‘Müslüman Coğrafyaları’nın Kalbi Ateş Menzilinde

Selahaddin Eş Çakırgil

Önce, bu yazıda kullanılan bazı terimlere dikkat çekmeliyim:

Yazının başlığında ‘İslam coğrafyası’ değil, ‘Müslüman coğrafyaları’ denilmekte.

Çünkü İslam belli bir coğrafyaya, zamana ve mekâna aid değil, cihanşumûl bir din... Bu bakımdan, bütün âlemler İslam coğrafyası olmaya namzeddir ve lâyıktır. ‘El-Garb’u lenâ, ve’ş-Şarq’u lenâ!’ (Garb/Batı da bizimdir, Şarq/Doğu da!)

Çünkü bütün âlemler Rabbimizindir.

*

‘Müslüman coğrafyaları’ deyince ise…

Elbette, dünyanın neresinde bir Müslüman ve hattâ -Müslüman olmasa bile- bir mustaz’af, (hakları gasbedildiği için zayıf duruma düşürülmüş bir insan veya toplum) varsa, biz Müslümanlar olarak, bütün dikkat ve rikkatlerimizle orada olmalıyız.

Ama elbette Müslüman halkların ekseriyette yaşadığı coğrafyaları ‘Müslüman coğrafyaları’ olarak isimlendirmekte daha bir titiz olmalıyız.

Bu coğrafyalar neresidir?

Bugün ulaşılan iletişim ve ulaşım imkânları açısından son 50, hattâ 25 yıl öncesine göre tahmin ve tasavvur edilemiyecek boyutlara ulaşılmıştır.

Bu bakımdan, Müslümanlar, ekseriyet halinde olmadığı nice ülkelerde bile, küçük koloniler halinde yaşamaktadırlar.

Kuzey Amerika’da, Latin Amerika’da, Rusya’da, Avrupa Birliği ülkelerinde ve Balkanlarda, Çin, birçok Afrika ülkesinde, Müslümanlar her ne kadar ekseriyeti oluşturmasalar, hiç de azımsanmıyacak azlık unsurlar halinde yaşamaktadırlar. Bu Müslüman koloniler bulundukları coğrafyalardaki diğer halklarla barış içinde ve genelde, onlara faydalı ve örnek oluşturacak faaliyetler içinde bulunmaktadırlar.

*

Düşünelim ki bugün Kanada’da 500 binden fazla Müslüman, Birleşik Amerika’da 2,5-3 milyon, Brezilya, Arjantin gibi ülkelerde yaklaşık yarım milyon, Surinam ülkesinde, yüzde 30’u aşan bir rakam olarak 150 bin kadar Müslüman yaşamaktadır.

Uzak Doğu Asya ülkelerinde de durum aynı.

Ama Çin ve Hindistan’da durum daha bir farklı. Çin’de sayıları tam olarak bilinmese ve İslamî gereklere göre yaşamaktan hattî uzak kalsalar bile, kendilerini İslam dininden başka bir inanca nisbet etmeyen kitlelerin 100 milyondan fazla bir rakam oluşturdukları, (hattâ Prof. İhsan Süreyya Sırma gibi araştırmacıların gözlemlerine göre) 140 milyonu buldukları söyleniyor. Ama 1 milyar 400 milyon nüfuslu bir Çin’de bu dev rakam bile, yine de onda birlik bir azlık durumu oluşturuyor.

Hindistan’da da durum öyle. 1 milyar 100 milyon nüfuslu Hindistan’da Müslümanların nüfusu 225 milyonu aşkın. Bu da ancak yüzde 20’lik bir azlık oluşturuyor.

140 milyon nüfuslu Rusya’da da 20 milyonu aşkın bir Müslüman kitlenin bulunduğu biliniyor. Bu da yedide birlik bir azlık unsur…

Afrika’nın orta ve güneyindeki ülkelerde de durum farklı değil. Müslümanlar, uzuuun asırlar emperyalist güçlerin sömürgesi olarak yaşayan bu kıtanın güneyinde de azlık unsurlar halinde ve amma diğer toplumlarla, genelde, birtakım emperyalist planlar ve şeytanî planlar olmadığı takdirde, barış ve huzur içinde yaşayabilmekteler.

***

Ama asıl mes’ele, Müslümanların ekseriyet halinde yaşadıkları coğrafyalardaki durumdur. Çünkü Müslümanların ekseriyet halinde yaşadığı Endonezya, Malezya gibi ülkelerle Afrika’daki birçok coğrafyalar da asırlarca sömürgeci devletlerin zulüm mekanizmaları altında ezilmekteydiler.

Ne var ki Müslümanların sömürge durumunda olmadıkları coğrafyalardaki durum da pek iç açıcı değildi.

Esasen, son 100 sene öncesine kadar, Müslümanların elinde müstakil/bağımsız sayılan iki devlet vardı: İran ve Osmanlı.

İran, son 500 yıldır, diğer Müslüman kitlelerden mezhebî birtakım farklılıkları benimsemesi dolayısiyle biraz ayrılmıştı ve esasen sınırlı bir coğrafyaya hâkim idi.

Osmanlı ise Balkanlardan, Anadolu’ya, Arab diyarlarına, Kuzey Afrika’ya, Mısır ve Sudan’a kadar geniiiş bir coğrafyaya hükmediyordu.

***

Ama hem İran’da hem de Osmanlı’da Müslümanları yöneten güç merkezleri, Müslümanların inançlarına göre şekillenmiş olmayıp, yönetimleri, Şûrâ Suresindeki ‘Onlar, işlerini aralarında şûrâ yoluyla görürler.’ emrine uygun olarak şekillenmiş değildi. Buralar sulta/zor, zer ve zor sahiblerinin tesis ettiği saltanat sistemleriyle yönetiliyordu, asırlardır.

Bu da Müslüman toplumlarını, bir ağaç kurdu’nun gövdeyi içeriden oyup çürütmesi misali, dışardan gelecek fırtınalara daha bir dayanaksız bırakıyordu.

Tehlike büyüdükçe, bu yanlış gidişi düzeltmek isteyen ve ıslah çabalarını gündeme getirenler hele de son yüzyılda ortaya çıktıysa da Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda aldığı ağır yenilgiler fırsat bilinerek, savaşın galibi olan emperyalist güçlerce tarihin karanlıklarına atılmıştı.

Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı’na katılıp kazanan ve kaybeden devletlerin hemen herbirisi de yara almış ve az veya çok birtakım kayıplarla yine de geride kalmışlardı. Ama Müslümanların elindeki bir büyük güç olan ve ıslahının mümkün olması halinde, sahib olduğu potansiyelin Müslümanlar lehinde kullanılmasından korkulan 600 küsur yıllık Osmanlı Devleti, bütünüyle yok edilmişti.

***

100 yıl öncelerde, Osmanlı’nın sonunun gelmiş olduğu gibi iddialar, Osmanlı’nın yönetici kadrolarını ve tahsilli kesimlerini bile fikren esir almıştı.

Osmanlı buharlaştıktan sonra, bir siyasî kişiye taparcasına bağlılık gösterecek olan bir şair (Midhat Cemal) ise 100 yıl önce bugünlerde,

‘Ölmez bu vatan, farz-ı muhal ölse de hattâ

Çekmez kürenin sırtı, bu tâbût-ı cesîmi’ (bu kocamaaan tâbûtu) diyordu.

Ve onun dediği gibi de oldu.

Osmanlı Devleti parça parça edildi..

Her bir parçanın ensesine, emperyalist güçler, kendilerine uşaklık yapacak kişi veya kadroları oturttular; ‘new colonialism / yeni kolonyalizm / sömürgecilik’ kıstaslarını da gözeterek.

Bu yeni anlayışa göre, eskiden olduğu gibi, İngiltere veya diğer merkezlerden bir müstemleke valisi göndererek yönetmek usulü terk edilmiş; yerine, ‘rengiyle, diliyle, zahirî görünümüyle yerli ama beyni ve kalbiyle, duygu ve düşünceleriyle emperyalistlerin kurgusuna ayarlanmış uşaklaşmış, yabancılaşmış kişi veya kadrolar.’ işbaşına getirilmişti.

Ama bu kişi veya kadroların her birisi, kendisini en müstakil, bağımsız hareket eden kişi veya kadrolar gibi gösteriyorlardı..

Tıpkı 25 sene öncelerde, 1990’larda Sovyet Rusya çökünce, hele de Müslüman halkların yaşadığı Orta Asya ve Kafkaslardaki Müslüman halkların tepesine, eski komünist liderlerin, ‘özgürlük kahramanı’, bağımsızlıkçı kişi ve kadrolar olarak oturtulmasında olduğu gibi…

***

Ve şairin 100 yıl öncelerden hissettiği üzere, Osmanlı gibi bir büyük gücün tâbutunun yerküre tarafından taşınamayışının acılarını, ızdırablarını, derin sosyal çalkantılarını yaşıyoruz, Müslümanlar olarak.

Ve oluşturulan onlarca devletin herbirisi birbirine düşman hale getirilecekti, tabiatiyle. Herbirisi de en doğru kararı verecek olan merkezin kendisi olduğu ididasıyla diğerlerinin karşısına dikilecekti.

***

Üstelik her ne kadar, gerçeğine ne kadar uygun olduğu tartışılmayacak derece yanlış formüllerle yaşatılan hılâfet kurumu ve anlayışı da artık havaya uçurulmuştu, M. Kemal ve arkadaşlarınca ve de ‘Biz dine gönüllerde bir ulvî makam tahsis ettik!’ yalanlarıyla, yâveleriyle…

Gerçekte ise 1908’de 2. Meşrutiyet ilan edildiğinde, dönemin büyük emperyalist gücü olan İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisi Lord Nicolson, -600 küsur yıllık Osmanlı’yı 10 yılda çökertecek olan- İttihad Terakkî kadrolarıyla önceleri birlikte çalışan ve sonra onlardan ayrılan Rıza Tevfik’le görüşürken, “Biz size o kadar yardımı meşrutiyet ilan edesiniz diye değil, hılafeti kaldırasınız diye verdik.” diyecek ve bunun üzerine, R. Tevfik, ona, “Lord cenabları, İngiliz devlet-i fahimânesini hılafet müessesesi niçin bu kadar ilgilendiriyor?” dediğinde şu cevabı alacaktı:

“Rıza Tevfik! Biz Malaya Yarımadasından Hindistan’a ve Afrika ülkelerine kadar her yerde yüz milyonlarca Müslümanı idaremiz altında tutabilmek için her yıl milyarlarca İngiliz lirası harcarken; sizin halife unvanı da taşıyan padişahınız, o coğrafyalara bir Selâm-ı Şahâne, bir de Hâfız Osman hattıyla yazılmış bir Kur’an gönderiyor ve o yüz milyonları itaat altına alabiliyor. Biz işte bu gücün kırılmasını istiyorduk.”

*--

Evet, mes’elenin özü, bu noktada.

Bütün zaaflarına rağmen yine de Müslümanların elindeki etkili bir güç olan hılafet kurumu, işte bu yüzden kaldırılmalıydı.

Nitekim sadece Osmanlı Devleti değil, yüz milyonlarca Sünnî Müslümanın gözünü emirlerine diktiği hılafet kurumu da buharlaştırıldı ve tarihten silindi.

Ve her ikisinin de yeller esmekte, şimdi yerinde. Ve yığınla devletçikler kondurulmuş bulunuyor, Müslüman toplumların tepesine. Müslümanlar parça-bölük... Kendilerini birbirine perçinleyen bağlılık zenciri olan inanç bağına saldırılmış durumda.

Her birisinin kendi bölgesel anlayışlarına göre, yığınla başkentlerde, ‘kutsallaştırılmış’ yığınla bayrakların ve sınırların hükûmetlerin, kadroların oluşturdukları bölgesel kararları baştâcı ederek, gerektiğinde diğerlerini düşman bile sayarak birbirleriyle sürtüşmeler içinde bir asrı geride bıraktılar. Her birisi de bir tehlike veya zaafiyet gördüğünde, sırtını bir emperyalist güce dayayarak varlıklarını korumaya çalışıyor.

*

Ve bugün, meydana gelen boşluktan kimlerin faydalandığ ortada.

Kelime olarak hılafet terimine takılıp kalmamak gerek. Mesele, bir terimi, bir kelimeyi kurtarmak değil. Müslümanların tek bir irade etrafında, dünya çapında örgütlenmesi meselesidir. Asıl dikkatimiz, kelimelere değil, gerçekçi bir ‘İslam Birliği’ idealinin sağlanmasına olmalıdır.

Geçmişte yaşanan ve 30 Yıl, 100 Yıl Savaşları gibi kanlı savaşlarla, birbirleriyle boğuşmuş olan Avrupa ülkeleri, bugün birçok sıkıntıları olsa bile, Avrupa Birliği’ni bir Hristiyan Birliği olarak korumak dikkatindeler.

Hristiyan dünyası, 1000 yıl süren bir Katolik-Ortodoks düşmanlığından sonra, Papa ile Patrik buluşurken... Ve 12 Şubat 2016 günü de 1000 yıl sonra, Papa Françesko ile Rus Ortodoks Kilisesi başkanı olan Patrik Krill’in Havana’daki buluşmasına tanık olunurken... Ve de Krill, Putin’e, Suriye’deki Hristiyanları kurtarması için, Suriye müdahalesine fetva sâdır eylerken ve kezâ Papa Françesko da Rusya liderine, ‘Suriye’deki Hristiyanların gözü sende.’ derken… Ki bu ülkelerde bulunan bir avuç Hristiyanın canı da elbette korunmalıdır ama onların korunması adına büyük Müslüman kitlelerin telef edilmesine verilen bu cevazları nasıl okumalıdır?

Yani, dünyaya, ‘religio-politik(din siyaseti) merkezli bir çağ yaşandığı mesajı verilirken, Müslümanlar olarak bu gelişmeleri nasıl okumalıyız?

***

Emperyalist-şeytanî güçler, Müslüman toplumların birbiriyle daha derin çatışmalara girmesi için, mezhebî, etnik, her türlü ayrılık unsurlarını devreye sokmaya çalışıyorlar.

Bu yetmiyormuş gibi, bugün, üstelik de kendilerine açıkça direkt bir askerî tehdid olmamasına rağmen; kendi oluşturdukları birtakım vehim ve paranoyalarla, DAİŞ gibi ve benzeri birtakım silahlı mücadele örgütlerini delil göstererek, geçmişte görülmeyen şekilde, Irak ve Suriye’de her yeri diledikleri gibi bombardıman ediyorlar ve Rusya ve B. Amerika gibi iki büyük askerî güç, Müslüman coğrafyalarının kalbi mesabesindeki bu bölgeyi, 100 yıllık bir problemli paylaşımdan sonra yeniden paylaşmak yolunda ilginç bir işbirliği oluşturmuş bulunuyorlar.

***

Bugün, Müslüman coğrafyaları bir yeni doğum sancısı yaşıyor.

Doğum normal mi olacak veya düşük mü meydana gelecek; yoksa bebek sezaryenle mi alınacak ya da prematüre (erken) bir doğum mu söz konusu? Ya da ortaya bir hilkat garibesi mi çıkacak?

Bunların her birisi de mümkün.

Ama biz her duruma hazır olmalıyız, Müslümanlar olarak.

Bu hazırlık, her şeyden önce, kafalarda ve gönüllerde, Müslümanların tek bir millet, tek bir ümmet olarak birlikte olması ve kendi coğrafyalarımızda, dünyamızı kendi inanç ölçülerimize göre kurmak gibi temel ölçüleri gözönünde bulundurmazsa, varılacak nokta, herhalde 100 yıl öncekinden daha zor ve acı olacaktır.

Bu yönde kararlar alınması elbette çok çetin olacaktır. Çünkü ateş menzili içindeyiz ve alevler içindeki kimselerin sağlıklı kararlar alması zordur. Ama asıl hayatî kararlar da ancak böylesi çetin zamanlarda, ateşle denenerek alınan kararlardır.

***

Görelim, meşime-i şeb’den (gecenin karnından) gün doğmadan, neler doğacak!