Mütereddit Entelektüel; Darbeci Cengâver: Ahmet Hamdi Tanpınar

Asım Öz

 

“Gerçi zaman gibi çağının da çağdaş politika sorunlarının da ne içinde ne de büsbütün dışındaydı. Milletvekili olarak Büyük Millet Meclisi’nin, partili olarak Halk Partisi’nin ne içinde ne de büsbütün dışındaydı; eşikte durmak genel bir davranışı olmuştu.”

Sebahattin Eyüboğlu (UÇMAN-İNCİ, 2002:145)

 

“Kansız ihtilâl… Bence kansız ihtilâl yapmaktansa hiç yapmamak evlâdır. (…) Risksiz hayat olmaz! Kansız ve tasfiyesiz ihtilallerin sonu budur. Şimdi bir çıkmazdayız.”

16 Ekim 1961 (TANPINAR, 2007:325)

Türkçe edebiyat ve kültür dünyasında son otuz yıl içinde eserleri ve düşünceleri üzerine en çok konuşulan kişilerden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), yayımlanan günlükleriyle çoğu kişinin tahayyül ettiği gibi biri olmadığını da ortaya koymuş oldu. Buna rağmen o, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Batılılaşma sürecinin oluşturduğu zihniyet kırılması üzerine ortaya koyduğu fikirlerle edebiyat ve düşünce ilintisini kurabilme noktasında üzerinde çokça durulan önemli bir isimdir. Tanpınar, kültürelin siyasallığının farkında olduğu kadar; müzik, şiir ve mimari başta olmak üzere düşüncesini estetik kategorilerle birleştirmeyi de başarmıştır.

Tanpınar, yaşadığı zaman dilimi itibariyle tam bir geçiş dönemi sanatçısıdır. 1900’ler sonrasında özellikle de Tek Parti döneminde yaşanan kültürel/siyasal dönüşüme, çok partili yıllara geçiş sürecine, 27 Mayıs darbesine tanık olmuş biri olarak romanlarında, makalelerinde ve günlüklerinde temelde bu büyük değişim sürecine eğilir. Ancak kendi döneminin diğer romancılarının yaptığı gibi sadece Cumhuriyet ve sonrası değerlerini değil, Osmanlı kültür birikimini de romanına taşımasıyla bir tarihsel arka plan oluşturduğunu görmek mümkündür. Bu noktada yazarın perspektifi tam olarak belirgin değildir. İşte bu yüzden ona “arafın yazarı” demek mümkündür. Kendinden sonra gelen Orhan Pamuk gibi yazarlar için bu anlamda bir ilham kaynağıdır.

Tanpınar: ‘Olup olmamanın eşiklerinde bir tahterevalli’de

Tanpınar’ın düşüncesinin biçimlenmesinde onun bir kargaşa döneminde yani yıkılan bir kültürel hayatla inşa edilemeyen şimdi arasında sıkışıp kalan bir aradalık durumu çok baskındır. Romanlarında, Cumhuriyet döneminin diğer romancıları gibi açıktan ‘destekleyici’ ya da ‘eleştirel’ olmaktan farklı bir konumu kendine mekân seçmesiyle ‘kültür değişimi’ni farklı bir biçimde, herhangi bir tarafı öne çıkarmaksızın sorunsallaştırmış, bu sorunsallaştırma ise özünde modernleşmenin kazanımlarıyla kayıpları arasında iç uyum sağlayan bir modernleşme telakkisini içinde barındırmıştır. Yani onda çifte olumsuzluk durumu söz konusudur. Geleneği estetik ve düşünsel açıdan yeniden icat eden Tanpınar, 1923’te başlayan tasfiye hareketini kimi zaman alkışlar. Ne var ki bu alkışlama radikal bir kopuşçulukla biçimlenmez, süreklilik vurgusu etrafında biçimlenerek tarihsel olana öncelik tanır. Sürecin dönüştürülmesine öncelik tanır. Bu dönüştürülme de her halükarda sekülerlikle biçimlenir. Bu yüzden onda dine ait olan unsurlar hiçbir zaman Mehmet Akif gibi kavranmaz: “Mehmet Akif’le [Ersoy] yol arkadaşlığı, asla…” diyerek onunla kendisi arasına aşılamayacak bir duvar örer. Dini olan, var olan dünyanın kavranılmasında bir rehber olarak görülmez. İmani bir bağlılıktan ziyade modernizmin ruhsuzluğu içinde biçimlenen son kertede estetikle sınırlı bir ilgidir. (Oktay, 2003:9)

Makalelerinde yeni Türk edebiyatının uygarlık kriziyle başladığının altını çizen Tanpınar’ın romanları bir anlamda, bu uygarlık değiştirme olayının bireylerde oluşturduğu şaşkınlık tavrının resmidir. Tanpınar’da Batılılaşma hem toplumsal açıdan irdelenmiş hem de bu zorlu sürecin bireyler üzerindeki travmatik etkileri tartışılmıştır. Bu yüzden Nurdan Gürbilek, Tanpınar’ın, “öznenin kendisini unutamadığı bir haykırışın romanı”nı yazdığını belirtir. (1995:23) Tanpınar, başta Huzur olmak üzere Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeyaşanılan Batılılaşma sürecinin sorunsallığını çözümleme yoluna gitmiştir. Tanpınar’ın romanlarında da yeni bir ulusal kimlik yaratma çabası vardır. Ancak bu ulusal kimlik oluşturma erken dönem Cumhuriyet devrindeki gibi geçmişin kalıntılarını silmeye dönük tasfiyeci bir yaklaşım değildir. Onda söz konusu olan ulusal kimliğin geleneğin birikiminden beslenerek yaratılmasıdır. Ama bu gelenek bir tür zihinsel köklenme çabasından öteye geçmez. Yaşamın ana akışı, kültürel olan hep yeninin boyunduruğu altında biçimlenecektir. Tanpınar’da yeni kimlik, Doğu ve Batı’nın ortasından yani âraf’tan yaratılacaktır. Tanpınar’ın romanlarında kurguladığı tipler de bu bakışın insanlarıdır. Huzur’da İhsan ve Mümtaz, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Nuri Efendi, Halit Ayarcı ve Hayri İrdal, Mahur Beste’de Sabri Hoca, Âta Molla ve Behçet Bey bu tipler arasında en öne çıkanlarıdır. Tanpınar, romanlarında moderniteye özgü kurum ve değerlerle Osmanlı kültür alanı arasındaki uyumsuzluk noktalarını yansıtmış ve aynı zamanda bir özne olarak modernizmle olan sorunlu ilişkisini de irdelemiştir. Onun modernleşme karşısındaki tavrı, daima eklektik olarak ortaya çıkmış; bu durum yazılarında, denemelerinde ve romanlarında çelişkin bir birey tipinin nesnelleşmesini beraberinde getirmiştir. Tanpınar’ın üç önemli eseri Huzur, Mahur Beste ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü, yazarın düşünsel serüvenini göstermesi açısından ne kadar önemli ise Tanpınar’la Başbaşa adını taşıyan günlükleri de o kadar önemlidir. Osmanlı’nın çöküşü, Batılılaşma etkisi, yaşanan kültür ikilemi, parasızlık, kumar tutkusu, siyasi konumlanış, İnönü, 27 Mayıs darbesi; hâsılı Cumhuriyet dönemi uygulamaları ve bütün bu hâdiseler içindeki Tanpınar’ın sayıklamaları gözüyle bakılabilir bu günlüklere.

Mustafa Kemal için övücü yazılar kaleme almış olmasına rağmen Cumhuriyetin jakoben kurucu elitleri üzerinde onun derinlemesine bir etkisi olmamıştır. Medeniyet değiştirmesi dediği kültürel köklerden kopuşun siyasal öznesi CHP’nin kültürel güdümcü politikalarına katılarak Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi Hisar, Reşat Nuri Güntekin gibi eserler vererek iktidarın jakoben kanadına popüler kanonik metinler armağan etmemiştir. İlk zamanlar yani 1932 yılına kadar radikal Batıcı idim, dese de o CHP ile tam anlamıyla bütünleşememiştir. Şeyh Galib’in değerini savunduğu için partide yalnız bırakıldığını düşünmesi gibi izlenimler yersiz değildir. (Alptekin, 2001:97) Bu yıllarda zararsız bir Tek Parti aydını olarak kültürel kuramcı olamamanın getirdiği sonuçla edebiyat dersleri vermekle yetinmiştir. İktidarın dümen suyunda olmanın getirdiği bağlılıkla hiçbir zaman tek parti dönemini eleştir(e)memiş; dönemin olayları ve dünya liderleri hakkında yaptığı değerlendirmeler Mustafa Kemal’e göz kırparak yapılmıştır. Genel kabul gören ideolojilere mesafeli duruşu onun düşünsel ve içsel huzursuzluklarından kaynaklanır. (Hilav, 2008:124; Bayramoğlu, 2007) Yaşama ve topluma modernizm içinden baktığı için iktidar karşısında özellikle İsmet İnönü’lü yıllarda Nazım Hikmet, Necip Fazıl gibi elini taşın altına koymamış, fincancı katırlarını ürkütmekten kaçınarak “rüyalarıyla saygın kalma pragmatizmi”ni seçmiştir. (Şevki, 2002:88) “Ömrümün bir on senesi var ki kendiliğinden, bir on senesi daha var ki elimle yandı.” “Şimdi 1923’te Erzurum’da Atatürk’le konuştuğum zaman kaybettiğim fırsatın ne olduğunu anlıyorum. Şu muhakkak ki 1923 ile 1932 arasındaki hayatımı kendi elimle yaktım.” (Tanpınar, 291-301) diyen Tanpınar özellikle 1940’lı yıllarda tek tip makbul vatandaş yetiştirme ve milli eğitim ideolojisinin aygıtlarından biri olan Halkevleri’ni över.

Tanpınar, 1942-1946 yılları arasında Meclis’te bulunmuş ancak gerekli performansı gösteremediği gerekçesiyle 1946 seçimlerinde tekrar aday gösterilmemiştir. Milletvekili olduğu yıllar onun yazı hayatının en verimli dönemidir. 1942 ara seçimlerinde Maraş milletvekili olarak Meclis’e giren Tanpınar aynı yıl hikâyelerini toplayarak Abdullah Efendinin Rüyaları adı altında ilk kitabını yayınlar. Mahur Beste romanı 1944 yılında Ülkü dergisinde yayınlanmaya başlar, 1945 yılında ise Beş Şehir kitabını tamamlar. (Akün, 2002:12) Güncel olandan kaçması, onu iyiden iyiye içine kapatmış, umutsuzluklara kapılmasına neden olmuştur. Ama her zaman mazi ile hesabını gören, modern bir Türkiye özlemi içinde olmuştur. Tanpınar’ın bu yaklaşımları bir çeşit aydın fantezisi olarak değerlendirilmiş, ikircikli tavrı nedeniyle dönemi içinde  “Kırtipil Hamdi” sıfatıyla anılmıştır.

Kayıtsızlığın şemsiyesi

Tanpınar’la Başbaşa’yı mevcut hayali Tanpınar algısı içinde ‘bir kopma’ metni olarak yorumlayabiliriz. Gerçi doksanlı yıllardan bu yana onun bu defterleri ile ilgili küçük parçalar edebi ve kültürel çevrelerin diline düşmüştü ama metinlerin bütün olarak yayınlanması, hem defterler hem de yazarı üstündeki sisli havayı epey dağıttı.Tanpınar’la Başbaşa’ya gelinceye kadar Tanpınar algısı bir iki istisna dışında, verili sorgulanamaz bir tür hayalet söylemler üzerine kurulmuştur.* Tanpınar, günlüklerinde edebiyatı ve gündelik siyaseti ilgilendiren birçok satırlar yazmış. Parasızlıktan, sevgisizlikten, kendi sevgisizliğinden, kıskançlıklar(ın)dan söz ediyor, en yakın arkadaşlarını bile yerle bir etmekten kaçınmıyor. Tanpınar’la Başbaşa, Türk aydınının değişim süreci içinde yüz yüze kaldığı ikilemler, iktidarla ilişkiler, kökleri maziye uzanan, oradan bugüne taşınan kültürel miras, diğer yanda ise modernleşme anlamında yenibaştan yaratılmaya çalışılan kimlik arasında bocalayışın çetelesidir.

Tanpınar, Tanzimat’tan beri süregelen kültür ikiliğini bütün ruhuyla yaşamaktadır. Bu ikiliğin Tanpınar’da eşit oranda kabul gördüğü bir anlamda çift kimlikliliğe yatkın bir portre görülür. Huzur’da “Debussy’yi, Wagner’i sevmek ve Mahur Beste’yi yaşamak, bu bizim tâlihimizdi.” diyen Tanpınar için son derece talihsiz yaşamında bu ikilik bir tâlihtir.Günlüklerin son sayfalarından birkaç satır, başka bir çift kimliliği görünür kılar: “Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyorlar. Sağcılara göre ben angajmanlarım -Huzur ve Beş Şehir- hilafına sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçının değilse bile, sağcıların safındayım. Hâlbuki ben sadece eserini, şahsen yapabileceğim şeyi yapmaya çalışıyorum. Ben maruz müşahidim. Sempatilerim var. Şüphesiz İsmet Paşa’yı seviyorum. Bunun dışında inkîlapların taraftarıyım ve dil meselelerindeki ifratlar hariç, geriye dönmek, bir adım bile istemem. Feda edemeyeceğim birtakım şeyler var: Sağlara karşı hiç olmazsa inkılâpların bugünkü statüsü. Sollara karşı Türk Milletinin istiklâli ve tarih hakkı. İmkan bulsam, yaşım müsait olsa ve bir organ sahibi olsam müdafaa edeceğim tek şey: Kalkınma ve plan. İnkılâpçılardan ayrılıklarım Allah’a inanıyorum. Fakat tam Müslüman mıyım bilmem. Fakat anamın babamın dininde ölmek isterim ve milletimin Müslüman olduğunu unutmuyorum ve Müslüman kalmasını istiyorum. Garplıyım. Hıristiyanlığın daha zengin miraslarla ve daha derinden işlendiğine eminim. Burada kendi kendimle aşikâr şekilde tezattayım.” (Tanpınar, 2007:332) Hayata karşı mukavemet edemeyen bir aydın için çok garip bir durum değildir aslında bu durum. Her şey onun üzerinden kayıp gider ve o da aynı şekilde heybesine koydukları ile su gibi akıp gider. Kendi deyimiyle bu durum kayıtsızlığın şemsiyesidir. Çalışarak edebiyat bakımından bir yetenek yaratan bu kayıtsız bilincin en büyük noksanı şahsiyettir.

Eksiksiz bir Tanpınar biyografisinin yazılabilmesi için günlüklerdeki Tanpınar’ın zihniyet dünyası, yaşama tarzı, psikolojisi, tereddütleri, şüpheleri, açmazları, yakın çevresindeki insanlar hakkında aslında neler düşündüğü, nasıl çalıştığı, şiirlerini ve romanlarını nasıl planladığı, nasıl yazdığı, nasıl yiyip içtiği, nasıl uyuduğu, aşkları, rüyaları, kâbusları, dertleri, hastalıkları, kompleksleri vb. hakkında başka hiçbir yerde bulunamayacak bilgilerin irdelenmesi gerekir. Osmanlı kültürüne yakın bir edebiyatçı olarak bilinen, bu özelikleriyle muhafazakâr kesimlerin çok sevdiği Tanpınar’ın günlükleri ise bambaşka bir kişiliği ortaya koyuyor. Çok önemsediği Yahya Kemal’den hoşnutsuzlukla bahseden, Fransız yazarlarını özlemle, hayranlıkla anan, çevresindekileri küçümseyen, Osmanlı’dan ‘cahil alayı’ diye söz eden bir aydın...

Tanpınar’la Başbaşave Mücevherlerin Sırrı adlı eserinde nasıl bir Tanpınar portresinin ortaya çıktığını özellikle DP ve 27 Mayıs darbesi özelinde birkaç nokta etrafında okumayı deneyelim.

“Aman devlete zeval gelmesin!”

Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi tarihini inceleyen yazarlar, genel olarak 1920-1950 dönemi ve 1950 sonrası olmak üzere iki ana dönemden bahsederler. 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimleri Demokrat Parti’nin kazanmasıyla, Cumhuriyet Halk Partisi ‘iktidarı’ ve “tek parti” dönemi bitmiştir. Bu seçimlerle birlikte sadece siyasi hayatta değil, kültürel alanda da değişmeler başlamıştır. DP, demokrasi vaatlerinin ön plana çıktığı bir seçim kampanyası izlemesine rağmen, 1951 yılında gazeteleri hükümetin takdirine göre ödüllendirme ya da cezalandırma yetkisini hükümete veren bir resmi ilanlar kararnamesi çıkarmıştır. Bu kararnamenin ardından basına karşı hükümetin konumunu güçlendiren birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerle muhalif gazeteciler/yayıncılar, çeşitli sebeplerle uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmıştır. (Tunçay, 1997:179-183)

Dönemin en önemli siyasi değişimi kuşkusuz çok partili siyasi hayata geçiştir. Bununla birlikte özellikle komünizmin bir fobi olarak sosyal hayatta kendisini gösterdiği, bu siyasi görüşle ilgisi olan olmayan pek çok kimsenin pejoratif bir biçimde nitelendiği görülür. Bu durumdan siyaset çevresi kadar, edebiyat çevresi de etkilenmiştir. İlk bakışta bir öğrenci gazetesini andıran fakat yazar kadrosu içinde dönemin milletvekillerinin, akademisyenlerinin yer aldığı, edebî ve içtimai gazete başlığı ile 1951 yılında yayımlanan Tenkid’de, Türkoloji dünyasının en önemli hocalarından İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmet Caferoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar “komünist” olarak alenen ifşa edilir.** Toplumun özellikle de siyaset-edebiyat dünyasının bu kadar keskin bir siyasi yapılanmayla karşı karşıya kalışının kalıcı etkileri olmuştur. Edebiyatçılar “tek parti” yıllarının suskunluğundan kısmen kurtulmuşlardır. Fuat Köprülü, Hüseyin Cahit Yalçın gibi edebiyatçıların da siyaset sahnesinde yer almaları, siyaset-edebiyat ilişkisini güçlendirmiştir. 1957 yılında yapılan seçimlerde DP’nin tekrar iktidara gelmesi ile birlikte hem DP’ye muhalefet artmış hem de parti içindeki sıkıntılar ciddi boyutlara ulaşmıştır. 1955 yılında Fuat Köprülü Dışişleri Bakanlığı’ndan ayrılmış, bazı milletvekilleri istifa etmiş, bazı milletvekilleriyse partiden atılmıştır. Söz konusu dönemde CHP, muhalefet partisi olmakla birlikte, ‘muhalefet iktidarı’ olmaya başlamasının verdiği sıkıntılarla bugünleri andıran iç sıkıntıların yaşandığı bir parti görüntüsündedir.

27 Mayıs 1960 tarihinde Silahlı Kuvvetler’e mensup otuz yedi subay tarafından gerçekleştirilen darbe ile DP, yönetimden uzaklaştırılmıştır. Ancak darbe, emir-komuta zinciri içinde yapılmamıştı. Bu sebeple darbeciler daha ilk günden cunta görüntüsü vermeye başlamıştı. Darbeciler, kendilerine meşruiyet temelleri arama zorunluluğu duyuyorlardı. Meşruiyet sorunu, her fırsatta “27 Mayıs Devrimini yapan Türk Milleti” ibaresi kullanılarak çözülmeye çalışılacaktı. 27 Mayısçılar darbeden sonra, üniversitenin desteğini arkalarında güçlü bir şekilde hissedebilmek için “biraz devrim, biraz hukuk” mantığını çalıştırdılar. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylar (Milli Birlik Komitesi), bu yönde ilk adımı 12 Haziran 1960’ta geçici anayasayı kabul ederek attı. Geçici anayasa ile Demokrat Parti mensuplarını yargılamak üzere, üyeleri Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine Milli Birlik Komitesi (MBK) tarafından seçilecek olan Yüksek Adalet Divanı adlı bir olağanüstü mahkeme kurulması öngörülüyordu. Olağanüstü mahkeme kısa sürede oluşturulduktan sonra, 1950-1960 dönemi Yassıada’da yargılanmaya başlandı. Celal Bayar, hep eski Kuva-yı Milliyeci Bayar’dı. İstiklal Savaşı’nın galip hocası, sert, ciddi, metin bir devlet adamı görüntüsünde ve edasında idi. Adnan Menderes ise aşırı nazik ve kibar, ayrıca mahkeme heyetine abartılı şekilde saygılı davrandı. Yassıada’da duruşmalara 14 Ekim 1960’ta başlandı. Kararın açıklandığı 15 Eylül 1961’e kadar geçen 11 ay 1 gün içinde toplam 592 sanık hakkında 19 ayrı dava açıldı. Başsavcı, bu davalarda 228 sanık hakkında idam cezası istedi. Toplam 202 oturum yapıldı, 1000’i aşkın tanık dinlendi. Ancak mahkeme heyeti, savunma tanıklarının neredeyse tamamını “gereksiz” gördüğünden dinlemedi. Tanıkların çoğu, kendilerine ezberletilen metinleri mahkeme salonunda tekrar etti. Başbakan Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu dünya hukuk tarihinin patolojik simgesi askeri mahkeme kararı ile aynı yıl idam edilmiştir.

Bu süreçte, 1961 Anayasası hazırlanmış ve 9 Temmuz 1961’de yapılan halk oylamasıyla bu anayasa kabul edilmiştir. DP iktidarını baskıcı bulan ve bu duruma muhalif olan bazı süreli yayınlar askeri darbeyi ve yeni anayasanın kabulünü memnuniyetle karşılamıştır. Çünkü darbenin en önemli sebeplerinden biri de, DP’nin basın, sanat ve eğitim çevreleri üzerinde yoğunlaştırdığı baskılar olduğu hatırlanırsa Ahmet Hamdi Tanpınar’ın DP ile ilgili görüşlerinin bağlamı daha açık biçimde gün yüzüne çıkar. (Gülendam, 2004:280) İşte kabaca özetlemeye çalıştığımız bu siyasi sürecin aynı zamanda Tanpınar’ın kadim siyasal duruşunun da etkisiyle günlüklerine yansıyan siyasal pozisyonunu anlamak bakımından göz önünde bulundurulması gerekiyor.

Tanpınar’ın politik konumlanışı, özellikle Demokrat Parti hakkındaki düşüncelerini yazarken iyiden iyiye su yüzüne çıkıyor. Defterlerinde gerek 27 Mayıs öncesi gerekse sonrası ile ilgili anekdotlar yer alır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ‘Büyük Şef’ olarak andığı İnönü siyaseti ile başlayan İsmet İnönü sevgisi artarak devam eder. Adnan Menderes’in ne yaparsa yapsın İsmet Paşa’nın, Atatürk’ün ve daha evvel devrilen Osmanlı hanedanının prestijine sahip olamayacağını belirtir. Osmanlı hanedanının cehaletle karışık, tarihi realiteden otoritelerini aldıklarını, Atatürk ve İsmet Paşa’nın ise Milli Mücadele havası ile güçlerini pekiştirdiklerini ifade ederek Adnan Menderes’in yönetimini eleştirir. O yıllarda basının yaptığı abartılı yayınlardan ne kadar etkilendiğini de görürüz bu sayfalarda. Üniversite öğrencilerinin gösterileri karşısında duyulan heyecan İnönü sevgisiyle birlikte sayfalara yansır. 22 Mayıs’ta ise defterine şunları yazar: “Harbiye’nin nümayişi. Bu hükümetten hayır yok artık.

Tanpınar 27 Mayıs 1960 tarihinde İspanya’dan Paris’e dönmüştür. Otel görevlisi kendisine askeri darbeyi haber vermiştir. Tanpınar bu haberden duyduğu memnuniyeti şu kısa cümle ile ifade eder: “Sabahleyin iner inmez otelci Türkiye’deki askeri hareketten bahsetti. Vatana ak yüzle dönebileceğiz artık. Kurtulduk!” Tanpınar, CHP mensuplarının birçoğunu sevmese de CHP’lidir ve İsmet İnönü’ye taparcasına bağlıdır. Meclis’ten beş parasız ve dargın ayrılan Tanpınar, İsmet Paşa’ya iki yıl kadar dargın kalır. Bununla beraber DP’ye karşı sergilediği muhalefet nedeniyle ona olan sevgisi günden güne artar. DP’lilerin ise hepsinden nefret eder. “Bu adamlara minnettarım. Demokrat Parti ejderhasından bizi kurtardılar. Vatan temizlendi.” (Tanpınar, 2007:213) Tanpınar, Yassıada davalarıyla ilgili olarak ise şöyle yazmıştır: “15 Ağustos (Eylül 1961) gece. Dava bitti. Mahkûm oldular. Büyük bir geçidi atladık. Fakat orta yerde henüz halledilecek bir yığın mesele var. Çoktan beri adalet elinde olduklarını bildiğim için hiçbir kinim kalmamıştı. İdam cezalarını yani adaletin o kadar beklediğim haklı tecellisini yazık ki bu yüzden sevinçle karşılayamadım. Sadece hak verdim. Aksi olsa belki üzülürdüm. Fakat ölümleri, cezaları neye yarar? Hangi zararımı telafi eder. Soğuk adalet beni tatmin eden şey değil. İbret olabileceğine de inanmıyorum. Çünkü insanlık altı bin senedir ceza veriyor ve hiçbir şeye yaramıyor. Türkiye’nin iktisadi vaziyeti, içinde yuvarlandığımız buhran bizim için meselelerin hallini adeta imkânsızlaştırmış gibi. Ne ile ve nasıl, hangi sermaye, hangi müdehhar servetle kalkınacağız? Bu adamların yaptığı fenalık işte burada.” (Enginün-Kerman, 2007:322)

Onlara isnat edilen suçların idam edilmelerine yetmeyeceğinden endişe eder. Talebesi Samet Ağaoğlu’na karşı bile nefretle dolu görünüyor. Yine de azıcık acıdığı iki adamdan biridir o, diğeri de Onuncu Yıl Marşı şairlerinden Faruk Nafiz’dir. “Samet affedilebilir, fakat milyonları kustuktan sonra...” diyor. 27 Mayıs darbecilerine yönelttiği tek eleştiri, yeterince kanlı bir ihtilâl yapmamış olmalarıdır. Şu cümleleri okurken onun darbecilere nasıl baktığını daha rahat görürüz: “MBK (Milli Birlik Komitesi) idealist çıktı; fazla ürktü. Fazla çekildi. Kansız ihtilâl yapmaktansa hiç yapmamak evlâdır. Risksiz hayat olamaz. Kansız ve tasfiyesiz ihtilâllerin sonu budur. Şimdi bir çıkmazdayız.” Tanpınar, Yassıada duruşmaları uzayınca, “Yetti artık. Fatiha okunacak yerde hatme başladık.” demeyi de ihmal etmemiş.(Enginün-Kerman, 2007:325)

Tanpınar’ın 1960 darbesinin hemen arkasından Demokrat Parti ve Adnan Menderes hakkında yazdığı birkaç yazı onun nasıl bir hâlet-i ruhiye içinde olduğunu gösterir. Bu yazılarda onun tam bir darbe şakşakçısı kesildiğini hatta darbenin âdeta kalemşoru olmaya heveslendiğini görürüz. Darbeyi duyar duymaz; “Aman devlete zeval gelmesin!” sözleriyle verir ilk tepkisini. Ardı ardına yazdığı yazılarla Tanpınar’ın İlhan Selçuk, Tuncay Özkan, Vural Savaş gibi isimlerin yanından ve cephesinden konuştuğunu görürsünüz. Adnan Menderes ve arkadaşları için şu cümleleri yazar: “Demokrat idarenin macerası gerçekten korkunç ve ibret alıcı oldu. Kabakçı Mustafa’nın bile hayalinden geçmeyecek bir katliam teşebbüsünü arkalarında hüccet olarak bırakıp tarihin öbür kapısından geçtiler(…) On senelik katil saltanatların icraatı(...) Tarih, on sene boyunca Büyük Millet Meclisi kürsülerinde ve miting meydanlarında söylenen nutukları, bütün o irinli hücumları ve sara nöbeti müdafaaları satır satır bu ışığın altında okuyacak(...) Moğol ordularından sonra eşine pek rastlanmayacak cinayetler(...) Bütün bu karışık ve sefil ruh hâli ve bilhassa çalma ve hükmetme hırsları Demokrat idareyi dünyanın en zalim, kör ve sağır cihazı hâline getirdi. Son devirleri ise gerçekten kıstırılmış bir yaban domuz sürüsünün savletleriyle geçti. Öyle ki ordu imdadımıza yetişmeseydi, Türk milletinin beli bir daha doğrulmazdı. İyi niyetlerine hayran olduğumuz başvekil ve Devlet Reisi General Cemal Gürsel’in sarih ve resmî beyanatı(...) bu idare, bir devlet idaresi olmaktan çoktan çıkmıştı. O, Ojiyas’ın*** ahırları idi. Ordumuz uyanıklığı ve iyi niyetiyle bu şenaatten, bu teaffünden milletimizi kurtardı(...) Bu bayram, en güzel bayramlarımızdan biridir(…) Tarihin huzuruna ancak çift asaletleri ile resmen hırsız ve katil olarak çıkabilirlerdi... Ağzı köpüklü Adnan Menderes, kin çıkını ve anayasa hırsızı Celâl Bayar, hepsi öldürmeye, yakıp yıkmaya ve servet sâmanlarıyla kaçmaya her an hazır yaşıyorlarmış.” (Tanpınar, 2002:104-111)

14 Haziran 1960 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu yazının son bölümü Türk Solu dergisinden esinlenerek yazılan “Ordu Göreve” pankartının nerelere kadar uzandığını göstermesi açısındanibretlik bir vesika olarak önümüzde durmaktadır:“Bize kurtuluşu hazırlayan, istikbalimizi o kadar asaletle ve necabetle kefaletine alan orduya nasıl teşekkür etmeli? En iyisi kendi şerefli ve fedakâr mesleklerinin bütün değerlerini toplayan kelime ile: Vazifenizi yaptınız, her zaman olduğu gibi bu sefer de vatan ve milleti, hem de tam zamanında kurtardınız, demektir. Bundan sonrasını sevinç gözyaşlarına bırakalım.” (Tanpınar, 2002:110-111) Jakobenlerin, tepeden inmecilerin ve cuntacıların, kendilerini ‘ülkenin’  gerçek sahibi, koruyup kollayıcısı diye yutturmaya kalkıştıkları (ve bazen de, yutturdukları!), yeni ‘dikensiz gül bahçesi’ Takrir–i Sükun dönemi özlemlerine şahit olduğumuz uzun günlerde şu ‘Vatan tehlikede!’ söylemine kısa bir kenar notu düşelim burada: Fransız Devrimi’nin jakoben önderleri içinde, en önemlisi olan Robespierre’in, (Jean-Jacques Rousseau’yu izleyerek) egemenlik hakkının ‘devredilemez’ olduğunu ve bunu temellendirirken, ‘Vatan tehlikede!’ kuramından hareket ettiğini biliyoruz. Sürekli olarak vatanın tehlikede olduğunu, içte ve dışta büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunduğunu öne sürmenin vatansever olmanın alâmeti fârikası oluşu bize de pek yabancı değil. Osmanlı İttihat Terakki Cemiyeti’nin yayınladığı ilk risalenin Vatan Tehlikede adını taşıması komitacı geleneğin sürekliliğini anlamak açısından mühim bir ayrıntıdır. (Birinci, 2001:123)

Ahmet Hamdi Tanpınar, 20 Eylül 1961 tarihli notlarında şunları ifade ediyor: “Adnan Bey’in ve bir iki gün evvel iki arkadaşının gazetedeki resimleri... Ölüm bu fotoğraflarda insana başka türlü görülüyor. Zavallı budala! Kaç defa İsmet Paşa kendisine fırsat vermişti. Başında o kadar sevilen adamdı ki bu sevgi yüzünden bir aziz olabilirdi. Meğer bütün bu adamlar, bu iş, aç tahtakuruları, yer solucanları, kurtlar, yılanlar gibi bekliyorlarmış. Politika… Halk Partisi’nin en menfur adamı bunların yanında ister istemez evliya kalır. Bu demektir ki her şey rejimde, sistem ve şirazededir. İsmet Paşa şiraze adamdı.” (Enginün-Kerman, 2007:321-322) Onun İsmet Paşa’yı bu kadar önemsemesi ve bunun 27 Mayıs akabinde yoğunlaşmış olması, tamamına yakınını CHP’lilerin oluşturacağı Kurucu Meclis’te görev beklentisinden kaynaklanmıştır. İsmet İnönü ile Kurucu Meclis çalışmaları sürerken Pembe Köşk’te görüşen Ahmet Hamdi Tanpınar bütün çabalarına rağmen o meclise girememiştir. Yapılan seçimleri AP’nin kazanması üzerine CHP’nin politikalarının eleştirisini yapan Tanpınar ‘üç beyhude idamın zemini üstüne’ yapılan seçimleri eleştirerek memleketin psikolojik realitelerine yaklaşılması gereğini ifade eder. Ardından gene karanlık günlerin geleceğini ifade etmesi de ilginçtir.

Tanpınar’ın psikobiyografisiüzerinde çalışacak olanlara çok değerli malzemeler sağlayacak olan Tanpınar’la Başbaşa’nın belirleyici bir işlevi olması kaçınılmaz görünüyor. Tanpınar’ın, bir edebiyatçı olarak Demokrat Parti’ye muhalif, hatta düşman olması anlaşılabilir bir şeydir. Fakat bu askeri darbeyi yeterince kan dökülmediği için eleştirmesi ve neredeyse bütün Demokrat Partililerin idamını dört gözle beklemesi Türkiye’deki komitacı zihniyeti resmetmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, zihniyet dünyaları İttihat ve Terakki siyaseti altında ve ‘tek parti’ iktidarı devrinde oluşmuş aydınların bu konulara bakışları bugüne, özellikle de son zamanlarda artan siyasi tartışmalara ışık tutacak niteliktedir. Hatta Ahmet Hamdi Tanpınar yaşıyor olsaydı, Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın 27 Mayıs darbesi ve Adnan Menderes’in idam edilmesiyle ilgili ‘Kimse idam cezasını istemez ama o dönemde bunlar idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı. 27 Mayıs’ı burada ihtilal olarak görmek hata olur. 1960 ihtilali aslında bir devrimdir.’ sözleri karşısında yandaşlık ve siyasal akrabalık bakımından son derece memnun olur, kendisini bir başka açıdan ‘kutup noktası’ olarak değerlendirirdi.

Dipnotlar

*- Ömer Lekesiz bu konuda çok ilginç bir anısını aktarır: “1982’de Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliği’nin salonunda birkaç arkadaşla belirttiğimiz konular çevresinde Tanpınar’ı eleştirdiğimiz bir gün, oradaki ‘milliyetçi’ ağabeylerimizden birinin beni kenara çekip, ‘Tanpınar’ı eleştirirken lütfen insaflı olunuz. Onun, çalıştığı üniversitenin güzergâhında bulunan Abdülhamid’in mezarında her gün durup gözyaşları içinde Fatiha okuduğunu da hatırdan uzak tutmayınız.’ deyişi aklımdan hiç çıkmamıştır.” (Edebiyat hesabında ‘üstü kalsın’ denilebilmeli, Kitap Zamanı, Sayı: 24)

**- Yetmişli yıllarda Tanpınar’ın komünistliği üstüne Hilmi Yavuz ile Selahattin Hilav arasında nihayete erdirilememiş bir tartışma yapılmıştır.

***- Ojiyas: Yunan mitolojisinde bir kahraman.

 

KAYNAKÇA

GÜRBİLEK, Nurdan (1995) Yer Değiştiren Gölge, Metis Yay., İstanbul, s. 23

ŞEVKİ, Abdullah (2002) “Toplumumuza Bakış Açısı ve Siyasi Duruşu Yönünden Ahmet Hamdi Tanpınar”, Hece, Sayı: 61

GÜLENDAM, Ramazan (2004) “Demokrat Parti İktidarında Edebiyat-Politika/Siyaset İlişkisi ve Edebiyatçılarımızın Bu Süreçteki Yeri” Hece, Sayı: 90-91-92

AKÜN, Ömer Faruk (2002) “Ahmet Hamdi Tanpınar”, içinde Abdullah Uçman-Handan İnci Bir Gül Bu Karanlıklarda, Kitabevi Yay., İstanbul

EYÜBOĞLU, Sebahattin (2002) “Tanpınar’da Zaman”, içinde Abdullah Uçman-Handan İnci Bir Gül Bu Karanlıklarda, Kitabevi Yay., İstanbul

ENGİNÜN-KERMAN, İnci-Zeynep (2007) Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergah Yay., İstanbul

OKTAY, Ahmet (2003) Entelektüel Tereddüt, Everest Yay., İstanbul

TANPINAR, Ahmet Hamdi (1992) Mücevherlerin Sırrı, Hazırlayanlar: İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban Özdemir, YKY, İstanbul

ALPTEKİN, Turan (2001)Ahmet Hamdi Tanpınar: Bir Kültür Bir İnsan, İletişim Yay., İstanbul

BİRİNCİ, Ali (2002) Tarih Uğrunda, Dergâh Yay., İstanbul

HİLAV, Selahattin (2008) Edebiyat Yazıları, YKY, İstanbul

BAYRAMOĞLU,  Zeynep (2007) Huzursuz Huzur ve Tekinsiz Saatler, YKY, İstanbul

TUNÇAY,  Mete (1997)  “Siyasal Tarih” (Türkiye Tarihi 4, Çağdaş Türkiye 1908-1980) Cem Yay., İstanbul