek olan entellektüeller ise ya fikir namuslarını koruyacaklar ve bu namuskârlıklarının bedelini ödeyecekler ya da alçak bir korkunun kıskıvrak kuşatması altında tiranlara methiyeler sunacaklardır.

Kendi onurları ve izzetlerini de kendi toplumu gibi fütursuzca gözden çıkaran aydınlar, Olimpos'un doruğundaki tanrılarından aldıkları güçle halkının üzerine sağanak sağanak belâlar yağdırırlar... İbrahim'in, Şuayb'ın, Salih'in ve Nuh'un öğretisini unutan kitleler çekilen bunca acıdan sonra nereye girerlerse girsinler çıkacakları yerin bir cehennem olduğunu görmekte gecikmeyeceklerdir. Gerçekten de Tanzimat'tan bu yana en aşağılık hesapların yapıldığı toplumda geçmişe dönük bir tahlil yapılırsa hatırlanmaya değecek herhangi bir övünç payını bulmakta zorluk çekeriz.

Dünyanın tarihi aslında büyük insanların tarihidir. Bizim ise özellikle 1839'dan bu yana süregelen tarihimiz, müthiş bir sefaletin, yoksulluğun ve acı bir toplumsal çöküşün hazin öyküsüdür. Ve bizim için bu kahır dolu serüvenleri sanki bir alın yazgısı, bir kader çizgisiymiş gibi toplumumuza dikte ettirenlerin ilk sırasındaki isim Mustafa Reşid Paşa... Reşid Paşa, yâni kudretli Lord Stantford Canning in Osmanlı toprağına düşen alevden gölgesi... Paşa siyasal yönetime, uygulamada bir ilki getirir ve yabancı devletlere dayanarak kariyer yapma çığırını açar. Koruyucusu ise sultanlar sultanı diye adlandırılan Lord Canning... Tanzimat'ın gerçek mimarı olan Canning, hatıralarında; "Kendisinin dikte ettirdiği kanunları kabul etmeyen Osmanlı paşalarının nasıl tepetaklak olduklarını" ifade eder. Aynı eserde Bab-ı Âli, deki kudretinden şöyle bahsedilir: "Büyük elçinin kendisini ziyaret edeceğini öğrenen bakanlar, girecek delik arıyorlardı, Reşid Paşa hariç. Büyük elçinin karşısında yılgınlığa düşmeyen kimse yoktu. Öbür devlet elçileriyle görüşme yapıldığı zaman oyalama çareleri pekala yürüyordu ama Canning olduğu zaman bir korku ve panik her tarafı sarıyordu. Veziri Azam bile çabucak toparlanıp, arzularını öğrenmek için telaş ve tereddütle bu azılı İngiliz'in yanına koşarak gidiyordu."2

Bir İngiliz generaline göre Lord Stantford demek Osmanlı toprağında, sultan demekti. Görevinden alındıktan sonra Canning'in emriyle tekrar Hariciye Nâzırlığı'nda görevine başlatılan Mustafa Reşid Paşa, altı asırlık Osmanlı Devleti'nin masallara denk ihtişamını, kendi insanlık gurur ve haysiyetini de yok sayarak içinde sakladığı vazgeçilmez ikbal duygusu ile gözlerinden yaşlar akar bir vaziyette Lord Canning'in önünde diz çöker ve ellerini öper. Evet, koca nazlı bir medeniyeti bu İngiliz şövalyesinin önünde hor görüp hakir düşüren bu Reşid Paşa'ydı bir de kâbuslarda gizlenen ihaneti... Allahım! Yalnızca bu hüzne bir ömür yeter mi?.. Reşid Paşa, Prens Sabahattin ve Mithat Paşa'nın kurmayı düşleyip, varislerine devrettikleri dünya işte böyle arıtılamayacak, ateş kadar yakıcı yüz karasının sahiplenildiği bir dünyadır. Engin göklerin kaybedildiği o gün Gülhane'den yükselen bu zavallı insanların feryadındaki acı yakarışlar bugün bile hâlâ Dolmabahçe'nin kalın duvarları arasında yankılanmaktadır. Ama olsun varsın, batılı prens Fransa Kralı Louis Philippe'in oğlu Jouanvill aynı paşa için "Ey Türkleri Bu zat için bir heykel dikmelisiniz. Bunu yapmazsanız, medeniyet alemi sizi nankörlükle itham eder" demiyor muydu? İsmet İnönü de yıllar sonra Avrupa ile hükümet başkanı olarak imzalayacakları AET anlaşması için: "Hakikaten, bugün Türkiye'yi ebediyen Avrupa'ya bağlayacak anlaşmayı imzalamış bulunuyoruz" diyecektir.

Bu topluma hükmedenler bütün o sonu gelmez vaatlere rağmen geniş kitlelere yalnızca hüsran ve hayal kırıklığını getirmediler mi? Benim sokaklarıma bu ölüm sessizliğini bağdaş kurdurarak oturtan kim? Ve şehvet çılgınlığıyla çürümüş insanların sayfa sayfa yolumu kestiği ve bir türlü tanıyamadığım bu şehir benim şehrim mi?

'Hişt! Dostlarıma şunu haber ver
denize açıldım
ve gemim parça parça oldu'
diye bir im
denli narindir intikam
İntikam içli bir marştır gerçekte
bir ara ses aygıtını yırtarak çıkarılırdı
o şimdi
dışlanmış bir taş olarak
karlı kış gecelerinde
acılı bir genç şairin her geçişte
hüznüne tanık olduğu
metruk bir kümbet denli müşahhas
aşktır ve o
ne rahîm bir yürüyüştür gecede3

Yüreği yanan bu insanlara Dante'nin cehennemini kim sundu? Özgürlüğünü ve ölümsüzlüğünü kaybeden bu yitik insanlara kendisine boyun eğdiren Sezarlar'ın kuşatmalarını nasıl anlatmalı? Ve ey denizimin mavisini çalan hüzün, hayalimde küllenen umutlar ve yorgun bir mızrap gibi kırılan çaresiz kelimelerim...

Düşünce dünyamızda onulmaz yaralar olduğu muhakkak. Fakat onlara bir çekidüzen veremezsek her adımda karşımıza çıkacak soğuk buyrukları sonu gelmez alın yazgısı olarak yaşamak zorunda kalacağız. Kendimizi kaybedeli ne kadar zaman oldu? Kendimizi, yâni hafızamızı... Yani erdemimizi... Özgürlüğümüze fütursuzca göz koyanlar ufkumuza da umutsuz acılar serpiştirdiler, işte o yüzden denizin mavisi mora çalıyor, o yüzden yaşadığım kentin geceleri katran karası ve yıldızları sönük... Ve işte o yüzden şafak vaktinin şavkı yoluma ışık vermiyor. Her sokakta yolumu kesen bulut bulut kaygılar... Allah'ım! Bir kez soğursa yeniden nasıl ısınır o yürekler?..

Lord Canning adı, bu topluma dikte ettirdiği ağır bedeller bakımından tıpkı eski Yunan mitlerindeki yalancı kâhine Kassandra gibi çok özel bir konuma sahiptir. Ekselanslarının açtığı yoldan daha sonraları kutsal bir yeminle yürüyecek olan bürokrasinin ve entelektüel kesimin seçkinleri halkın küçük masum dünyalarında yapacakları yıkımlar için her türlü desiseyi deneyeceklerdir. Bu dönemde bab-ı âli kültürünün yeni tanımaya başladığı bir kavram bundan sonraki kuşaklar üzerinde kahır dolu serüvenine başlamak üzere bütün çalımıyla poz verir... İRTİCA... Artık istendiğinde kurbanlar tıpkı Fransız ihtilal döneminde olduğu gibi sunaklarda cömertçe kurban edilebilecektir. Fransız ihtilalinde de öyle olmamış mıydı? Asılacak hainler kalmayınca sıra masumlara gelmemiş miydi?!.. En güçlü olanlar bile ağzından alevler püskürten yedi başlı ejderhayı andıran bu kavramın karşısında yıkılmış bir sur'un altında kalmış gibi çaresizdirler. Bundan böyle özellikle aydın kesimde statükonun dışına çıkma ve kendisi için çizilen sınırları aşma cesaretini gösterdiğinde bu kavram zincirleriyle birlikte arz-ı endam edecektir. Bir dönemin belki de en ekstrem aydınlarından biri olan şair Eşref uğradığı haksızlıklar ve yaşadığı hüzünle içinden bir türlü uzaklaştıramadığı gam'a şöyle hitap eder:

Dolaşıp durma derunumda yıkıl git yoksa
Mürtecidir diye ey gam ihbar ederim seni.

Erdem, pek çok aydına kaldırabileceğinden daha ağır gelmiştir ve hayatı onurlu kılmak yerine kendisine çizilen sınırlar içinde kalmak olarak görmeye başlamışlardır. Ağaoğlu Ahmet de bu aydınlar zümresinin içine düştüğü duruma isyan eden bir başka figürdür. Hatıralarında o döneme ait duygularını şöyle dillendirir: "Acı olan Serbest Fırka'nın kapatılması değildi, hayır! Bu fırka etrafında gördüğüm ve temas ettiğim ahlak düşkünlüğünden geliyor... Daha beş sene evvel dinin unutulduğundan Arap harflerinin kalktığından, Hilâfetin lağvından, peçelerin kaldırılmasından acı acı şikayet eden hocalar gördüm ki, bu defa bizi bütün bunları geri getirmek fikrîyle itham ediyorlardı."4

Tabu bu yeni sosyal tipler sadece caddeleri ve kaldırımları doldurmakla kalmazlar, toplumsal değişim sürecinde romanlardaki baş aktör olarak da yerlerini alırlar ve kalabalıkları bütünüyle fethederler.

Ömer Seyfettin "Beynamaz"da tasvir ettiği İbadetle uyuşmuş, sürekli rehavet halinde olan müslümanlığı(!) değil "Mehdi"deki gibi milli uyanışa yardımcı olacak atılgan bir dindarlığı, ya da yolunu bulup servet biriktirmek gibi dünyevi işlere mani olmayacak bir Müslüman tipini benimser.5 Ömer Seyfettin, seçkin mü'min şahsiyetinin üstün niteliklerinden ve vahyin o zarif öğretisinden habersizdir ama bir korsan gibi halkının dimağına saldırarak oradaki güzellikleri talan etmekte tereddüt göstermez. Bu atılgan jön Türk prensinin şuur altındaki Müslüman tipi, yalnızca onun hayallerinde ve hikâyelerinde canlandırdığı, realitede ise hiçbir karşılığı olmayan sıradan dekor unsurudur. Fakat bu asılsız sahte tiplemeleriyle yeni bir dünyayı başlatacağı umudundadır. Daha sonraları Ağaoğlu Ahmet gibi Serbest Fırka'nın tek fikir üreten mimarı da kendi insanının değerlerine karşı çıkacak ve; "İslam'ın gerçekte kardeşliği yoktur, kardeşlik İslam'da gerçek değil yalnızca bir idealdir" diyecektir. Topluma yön vermek adına kürsüden kürsüye koşan bu jön Türk kabadayıları yeni baştan hayat vermek istedikleri bu masum insanlara sıkıntı, acı, hüsran ve göz yaşından daha ağır kederler verdiler. Hep merak etmişimdir, zavallı insanların masum ve savunmasız küçük dünyalarını talan eden haramiler kalpleriyle tek başına kaldıklarında sükûn bulabilirler miydi? Söndürdükleri her ışıkta yürekleri ürpermeyen İttihat'ın bu zorba tetikçileri, hastalıklı bir dönemin şifa bulmaz marazi tipleridir.

Fakat Saint-Just doğru söylüyor: "Ahlak, en zorba hükümdardan daha güçlüdür." Evet evet, her ne olursa olsun, benim kaldığı sürece düşlerimdeki sarayları kimse yıkamayacaktır. Ve biliyorum ki, gözyaşlarımda gizlenen gece bir gün kutlu bir şafağın şavkıyla ışıltısını bulacaktır.

Yıllar önce bir adam tanıdım. Onu ne zaman görsem gülerdi. Bir cuma mercan yokuşunda Bezzaz-ı Cedid Camii'nden çıkarken sırtına dağ gibi yüklediği ağırlıkların altında onu son defa gördüğümde yüzü yine gülüyordu. Delikanlılığından beri taşıya taşıya sırtını kambura çevirmişti hamallığın kahrı. Kocaman ellerinin içi sırtındaki kalın urganı sımsıkı tutmaktan kalın nasırlar bağlamıştı. Fakat ne mercan yokuşunun yorgunluğu, ne hamallığın kahrı ne de gün batımında eline geçen üç beş kuruşun azlığı onun sükunla yoğrulmuş yüzündeki bu aydınlığı silip atamamıştı. Kolay değil, tam otuz yıl İstanbul'un sisli kış günlerinin ayazı, yağmuru ve karı altında sabahtan akşama kadar bir elinde urgan, öbür elinde bir sebil gibi süzülen alın terini sildiği kocaman mendil, bir de yük altında soluya soluya yürürken hiç kimseden esirgemediği gülen yüzü... Onu ilk gördüğümde gülen yüzündeki aydınlıkla bakışlarındaki hiç tükenmeyecekmiş sandığım umut bende büyük bir hayranlık uyandırmıştı ve zannederdim ki, bu hoş, bu zarif, bu çalımlı, bu sıcacık gülüş yalnızca onun yüzünde ölümsüzlüğüne erecekti. Mercan yokuşunu bilirsiniz, hani şu Süleymani'yenin arkasındaki bakırcılar çarşısı. Onu orada her sabah iş beklerken görürdüm. İri gövdesiyle, sanki bir heykeltraşın insanlar göz göze geldiğinde mutluluğu görsünler diye yonttuğu bir huzur abidesi gibiydi. Aradan yıllar geçti ve bu yıl İstanbul'a gittiğimde Mercan'a da uğradım. Değişen o kadar çok şey vardı ki. Kendisine ilişilmemiş o küçük Bezzaz-ı Cedid Camii tıpkı eski günlerindeki gibi vakarla ayakta duruyordu. Onu mescidin yanı başındaki iş hanının merdiveninde dinlenirken buldum, yaşlanmıştı. Yüzünde geçen yıllardan çok, çektiği kahrın derinleştirdiği kalın çizgiler vardı ve derin düş kırıklığı içindeki gözlerinin içi artık gülmüyordu. O aydınlık yüzlü adam, bakışlarıyla insanın ruhunu kanatlandıran o adamın gözlerini yerden ayırmadığını farkettim, yorgun gözüküyordu. Issız, donuk bakışlarıyla ve içinde boy atmış hüznüyle sanki Mercan yokuşunun sönmüş ışığı gibiydi. Onu uzaktan bir süre öylece seyrettim, sanki bir şeyleri arıyor gibiydi. Yine bir elinde sımsıkı tuttuğu urganı, öbür elinde alın terini sildiği kocaman bir mendil... Sanki bir şeylerin elinden alındığını fark etmişti ve yorgun bakışlarıyla belki de Mercan yokuşunda örselenmiş yüreğini, belki kim bilir nerelerde sıkışıp kalmış sevgileri, belki de tuz buz edilmiş umutlarını arıyordu...

Devran nasıl da dönüyor?!.. Ey yere kapaklanan sessizlik! Ve üzerime düşen dev çarmıhın gölgesi... Az şey midir düşlerimdeki kıvılcımlar? Ve yüreğimden sızan kafiyeler? Reşid Paşalar Gülhane'den Mercan'a her kelimenin altına bir hüzün, her adımın peşine bir kaygı salsalar da özgürlük kulesinin burçları benim... Tan vaktinde göğün kapılarına açılan eller benim ellerim... Bütün kara acılara karşı göğün yedi rengi benim... Yolumu kesse de gecenin karanlığı, pul pul dökülen yıldızlar benim...

Dipnotlar

1 - Doç. Dr. Bilal Eryılmaz, Tanzimat ve Modernleşme, s. 33

2- Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, c. 1, s. 119

3- İlhami Çiçek, Göğekin, s. 36

4- Ağaoğlu Ahmet, Serbest Fırka Hatıraları, s. 119

5- Emin Alper, Ömer Seyfettin, s. 190